Veda

Tüm aile; belki de normal şartlarda hiç uğramadığımız, önünden sadece arabayla geçtiğimiz yabancı bir semtte halam için bir araya gelmiştik. Hastane koridorlarında, günlerdir elimiz kolumuz bağlı bir şekilde bekliyorduk. Doktoru daha iki hafta önce onu taburcu ederken, halamın bedeninin tedaviye karşılık vermediğini, yaklaşık altı aylık bir ömrü kaldığını söylemişti. Kemoterapi aldığında günlerce kendine gelemediği için, kalan günlerini daha iyi geçirsin diye artık tedaviye devam edilmeyecekti. Ona bu şekilde söylenmediğinden, halam belki de iyileştiği için kemoterapinin bittiğini sanmıştı. Bu haberden sonra onun gözlerinde gördüğüm mutluluk ışığını hiç unutamıyorum çünkü.

Moral olsun diye götürdüğümüz yazlık evimizde, annem yemek hazırlığındayken yalnız kaldığımız bir anda “Elif,” demişti “biliyor musun artık kemoterapiye girmeyecekmişim. Nihayet bitti.” Mutluluğuna karşı ne söyleyeceğimi bilememiş, yalandan “Harika bir haber bu halacığım,” diyerek içimdeki üzüntüyü ona fark ettirmeye çalışmıştım.

Doktor altı ay demişti ama daha bir ay bile geçmeden yeniden hastanedeydik işte. Dört gün önce diğer halamın telefonuyla onu hastaneye götürmek için gece vakti toplandığımızda; kandırılmış ve artık sona geldiğini anlamış birinin kırgınlığında donuklaşmıştı bakışları. Bir deniz feneri gibi karanlık ruhunu parlatan gözlerindeki ışık tamamen silinmişti.

Kanser olduğunu bilmediğini sanıyorduk. O yüzden de kanser değilmiş gibi davranıyorduk. Meğer daha ilk günden biliyormuş. Bizimle paylaşmıyormuş. Belki de bu yüzden onun hep çok güçlü olduğunu düşündüm. Hastanede yattığı son dört gün boyunca bilincinin açık olduğu zamanlarda bile fiziksel acısı dışında ne yaşadığını hiç anlatmamıştı.

Bizi toplayıp konuşma yapmak isteyen hastane doktoru kötü haberle geldi. Yaşamasına dair hiçbir umutları kalmadığını, hastanın sırayla tüm organlarını kaybettiğini, daha fazla makineye bağlı tutulmasının anlamsız olduğunu anlattı. Babamlardan aldıkları izinle, ruhunun bedeninden ayrılma süreci doğal akışına bırakılacaktı. “Bu şekilde en fazla bir gün daha dayanabilir,” dedi. “Dilerseniz her biriniz yanına tek tek girerek kendisiyle vedalaşabilirsiniz.”

Kendisiyle vedalaşmak!

Buna bir türlü hazır olamadığım için odaya en son ben girdim. İnsan zamanı öteledikçe sanki sona gelmekten kaçacağını sanıyor. Oysa bu dünya düzleminde ne kadar “sürdürülebilirlik” için kendini parçalasan da her şeyin bir sonu var. Yer çekimi kanunu kadar net bir kural bu. Süresini belki uzatabiliyorsun ama bitmesine engel olamıyorsun. İyi olan da bitiyor, kötü olan da. Maddi olan da bitiyor, manevi olan da. Koskoca imparatorluklar, en ihtişamlı şirketler, en bağlı aileler, en yakın dostluklar, en büyük aşklar, en yoğun duygular… Hepsi bitiyor.

Ya takdiri ilahi ile sonlanıyor bütün oluşumlar ya da insan zaafları ile yok ediliyor… Tam da bu yüzden “Bu da geçer,” sözünü; yaşamın içinde yaşayarak öğrenen bilgeler, kendisinden sonra gelen tüm nesillere aktarmış. Seneca ise bir düşünür olarak tarihe bırakmış notunu: “Başlayan her şey biter,” demiş. Bilinen en eski yazıtla bile; Enkidu’nun ölümünden acı çeken Gılgamış kralı bize, ölümsüzlüğe çare bulunamayacağını anlatmış.

İşte bizim için de vakit dolmuştu artık. Halamla iletişimimizin sonuna gelmiştik. Bembeyaz çarşaf üzerinde bilinçsiz bir şekilde gözleri kapalı yatarken ona ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Varlığımı hissediyor muydu, ondan bile emin değildim. Elimi elinin üstüne koyup okşadım. Tuhaf belki ama onu incitme korkusu duyuyordum. Yeni doğmuş bir bebeği kucağına alınca nasıl canını yakmaktan korkarak endişe içinde sarmalarsın, tıpkı öyle bir duyguyla onu sarmalamak istiyordum ama tıpkı kendi kızım dışında hiçbir yeni doğmuş bebeği kucağıma alamadığım gibi halamı da kucaklayamamıştım. Bedenen beceremesem de ona kalpten sımsıkı sarılıp, hıçkırıklar içinde odadan çıktım. Gece yarısı vefat haberi geldi.

Bir öykü anlatır gibi başlasa da – sonuçta öyküler yazan biriyim – yirmi yıldan fazla bir süre önce başımdan geçen gerçek bir hikaye bu.

Hatırlamama sebep olansa hayatın içinde hep bir vedalaşma yaşadığımızın farkındalığı. İstesek de istemezsek de tamamlananı, kendi yoluna gitmesi gerekeni, hatta bize iyi gelmeyeni bırakmamız gerekiyor. Üzerimize olmayan kıyafetler, çürüyen dişler gibi her ne varsa vadesi tamamlanan, tutmaya çalışmamalı. Tıpkı bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibi o bırakışların bizi eksiltmediğinin farkına varsak ve tam tersine yine bir ağaç gibi güçlü bir şekilde kendimize köklendiğimizde yeniden sağlıklı yapraklarla donanacağımızın bilincinde olsak üstesinden daha kolay geleceğiz aslında. Zaten bu bilinç olduğunda negatif bir duygu yüklemeden ayrışabiliyoruz gitmesi gerekenle. Saçlarımızdaki kırıkları kestirircesine; ruhumuzdaki kırıklardan, kırgınlıklardan kopmak da bir o kadar sağlıklı. Sonuçta asıl olan sevgi ve sevginin kökü bizde. 🙂

Sanırım önemli olan; ayrılış, kopuş, bitiş nasıl yaşanırsa yaşansın -en azından bir süre geçtikten sonra- geçmişi doğru yere koymak. Örnekse kızımın babasıyla ayrılma sürecinde her ne kadar karşılıklı zarar görsek de, ben bugün yaşadığımız güzel anıları başka, kötü anıları başka bir yere koyuyorum. Hepsinin hakkını vermeye çalışıyorum. Kızımın doğmayacağını ve sonumuzun böyle olacağını en baştan bilseydim bile yine o günleri yaşamak isterdim doğrusu. Yaşanmadan bitmesindense o an sana eşsiz gelen aşk duygusunu yaşamak en güzeli diye düşünüyorum ve artık bitmiş olan hatıralarımızı sevgiyle anıyorum. Böyle yapıyor olmam, o günlere dönmek istediğim, geçmişi özlediğim anlamına kesinlikle gelmiyor. Sadece vedamın üzerinden uzun zaman geçtiğinden bunu şu an rahatlıkla başarabiliyorum. Hepsi bu. Kötü bitti diye herşeyi tükaka etmek gerekmiyor.

Evet veda dedim en baştan. Vedayı kendimce anlatabilmek istedim. Oysa hüzünlü başlayan bu yazıya bile nasıl veda edeceğimi bulamıyorum bir taraftan. Sanırım halamla vedalaşmamda yaptığım gibi, kalbinize sarılarak gitsem iyi olacak. Vedalaşmanın başka türlüsü nasıl olur hiç bilmiyorum.

Sevgilerimle,

Didem Elif

Kara Göründü

Bir haftadır Kaş’tayım. Bundan tam on yıl önce Kaş’a yerleşme telaşım vardı. O yaz evleneceğim için İstanbul’dan eşyalarımı nasıl taşıyacağımın derdine düşmüştüm. Şimdi ise, tam tersi bir neden için burdayım. On yıl önce getirdiğim eşyalarımdan kurtulmaya çalışıyorum. Görünen o ki en az bir hafta daha sürecek.

Aslında bir buçuk senedir beni bekleyen bir işti bu. Geçen sene İstanbul’a dönme kararı alırken, sadece kızımla benim kıyafetlerimizi taşımıştım. Mobilyalarım, özel eşyalarım ve bu hayattaki tek servetim kitaplarım Kaş’ta kalmıştı. İstanbul’da bir süre sonra kendime yeni bir düzen kurabileceğime inandığımdan; birbirinden uzak iki ayrı eve dağılmış neredeyse 3+1lik ev dolusu eşyalarımı, alacak duruma gelene kadar eski eşimden tutmasını rica etmiştim. Fakat bu süreçte ekonomi ve kuşkusuz ki ev kiraları aldı başını gitti. Yeni bir eve çıkamadım. Kaş-İstanbul arası nakliye rakamları da dudak uçurtacak bir hal aldı. Yoksa koyacak bir depo bulmuştum aslında. Onu da yapamadım. Ayrıca sadece maddi değil, manevi anlamda da bu işleri yapacak gücü kendimde bir türlü bulamadım. Sınavda geçmesi gereken dersine son ana kadar çalışmak istemeyen bir öğrenci gibiydim.

Bir iki hafta önce eski eşim iş için İstanbul’a taşınacağını, Kaş’taki evlerinden birini kiraya verip orada ev tutacağını, bu sebeple eşyalarıma artık bir çözüm bulmamı istediğini söyledi. Hiç niyetim olmadığı halde apar topar Kaş’a geldim ben de bu yüzden. Üstelik kızımı arkamdan ağlar vaziyette İstanbul’da bırakarak.

Şu anda kızım ve babası İstanbul’da. Ben Kaş’tayım. İnanması gerçekten güç. Hatta resmen şaka gibi…

Evlilik kararını almadan önce birbirimizi daha iyi tanımamız adına onu bir süreliğine de olsa İstanbul’da yaşamaya ikna edememiştim. Buna imkanı olduğu halde kabul ettirememiştim, varsa yoksa Kaş diye tutturmuştu. O yüzden hayatın bizlere sunduğu ironik gelişmeler karşısında gerçekten şaşkınım. Hayır bir de ben İstanbul’da olup da tüm uğraşlarıma rağmen gönlüme göre bir iş bulamadım, adam Kaş’ta emeklilik keyfi sürerken ona kaçırmak istemeyeceği bir iş teklifi geldi. Kısmet işte. Hayırlısı olsun ne diyeyim.

Kuşkusuz kızım için iyi olacak. Her ne kadar sürekli görüntülü konuşsalar da beraber vakit geçirmek gibisi yok elbette.

Normalde kızım babasına benden daha çok düşkün ama ilk defa babasını görecek olmasına rağmen, benim onu bırakmamı hiç istemedi. Bebekliğinde bile görmediğim, günler boyu süren bir ağlama hali tutturdu. Bu durum yolculuğumu duygusal anlamda daha da zorlaştırdı.

Normalde otobüs yolculuğunu çok sevmeme rağmen bu sefer yol bir türlü bitmek bilmedi. Ne uyudum ne uyanık kalarak kitap okuyabildim. Öyle rahatsız geldim ki 14 saatin her saniyesi eziyet doluydu. Ne zaman ki Kaş’ın turkuaz denizini gördüm, içimden “Kara Göründü” diye bir çığlık atmak geldi.

Her ne kadar Kaş’a ulaşınca çok mutlu olsam da, bu kasabada yıllarca – neredeyse on yıl – yaşamış olduğum duygusu bana çok uzak geliyor. Tıpkı evliliğimde olduğu gibi, kafamda da kalbimde de tamamen bitirmişim demek ki. Bir diş çekilince sinirler alınır ya hani, tıpkı ona benzer şekilde benim de hislerim alınmış sanki. Keşke kalsaydım buralarda, İstanbul’a hiç gitmeseydim diyen bir yanım hiç yok.

Çocukluğumdan beri bu bölgeyi çok seviyorum, tekrar tekrar tatil niyetiyle gelmek isterim, kalkınması için her şeyi ama her şeyi yapabilirim ama -büyük konuşmuş olmayayım da- bir daha dönüp buralarda yaşamak istemem diye düşünüyorum.

Hele şu günlerde iyiden iyiye koptuğumu hissediyorum. Sevimsiz işlerle uğraşıyorum çünkü. Mobilyaların fiyatlarına karar vermek, onları duyurmaya çalışmak, iki ayrı eve dağılmış eşyaları toparlamak, acil satabildiklerini satmak, belki de bugün Türkiye’de bulunması çok zor olan değerini gerçekten bilenin anlayacağı İspanyol bambusu bazı parçaları değerine satana kadar bekletebilmek için köy evine taşıtmak, İstanbul’a döndüğüm zaman geride kalanların satışını benim bir daha gelmemi gerektirmeyecek şekilde organize etmek, kızıma kalmasını isteyebileceğim -benim yaptığım el yapımı bir tablo gibi- şeyleri ayırmak… Ve kitaplarım! İçinde okumaya bile kıyamadığım özel ciltli klasiklerin ve daha nice çok sevdiğim kitapların bulunduğu, önünde çocukluğumun eşsiz saatlerinin geçtiği kütüphanem. Bir yazarın en temel besin kaynağı. Onları ne yapacağıma henüz karar veremedim. Yazarken bile gözümden yaşlar süzülüyor.

Bilsem ki değeri bilinecek; bazı şeyler öylece kalsın, en azından kızım faydalanır diyeceğim ama yarın öbür gün en mutlu anımda “köyü sattım, gel kalanları al,” diye bir bildiri almak istemiyorum. Malum Kaş’ın dağı taşı altın değerinde oldu. Para meselesi bu. Belli olmaz, olur mu olur!

Sonuç olarak ömrümün bir devri tamamen kapanıyor. Kaş’la çoktan vedalaşmıştım. Hayatımın bu evresinde ise tutmaya çalıştığım, yani bırakmaya kıyamadıklarımla vedalaşıyorum. Çok şanslıyım ki Kaş’ta çok güzel insanlar biriktirmişim. Tek başımayım ama asla yalnız değilim. Çok şükür ki yükümü omuzlarımdan almaya çalışan birbirinden şahane dostlarım var.

İnşallah böylesi daha iyi olur ve umarım artık biraz hafiflerim. Neticede bir kaplumbağa gibi gittiğim her yere evimi taşıyamayacağım bundan böyle. Zaten depremden sonra benimkisi şımarıklık gelmeye başlamıştı artık.

Eskiden ister evdeyken, ister yürüyerek ya da motorla çarşıya inerken, Kaş’ın hep fotoğrafını çekerdim. Her gün gördüğüm bu manzarayı sanki ilk kez görüyormuş gibi büyülenirdim çünkü ve o anı bir fotoğraf karesine aktarabilmek isterdim. Hiç bir zaman gördüğüm kadar güzel olmazdı çektiğim. Geldiğimden beri hiç manzara fotoğrafı biriktirmedim. Herhalde elimde binlercesi olmalı.

Motorumu geçen sene uzaktan vekaletle sattığım için her yere yürüyerek gidiyorum. İlk geldiğim gün merkeze inerken aklıma Yahya Kemal Beyatlı’nın Aziz İstanbul şiiri geldi. “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul.” Sonra şöyle düşündüm. Bir gün buralarda yaşarken yazdıklarım, hatta belki yaptığım sohbetler değerlenirse eğer, Didem Elif bu topraklardan çok beslendi diyecekler. Bu düşünce beni o an için mutlu etti. Artık bir gün verdiğim emek değerlenir mi, ben o günü görür müyüm bilmiyorum.

Dilerim yapmam gereken bu sevimsiz işler bir an önce biter ve ben en kısa zamanda evime, canım kızıma dönebilirim. Sonra da video çekimlerinde yaptığım gibi bu seyahatten saklamak istediğimi alır, istemediğim anıları ise keser atarım. Bence kendimize güzel bir yaşam sunmanın tek şartı bu.

İyi ya da kötü her şeyin geçici olduğu bu hayatta; biz neyi tutup, neyi atacağımızı bilebilirsek ortaya güzel bir eser bile çıkarabiliyoruz. Gerekirse her şeyi unutup yeni baştan başlamalı. O yüzden ne yaşarsak yaşayalım kendi hikayemizin öyle bir yönetmeni olmalıyız ki, izleyenler tek başına değil de bir ekiple çalıştığımızı sansın. Nitekim öyle de oluyor. Sen yalnız yola çıkıyorsun. Nerde olursan ol, yakın uzak fark etmiyor tüm dostların senin bu hayattaki ekibin oluyor.

Neyse çok işim var. Bana müsaade. Yine çok fazla konuştum. Okuyabilene selam olsun.

Didem Elif

Sen İyi Misin?

Sınav kağıdı elimde ve ben sınav başladığından beri hiçbir şey yazamadan öylece duruyorum. Sorulara nerden başlayacağımı kestiremiyorum. Zaman kavramını hepten yitirdim. Süremin ne kadarını harcadım, geriye daha ne kadar vaktim kaldı onu bile bilmiyorum.

Çok çalıştım oysa. Bugünlere gelmek için resmen gece, gündüz, haftasonu demeden sürekli çalıştım. Kendiliğinden gelişen fırsatları ve elimdeki tüm imkanları değerlendirdim. Sonunda nihayet mezun olabileceğim ama yapamıyorum. Ne hocanın özel olarak hazırladığı test şeklinde olan şıklı soruları yanıtlayabiliyorum ne de yazıyla anlatarak ifade etmem gerekenleri cümlelere dökebiliyorum. Bir anda bildiğim, öğrendiğim her şey birbirine karıştı.

Daha bu sabah ne kadar mutluydum oysa. Sanki diplomamı almışım gibi sevinçten havalara uçuyordum. Konuların hepsine o kadar iyi çalışmıştım, gelebilecek tüm sorulara karşı kendimi o kadar iyi hazırlamıştım ki; okula gelirken sınav ne kadar zor olursa olsun, altından kalkabileceğimi düşünüyordum.

Bu aşama bile inanılmaz bir başarıydı zaten benim için. O yüzden hayallerime ulaşmanın heyecanından günlerdir kıpır kıpırdı içim. Her şey doğal bir biçimde kendiliğinden ilerleyecek ve ben bir an önce muayenehanemi açıp doktor önlüğümü giyebilecektim. Neşemin beş yüz metre öteden okunduğuna eminim. Şimdi ise sabahki ışıltımı kapatan bulutlar var üzerimde.

Zaman acımasız biçimde ilerliyor. Başından beri hiçbir şey yapmadığım için artık bu son sınavımı veremeyeceğimi kabullenmeye başlasam iyi olacak.

Aklıma Ceylan geliyor. Onun olmayan çocuğuma bakarak, sınavdan dönmemi sevgi içinde evimizde bekleyen eşime ben ne cevap vereceğim? Yıllarca sabırla ve büyük bir saygıyla bana destek olmuş birine “Yapamadım, bu meslek bana göre değilmiş,” nasıl diyeceğim? Bu doğru mu, doktorluk gerçekten bana göre değil mi onu da bilmiyorum ayrıca.

Sınıfa ilk girdiğimde, sınavı başlatmak için öğrencilerin gelmesini kürsüsünde bekleyen hocamın yanına gitmiştim. Yeni traş olmuş yüzünün ışıltısından, güne erken başladığı belli oluyordu. Çalışarak geçirdiğim yorucu gecelerin ardından uzun zaman sonra ilk kez bu sabah ben de traş olmuştum. Sonuçta özel bir gündü. Günümü daha da güzelleştiren tatlı bir muhabbet olmuştu aramızda.

Bir insan hayatının tamamına bakıldığında çok sıradan sayılabilecek bir okul günüydü aslında. Yine de gün nasıl biterse bitsin, bana bir ömür boyu yetecek kadar beni güvende olma ve iyi hissetme duygusu ile dolduran bir başlangıcı vardı. Unutarak ya da yok sayarak o büyülü anlara haksızlık edecek değilim.

Çoğu öğrenci okulu bitirmek için girdiği son sınavındaki o saatleri hatırlamaz bile belki de. Yıllarca oturduğu sıralarda, son kez hangi ders için oturduğunu bulmak niyetiyle hafızasında anlamsız bir şekilde tarama yapar ama çıkan sonuçtan bir türlü emin olamaz. Hem gelecek zamanda yol almış biri için ne fark eder ki? Neticede bitmiştir okul, çoktan mezun olmuştur. Onun için aslolan budur.

Hiçbir yere varmayan anlamsız düşüncelerle dolu kafamı, elimde cevapları bomboş duran kağıttan kaldırıp varlığını çok sevdiğim hocama bakıyorum. Onun da gözü benim üzerimde olduğu için göz göze geliyoruz. Bakışlarından benimle ilgili bir şeylerin yolunda olmadığını hissettiğini ama konumu ve taşıdığı sorumluluk gereği müdahale edemediğini anlayabiliyorum. Zaten böyle bir beklentim de yok. Bu benim sınavım. Her şeyden önce kendim için burdayım. Sonuçta mezun etmek için heveslendiği tek öğrencisi olmadığımın da farkındayım. Dolayısıyla aklı sadece bende değil, aynı anda bir sürü kişide. Herkesi idare etmesi gerek. Kafası bir dünya şeyle dolu olmasına rağmen, yüzündeki ifadeden benim halime hüzünlendiğini görüyorum ve bu benim canımı daha fazla yakıyor.

Kimsenin benim için ya da benim yüzümden üzülmesini istemiyorum. Yıllar sonra, çıkan afla ikinci kez üniversitede okuma hakkını kazanmış biri olarak, evet bu son şansım doğru. Öyle olmasa zaten çoktan sınav kağıdını hocama teslim edip sınıftan ayrılmış olurdum. Ayrılamıyorum. İnsanın eline her zaman böyle fırsatlar geçmeyeceğini biliyorum.

Aşk gibi… Gençken sıklıkla aşık olacağımı sanırdım. Oysa aşk insanın başına gelebilecek en nadir şey. Ceylan’a aşık olduğumda; eğer onun da bende gönlü varsa, aşkımızın bizi götürdüğü yere kadar benimle ol’masını arzuladığımı ona anlatmaya çalışmıştım o yüzden. Menopoza girdiği için hiçbir zaman ortak bir çocuğumuz olmayacağını bildiğim halde onunla birlikte olmak istemiştim.

Eskiden en kalıcı olanın dostluk olduğunu düşünürdüm. Aşık olup da duygularını paylaşamadığın biri ile değil de, her şeyi konuşabildiğin biri ile geçmeli ömür derdim. Oysa aşık olduğu kadın yerine dostu olan kadını seçtiğinde, hem kendine hem dostuna en büyük haksızlığı yapıyormuş insan. Tenini sarmalamak istediğin bedenden uzak kaldığın her an herkes için işkenceye dönüşüyormuş. Hem dostundan olunuyormuş hem aşkından.

Bazı duygular yaşamadan anlaşılmıyor. Birine yaşattığın duyguları anlaman için aynısını yaşaman gerekiyor bazen. Keşke hemen anlayabilsek ve herkes için en doğru olan seçimleri en başından yapabilsek ama öyle olmuyor işte. Sonuçta bu dünyaya yaşamaya geldik ve ne kadar güzel aşk kitapları okursan oku aşkı yaşamak gibisi yok. Biteceğini bilsen bile aşkını yaşamalısın ki aklında kalmasın.

Aşkın gerçek olmadığını, rüya olduğunu söyleyenlere çok şaşırıyorum. Ölümden sonra; sözlere sığdırabilmenin imkansız olduğu, varlığını sırf düşündüğünde bile kalbinde ve bedeninde hissettiğin o tarifi eşsiz duygudan daha gerçek başka bir şey var mı? Evet bizim isteyerek seçtiğimiz bir şey olmadığı için bir kaza olduğu söylenebilir belki. Yine de yanlış olur.

Aşk, bizde -hepimizde- var olan; kaş, göz, el, ayak gibi doğuştan içimize bir uzuvmuşcasına yerleştirilmiş bir parçamız. Tam da bu sebeple bir savaş filminin içinde dahi olsa, hayatında fiziksel olarak hiç aşkı deneyimlememiş biri bile; aşk dolu bir sahne gördüğü zaman kalbinde hissettiği duyguya karşı koyamaz. O yalancı duygu bile ona müthiş bir haz verir. Belki de yazarlar bunu bildiği için en çok aşk hikayeleri anlatır.

Aşk üzerine düşünmeyi bırakıp sınav kağıdına odaklanmam gerek biliyorum. Cevaplayamayacaksam da artık vazgeçip sınıftan çıksam iyi olacak ama bu durumda hocamın kürsüsüne bir daha gidebileceğimi sanmıyorum. O yüzden “Vakit doldu,” diyerek o elimden sınav kağıdını kendi almaya gelene kadar bekleyeceğim mecburen.

Bu süre zarfında içine girdiğim ruh halinden kurtulup soruları cevaplayabilirsem ne ala…

Aslında sınav öncesi tuvalete gitmeseydim belki de bunların hiçbiri olmayacaktı ama ben de gerçeklerle yüzleşmemiş olacak, hala kendimi kandırdığım bir hayal dünyasında yaşayacaktım.

Hala… Ne acayip bir kelime. Tınısında hüzünlü bir yalnızlık barındırmasına rağmen ne kadar umut dolu.

Gitmeseydim…

Evet, gitmeseydim; kadınlar tuvaletinde yere boylu boyunca yatmış birinin olduğunu görmeyecektim ve her şey yolunda olarak sınava girebilecektim. Oysa gittim ve tam erkekler tuvaletinin kapısına uzanırken; hemen yanındaki açık kapıdan, kafasından beline kadar yerde yüzüstü yatan birini gördüm. Hiç düşünmeden içeri daldım. Nabzının atmadığını anlayınca, büyük bir soğukkanlılıkla kalp masajı yaptım. Suni teneffüs için yüzüne eğildiğimde, bir kadınlar tuvaletinde olduğum aklıma geldi ve bir anda kendimi sapık gibi hissettim. İnsanın olur olmaz zamanlarda aklına üşüşen düşünceler beni hep ürkütmüştür. İçinde olduğum sahne ve aklıma gelen düşünceler işte yine beni ürkütmüştü. Herhalde şu an içeri giren biri benim sapık olduğumu düşünecek kadar da insafsız olmaz, diyerek savdım aklımdaki aptalca düşünceleri. Bir doktor gibi yapmam gerekenleri yapmaya devam ettim. Kadının giderek soğuk olan bedeni, ambulansa yerleştirilip; ölülere karşı artık iyice duyarsızlaşmış ambulans şoförü tarafından kampüsten uzaklaştırılana kadar vazgeçmeden çabaladım.

Bugünkü sınavı geçsem bile, daha ilk denemesinde hastasını kaybetmiş bir doktor olarak başlayacağım meslek hayatıma.

Arkamdaki sırada oturan benden yaşça çok küçük olan kızcağız “Sen iyi misin?” diye seslenince üzerime alınmadım önce. Sorusunu daha yüksek sesle tekrar edince, bana mı söylediğini anlamak için etrafıma bakındım. Bütün öğrenciler gitmişti. Sınıfta sadece ikimiz kalmıştık. Hoca da ortalıkta görünmüyordu. Sanki bu genç kız sınavda bana yardım etsin diye ikimizi bilerek yalnız bırakmıştı.

O an elimdeki kağıdı bir yana bırakıp, bugüne kadar hiç arkadaş olarak vakit geçirmediğim kıza sarılmak istedim. Oturduğum yerden yüzünün gördüğüm tarafına dokunmayı aklımdan geçirdiysem de yapamadım.

İyi olduğumu göstermek istercesine başımı sallayıp önüme döndüm. Sorusu “canın sağ olsun, sen yeter ki iyi ol,” der gibiydi.

Onun kağıdından değil ama sözlere dökmese de bana hissettirebildiklerinden kopya çekerek kendime gelmeye karar verdim. Önümde bitirmem gereken önemli bir sınav vardı. Şimdi vazgeçemezdim.

Daha fazla vakit kaybetmeden sınav sorularına hızlıca cevap vermeye başladım.

Didem Elif

Fotoğraf: Göztepe Özgürlük Parkı

Zenginlik

Hayatın içindeki zenginlik oldum olası ilgimi çekmiştir. İnsanın çeşitliliği, doğanın çeşitliliği, kültürel çeşitlilik, bakış açısının çeşitliliği…

Ve bütün bu çeşitliliğe sahip olduğumuzu fark ettiğimizde yaşadığımız içsel zenginlik…

Garip bir yolculuğa çıktım. On beş gündür yollardaydım. Yolculuğuma arkadaşlık etsin diye yanıma aldığım Yılmaz Şener’in kitabının adı gibi, “Kör Adım”larla ilerledim. Önümü görmeden, sonrasını çok da hesap etmeden kalbimin sesiyle hareket ettim.

Bu demek değil ki aklım devre dışıydı. Aksine akıl, kalp ve beden bütünlüğü içinde hissediyordum kendimi. Sadece; sabit ve korumacı bir aklın önderliği yerine, açık bir kalp rehberliğinde aklımın dağarcığına sık sık ayar çekerek rotamı belirledim. Tıpkı bilinmeyen yolları ince detaylarıyla gösteren bir navigasyonla yol alır gibi.

Nereye varmak istediğini hatta ne istediğini bilmek ve nerede olduğunu hatta kim olduğunu bilmekle başlıyor yolculuk dediğin şey.

Söylenen yoldan giderken dönmen gereken yerde dönmediğinde, varmak istediğin noktaya seni ulaştırmak için navigasyon sana sunduğu güzergahı nasıl yeniliyorsa; aklım da kalbimin ritmine göre güzergahlar sundu bana. Ben de bedenimle ona uyum sağladım.

İyi hissetmek…

Referansım tamamen bu oldu. İyi hissetmek…

Kaş’tan ayrılıp İstanbul’da yaşamaya geçen kıştan beri başladım ancak bir ev dolusu eşyamı hala Kaş’ta tutuyordum. İstanbul’da bir ev açma şartlarını bir süre daha ayarlayamayacağımı fark edince daha fazla beklememeye ve eşyalarımı bir depoya koymaya karat verdim. Okul kapanır kapanmaz kızımı babasına yaz boyu bırakmak için Kaş’a götürdüğümde; bana ait ne varsa toplayacak, belki bazı eşyaları satacak ve eski eşimle aramda çocuğumun babalık bağı dışında hiçbir bağ bırakmayacaktım.

Buna karar verdikten çok kısa bir süre sonra yaptığı işleri çok sevdiğim birinden çok hoşuma gidecek bir teklif aldım. Bu teklifi değerlendirmek, içinde olduğumuz pahalılıkta durduk yere bana ekstra masraf çıkaracaktı, zaten artan benzin fiyatları yüzünden nakliye ciddi bir para tutacaktı ama biliyordum ki bu teklifi değerlendirmezsem de hep aklımda kalacaktı. Kalbimizin sesini dinleyerek hareket etmediğimizde hep aklımızda kalır çünkü. Kalbim gitmek istiyordu, ben de üstüne çok fazla anlam ve hayal yüklemeden gerçek neyse onunla yüzleşmeye niyet ederek çıktım yola. Sonuç ne olursa olsun hayal kırıklığı yaşamayacağıma dair söz verdim kendime. Belirsizlik yerine netliğin olduğu bir yolculuk olmasını diliyordum her şeyden önce.

Böylece ilk olarak Ege’ye vurdum rotayı. Kızımı İzmir’de halasına teslim ettikten sonra civarda keyifli bir kaç gün geçirecek, ardından Kaş’a gidip toparlanacaktım. Fakat İzmir’de günler geçtikçe kendimde böyle bir taşınma işiyle uğraşacak gücü bulamadım. Başlarda geçirdiğim anları hiçbir şeyle değişemeyecek kadar mutluydum aslında ancak kendi kendime kaldıkça içimde yaşadığım gerçeklerle yüzleşme beni tahmin ettiğimden daha fazla sarstı. Güçlü bir deprem atlatmış gibi hissediyordum. Öyle ki, sanki hamileydim de gittiğim her yere taşıdığım bebeğimi hiç beklemediğim bir anda aniden düşürmüştüm. Koskaca bir boşluk ama aynı zamanda yıllardır taşıdığım bir suçluluk yükünden kopmuş gibi bir rahatlama hatta özgürlük hissi. Ben yaşadığım duyguya asla hayal kırıklığı demezdim ama kesinlikle üzgündüm çok üzgün.

Hiç gücüm yokken kendimi eşyaları taşımak için zorlarsam daha kötü olmaktan korkuyordum. Nitekim yolun ortasında rotamı değiştirdim. Kaş’a gitmedim. Gidemedim.

Son anda yıllardır davet edildiğim ama kabul etmediğim, aslında bana pek masrafı olmayacak Assos’ta gerçekleşecek bir organizasyona katılmaya karar verdim.

İyi hissetmek…

Dedim ya, şu on beş gündür yol alırken referansım hep bu oldu. İyi hissetmek…

Tam da bu sebeple bana kim iyi hissettiriyorsa onun yanında kaldım ve ne iyi hissettiriyorsa onu yaptım.

Şimdi İstanbul’dayım. Gücümü topladığımda Kaş hikayesini de kapatacağım elbette.

Oldum olası birine yük olmaktan hiç hoşlanmadım. Ya da birinin kötü hissetmesine sebep olmayı hiç istemedim. O kişi varlığından hoşnutsuz olduğum biri bile olsa, savaşmak yerine ondan uzaklaşmayı tercih ettim.

Karşı tarafa huzursuzluk vereceğim duygusu beni hep korkutmuştur. Fikrimi ve düşüncelerimi söylemekten asla çekinmem ama bunu kötü ve negatif duygu yüklemeden söylemenin yolunu bulmaya çalışırım genelde. Öfkeyle yol almayı sevmem. Yolumuzu seçimlerimiz belirliyor neticede ve ne olursa olsun, bu pek mümkün değil biliyorum ama, herkes olduğu yerde iyi olsun istiyorum. Seçtiği adımlarda geride kötü bir duygusu kalmasın, iyi hissetsin. Yoluna iyilikle devam etsin.

Başkaları için bunu yapacak gücüm olmasa da en azından kendim için bunu başarabilmek istiyorum. Hayatın içinde zengin bir şekilde yaşamak varken fakirleşmeyi, insan kaybetmeyi hiç ama hiç sevmiyorum.

Didem Elif

Derinlerde

Aylar önce – hatta belki de yıllar- bana en çok ne istediğimi sorsalar, onun kolları arasında olmak, derdim. Tüm sorumluluklarımızı unutup, sadece sarılıp yatsak öyle saatlerce. İkimizi öyle sarmaş dolaş düşününce bile gözlerim dolardı. Oysa her gece uyumadan önce, bir çocuğun oyuncağına sarıldığı gibi sarılmıyor muydum ona? Kuşların havaya atılan yemlere telaşla uçuşması gibi, uyanır uyanmaz anında uçuşmuyor muydu onunla ilgili düşünceler aklıma? Gerçek olmasa da varlığı her an yanımda değil miydi? Karnımda bir bebek taşır gibi her yere götürmüyor muydum onu da? Çoğu zaman kavuşmayı özlemekten resmen bithap düşüyordu yüreğim.

Şimdi nihayet sevdiğim adamın kollarının arasındayım. Başını başıma yaslamış deliksiz bir şekilde uyuyor. Uykuya dalmadan evvel öyle sıcacık sarmaladı ki beni, mutluluğumu bozmamak için bir an bile kıpırdamıyorum.

Yine gidecek ve ben yine bir fotoğraf gibi zihnime kazınan bu dakikaları hatırlayıp duracağım.

Hani şu ne kürk, ne han ne de saray isteyen şarkının sözlerindeki gibi dünya malına dair hiçbir şey umurumda değil. Başarıymış, kariyermiş filan hikaye… Tek istediğim doya doya onun varlığını yanı başımda hissetmek ama öyle olmuyor işte.

Her seferinde uzun sürüyor ama bu son ayrılığımız o kadar uzun geldi ki, bir an gerçekten bir daha biraraya gelemeyeceğiz sandım. Onun mavi suları araştırmak için çıktığı derin dalışlar, benimse bitmek bilmeyen dağları tırmanışlarım bizi anlamsız bir şekilde birbirimizden uzaklaştırıyor. Yine de vazgeçmiyoruz yolumuzdan.

Çok değil bundan birkaç sene önce, bana dağcı olacağımı söyleseler terslerdim insanları herhalde. Fazla heveslisi değilken başladığım ufak tırmanışların beni her defasında daha yüksek dağlara sürükleyeceğini kim bilebilirdi ki?

Oysa korktum hep tırmanmaktan. Hala da korkuyorum. Zirveye her varıştan sonra rahatlayacağıma daha fazla ağırlık biniyor üstüme. Yükseklik gittikçe artıyor ve ben değişimi oldukça belirgin bir şekilde hissettiğim bu yeni atmosferde sanki nefes alamayacakmışım gibi hissediyorum.

Aynı ya da benzer dağları defalarca çıkmış olsam bile öyle anlar geliyor ki, daha fazla devam edemeyeceğim duygusuna kapılıp vazgeçmek istiyorum.

En başta söz verdik birbirimize. O dalış, ben tırmanış gezilerine çıktığımızda ne olursa olsun birbirimizle iletişim kurmaya çalışmayacaktık. Ne bir mektup, ne bir telefon. İkimiz de devamlı hareket halinde olduğu için mektubun geleceği sabit bir adresimiz hiçbir zaman olmamıştı ama derdini karşı tarafa anında ulaştırmayı sağlayan günümüzün iletişim araçlarını da yasaklamıştık kendimize. Bazen oyunbozanlık yapıp “çok aşığım sana,” diye mesaj atmak istediğim zamanlar olurdu. Bunun onu mutlu edeceğinden çok kızdıracağını düşünüp vazgeçerdim hemen. Olaki kontrolü kaybedip yazarsam eğer, asla cevap vermezdi bana zaten. Bunu bilince de anlamsız gelirdi ona ulaşmaya çalışmak.

Bilse… Zirveyi tamamladığım dağın tepesinde otururken bile ona ne kadar ihtiyacım olduğunu bilse, bu anlamsız kuraldan vazgeçer miydi? İnsanların alkışlarına rağmen içime yığılan ve öyle kolay kolay yok edemediğim ağırlığı belki de ağzından dökülen iki cümle dağıtıverecekti ama yoktu yanımda işte. Üstesinden tek başıma gelmeliydim.

Belki de şu an bunları düşünmemem gerek. Ne bir dağın yamacında tırmanıştayım ne de inişe geçiyorum sonuçta. Birazdan uyanacak ve bana hep sulu bir elma hissi veren o güzel dudaklarını öpeceğim. Sonra da bilmediğimiz bir şehrin bilmediğimiz sokaklarında beraber elele yürüyeceğiz. Her yeni gittiğimiz yerde yaptığımız gibi dolaşa dolaşa, sahibinin içimizi ısıtacak gülümsemesine kapılacağımız küçük ama sevimli bir yer bulacağız.

Belki de ilişkimizin bu kadar uzun sürmesinin sebebi budur. İkimizin de asla ödün vermediği sadeliğe ve içtenliğe olan tutkumuz.

Tırmanışların ve dalışların bize sunduğu o eşsiz manzaraların ardından -ister ayrı ayrı ister birlikte- kendimizi attığımız -belki de arındığımız- alanlarımız oldu her zaman. Ve ben başka kimseyi sokmadığımız o alanları hep çok sevdim.

İkimizin de düzeltmesi basit ve kolay görünen ama iyileşmeyen tuhaflıklarımız var. Mesela sigarayı bir türlü bırakamamış olmamıza rağmen, ilk buluşmamızdan beri her defasında yanımıza çakmak almayı unutmamıza ne demeli? Peki ya bütün bu günlük unutkanlıklara kafa tutarcasına benim geçmişe dair asla unutamadıklarım? Onlarla bir ömür boyu yaşamak akıl karı değil ama yaşıyorum işte. Eski bir medresenin içindeki kafeden ayrılırken, masada kalan çakmağı vermek için peşimizden koşturan garsona “o sizin,” diye seslenişini bile hala kulaklarımda saklıyorum. İnsan böyle bir anıyı neden annesinden kalma gümüş bir tepsiyi saklar gibi saklar ki.

Gerçi bunca yıl geçti. Alıştık artık birbirimizin tuhaflıklarına. Batan güneşin günü bitirmesi ve her ertesi gün vazgeçmeden yeniden doğması gibi her defasında kendi karanlıklarımıza teslim olup usanmadan yeniden doğuruyoruz içimizdeki sevgiyi. Çünkü her ne kadar açık açık anlatmasak da derinlerde biliyoruz birbirimizden gidemediğimizi.

Didem Elif

Yeniden

Gülümsüyorum. Durup durup gülümsüyorum. Başkalarını dinlerken, yiyecek bir şeyler hazırlarken, kalabalık bir caddede yürürken, arabanın camından bakarken hep gülümsüyorum. Onunla geçirdiğim saatleri düşündüğüm her an gülümsüyorum…

Bunca yıl sonra yeniden beraber olduğumuza inanamıyorum. Üstelik daha önce hiç deneyimlemediğimiz bir şekilde…

Oysa bugüne kadar ikinci şans verilen ilişkilere inanmazdım hiç. Yeniden denendiğinde sanki yine benzer sebeplerle ayrılanacak gibi gelir bana. “Her şeyi yaşamışsın ve olmamış, birlikte yapamamışsın işte, tekrar niye denersin ki?” diye düşünürdüm. Biten hiç bir ilişkime geri dönme isteğim olmadı o yüzden.

Ama onunla farklıydı. Bir kere her şeyi yaşamamıştık. Cinsellik, yaşamayı bırak, aramızda konuşulması bile yasak olan bir tabu gibiydi. Her seferinde, sanki biraz ileri gitse bekaretim bozulacakmış gibi bir kaygıyla tutardı elimi. Biraz uzun öpüşecek olsak, kendini hemen geri çekerdi.

O kadar gençtim ve aslında kördüm ki, aramıza koyduğu sınırlarla karşılaştıkça beni istemediğini sanırdım. Ancak başka bedenlerde sonuna kadar gittiğimde beni gerçekten çok istediğini, daha da kötüsü, onu her şeyden çok istediğimi anladım. Bu yüzden ondan vazgeçip başkasıyla evlendiğim için hep pişmanlık duyacaktım ama iş işten geçmiş olacaktı.

Evinin kapısını yıllar sonra yeniden çalarken, sonrasını hiç düşünmemiştim aslında. Elimde alışveriş torbalarıyla bir AVM’nin en üst katında olan dairesine, sanki gelmişken ona da uğramışım gibi bir edayla birdenbire girivermiştim.

Ondan hiç gitmiş miydim acaba? Gidebilmiş miydim ki “ben geldim,” diyebileyim.

“Topuğum kırıldı. Baksana. Şaka gibi. Allahtan bir AVM’de başıma geldi de hemen alttaki Lostra Salonunda çözüm bulabildim. O halde ortalıkta da durmak istemedim doğrusu. Aklıma sen geldin. Aradım ama telefonun değişmiş. Şansımı bir de kapıyı çalarak deneyeyim dedim. Böyle direk geldim kusura bakma. Ay neyse ki evdesin,” diyebildim.

Doğal görünmeye çalışıyordum. O olmasa benim bu AVM’nin kapısından gireceğim yoktu oysa. Onu hatırlattığı için önünden arabayla bile geçemiyordum. Ne kadar eskiden sevgili de olsak, topuklu ayakkabılarla AVM’ye giden bir kadın olmadığımı bilecek kadar beni tanıyor muydu acaba? İnandırıcı olmak için ekstra bir çaba sarf ederken onunla yeniden iletişime geçmek için bir bahane bulmaya çalıştığımı anlıyor muydu? Çaktırmadan yüzünü inceliyordum ama duygularından bir türlü emin olamıyordum.

Sanki gergin miydi? Ne hissediyordu? Beni gördüğüne sevindi mi yoksa rahatsızlık mı verdim acaba böyle yaparak ona. Belki de başka birini bekliyordu, karşısına aniden ben çıktım. Pek birini bekliyor gibi de giyinmemiş gerçi. Tuhafsamadı da varlığımı ama. Belli ki kafası çok karıştı ve şimdi bunca yıl sonra durduk yere burada olmamı, ne yapmaya çalıştığımı anlamlandıramıyor olabilir. Haklı tabi. Eski sevgilisi gecenin bir vakti salonunda karşısına geçip bacak bacak üstüne atmış oturken insan başka ne yapabilir ki? Kovacak değil ya beni ya da özlemle boynuma sarılacak değil ya. “Beni ve onu düşürdüğüm duruma bak,”diye kızıyorum içten içe kendime. Huzursuzluğumu atmak için yer değiştirmeye niyetleniyorum ama ayağa kalkınca ne yapacağımı bilemediğimden mutfağa yöneliyorum.

“Böyle sormadan habersiz geldim ama bir kahve içecek kadar da vaktin vardır sanıyorum. Hatta dur ben yapayım. Hala şekersiz içiyorsun değil mi?”

Geldiğimden beri ifadesini çözemiyorum ama nihayet doğrudan ona yönelttiğim bu cümlemden sonra yüzüme bakıp sıcacık gülümsüyor. Biraz daha rahatlayarak gidiyorum mutfağa böylece.

Başını sallamıyor ama ben gülümsemesini onaylama sayıp birer sade kahve yapıyorum ikimize. Sanki daha önce bir geçmişimiz olmamış gibi birazdan karşılıklı oturup içeceğiz. Bunca yıl sonra… Aynı evde. Aynı koltukların üzerinde… Rüya mı bu? Eğer öyleyse kimse beni uyandırmasın ne olur.

Mutfakta hiçbir şeyin yeri değişmemiş. Tıpkı bu eve ilk geldiğim günkü duygularım gibi onlar da aynı yerlerinde duruyor. Ne çok kahve yaptım bu mutfakta beraber içelim diye. Ama yok geçmişi ne ona ne de kendime hatırlatmaya niyetim yok. Niyetim ne onu da bilmiyorum. Sadece ondan uzak kalamıyorum daha fazla hepsi bu. İçimde hep onunla yaşarken dışımda başka bir hayat sürdürmeye dayanamıyorum.

Kahvelerimizi içerken bana benimle ilgili hiçbir şey sormuyor. Havadan sudan bir ön konuşmayla anı geçiştirme girişiminde bulunmadan hayata nasıl baktığını anlatıyor. Anlattıklarını dinlerken verdiğim seminerlerde söylediklerimi dinlemiş olabilir mi gibi saçma sapan bir duyguya kapılıyorum. Nasıl dinlemiş olabilir ki? Sevgiliyken bile bir kez olsun “seni sahnede dinlemeye geleyim,” demedi. Bu konuları daha önce hiç düşünmemişim gibi dinliyorum onu. Bin bir yabancıya büyük bir hevesle anlattığım şeyler üzerine fikrimi söylemeye nedense gerek duymuyorum. Susuyorum o yüzden. Onu sabaha kadar dinleyebilirim bu şekilde. Yeter ki varlığımdan rahatsız olmasın.

Telefonumun çalmasıyla bölünüyoruz. Önce açmak istemiyorum ama seminere gideceğim şehirden aradıklarını görünce açmam gerektiğini belirterek karşı tarafla konuşmaya başlıyorum. Açmasam da olabileceğini konuşmaya başlayınca anlıyorum ama geç kaldım artık.

İster telefonda olsun, ister sokakta karşılaşayım; ısrarla lafı uzatan insanlarla konuşmayı bitirmeyi beceremem. İyi biri olduğunu ses tonundan bile anladığım birinin, vereceğim seminer için duyduğu heyecanını paylaşmasını bir türlü bölemiyorum.

Derdi bana ulaşmak değil aslında. Çok net farkındayım bunun. Beni etkilemeye çalışan insanları daha enerjilerinden tanırım. Benimle geçici ya da kalıcı herhangi bir bağ kurmakla ilgili eser yok sesinde. Telefonu kenara koyup bıraksam, fark etmeden saatlerce durmadan konuşabilir. O sadece kendini anlatmak istiyor. Zaten öyle de yapıyor. Belli ki birilerinin varlığını fark etmesine ihtiyacı var. Şehrin gelişimi için her şeyi yapabileceğinden bahsediyor uzun uzun. Bu saatte onu dinleyecek birini bulduğu için keyfi yerinde.

Telefon kulağımda çaresizlik içinde onun oturduğu tarafa bakıyorum. Göz göze geliyoruz. Bir tepki vermiyor ama bana kızma ihtimalini düşünüp geriliyorum. Eskiden çok kızardı lafı gereksiz yere uzatan insanları kıramamama.

Bakışmamızın ardından yerinden kalkıp hızlıca yanıma geliyor. Telefonu elimden alıp kapatacak sanıyorum. Çok yakın bir şekilde yanıma oturuyor. Kollarımdan sarılıp bir nefesle beni içine alırmışçasına öpüyor. Dudaklarından bedenime yayılan sıcaklıkla tüm evrenden birkaç saniyeliğine kopuyorum sanki. Ayakta olsam ayaklarımın o an yerden kesildiğini ve gökyüzüne havalandığımı iddia edebilirdim. Şaşkınlıktan, ancak bir süre geçtikten sonra elimdeki telefona konuşan kadının söylediklerini fark ediyorum. Ballandıra ballandıra yaşadığı şehrin tarihçesini anlatıyor. Nihayet onu bölecek cümleyi buluyorum içimde: “Çok pardon. Telefonum çalıyor. Şu an kapatmam gerek.”

Verdiği anlayışlı tepkiyle telefonu kapatıyoruz. Beni yeniden öpsün istiyorum. Bunu yaşamak için o kadar çok bekledim ki.

Şehre en yukardan bakan bir salonda, başka birinin bizi camdan görme ihtimalini düşünmeden karşılıklı soyunmaya başlıyoruz.

Saçlarımda dudaklarını hissetmek, teninin tenime bu kadar yaklaşması, içime sonuna kadar girip yerleşmesi, buraya gelirken asla hayal ettiğim şeyler değildi. Sadece gözlerinde “iyi ki buradasın,” diyen bir bakış yakalasam yeterli olacaktı. Oysa günlerce etkisinden çıkamayacağım bir yolculuğa çıkartıyordu beni. Kanepenin üstünde ilk kez hiç gitmediğimiz kadar ileriye gidiyorduk.

Beni kendinden uzaklaştırmadığı için mutluyum. Bir kanepenin üstünde, eskiden sadece oturduğumuz bir kanepenin üstünde, sınırlar koymadan çıplak bir şekilde sabahladığımız için mutluyum. Yeniden karşısına çıkıp karşılığını almama ihtimalini göze aldığım halde, varlığıma sıcacık bir karşılık verdiği için mutluyum. Tek bir kelime söylemeden beni istediğini hissettirdiği için mutluyum.

Bundan sonra ne olacak hiç bilmiyorum. İçinde olduğum, tarihi geçmişi azımsanmayacak bu şehirde seminerimi verdikten sonra evime dönünce ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok. Telefonunu almadım. Benim telefonum değişmedi ama hızla değişen bir teknolojik sistemde, kim eski telefonlara ulaşabiliyor ki onda telefonum olsun. Yeniden evine gidecek cesareti göstermeli miyim yoksa onun bir adım atmasını mı beklemeliyim? Belki de karşısında görünce dayanamadı ama yeniden başlamak gibi bir isteği yok.

Bilmiyorum ki hiçbir şey bilmiyorum. Tek bildiğim sürekli gülümsüyorum. Kanepedeki halimizi düşünüp düşünüp gülümsüyorum.

Didem Elif

Nereden Nereye?

Geçmişime baktığımda yıllar içindeki değişimim bana çok ilginç geliyor. Sadece ben değil, yaşadığım hayat koşulları da çok değişti. Ben ki öyle alan değiştirmeyi pek sevmem, yine de epeyce bir yol almış gibi hissediyorum kendimi. “Nereden nereye?” dediğim bir yerdeyim. Dokuz yıl sonra İstanbul’da başladığım “Yeni Hayat”; daha emekliyor seviyede olsa da ve bu seçimin sonucu ne olacak bilmesem de, benim için mutluluk ve heyecan verici geçiyor.

Geçen haftayı, son 9 yılımda yaz kış yaşadığım Kaş’ta geçirdim. Yaz kış yaşadığım diye belirtmek gerekiyor çünkü Kaş’ta yaşadığımı söylediğimde, Kaş’ı sadece yaz boyunca değerlendirenler olduğu için, Kaş’ta yaşayan insanlar bile “Yaz Kış mı?” diye sorardı. Doğrusu yaşarken bu güzel kasabadan kaçtığım bir mevsim varsa o da yazdı. Dolayısıyla son dokuz yıldır ilk kez Kaş dışında bir kış geçiriyorum. Bu kadar benimsedikten sonra ayrılma kararını vermek zordu ama beş ay sonra Kaş’a gidince hissettiğim duygulara bakınca Kaş’ı kafamda tamamen bitirdiğimi anladım. Bu sanırım 46 yaşında hayat rotasını tamamen değiştirmiş benim için iyi bir şey.

Sevdiğim ve özlediğim arkadaşlarımla aylar sonra birlikte olmanın mutluluğu yabana atılacak gibi değildi aslında ama öbür yandan Kaş’ın sokaklarında dolaşırken her şey bana çok uzak geldi. 9 sene boyunca oturduğum evde, eski eşimin bana ait olan ama hala İstanbul’a getiremediğim için geçici bir süre orada tuttuğum eşyalarımın yerlerini değiştirerek bambaşka bir şekilde kullanması bu yabancılaşmayı pekiştiren bir şey oldu.

Eskiden evin olduğunu düşündüğün bir yerde misafir olmak, sanki ölmüş bedeninin ardından ruhunun ortalıkta dolaşması gibi…

Gitmeden önce duygusal anlamda daha derin şeyler hissederim en çok da hüzünlenirim sanmıştım ama nasıl çekilen bir dişin sinirleri alındığı için artık o bölgede hiçbir şey hissetmezsin, öyle bir şey oldu bana da. Yalnız kalmayı sevdiğim yerlere gitmek bile anlamsız geldi.

Yaklaşık iki ay önce kendi kendime “artık dönmeyeceğim Kaş’a, rotam belli, neyi bekliyorsun?” diyerek motorumu bir anda satmaya karar vermiştim. Galiba sen kararında net olunca olaylar daha hızlı gelişiyor. Kaş’ta verdiğim ilan sonrası motora hemen alıcı çıktı çünkü. Vekalet vererek alıcıyı hiç bekletmeden satışı gerçekleştiriverdim ben de. O yüzden de bir hafta boyunca Kaş’ta hemen hemen her yere yürüyerek gittim. Bu durum da gittiğim yerleri tuhafsama duygumu perçinlemiş olabilir tabi.

Sanırım sürekli Kaş’ı ve babasını özlediğini söyleyen kızım için de durum benzer oldu. Orada geçirdiği bir hafta boyunca benim, okulunun, öğretmeninin, okuldaki arkadaşlarının resmini yapıp durdu. Tıpkı onun doğduğu ve çocukluğunun ilk yıllarının geçtiği yer olması gibi, benim de bambaşka bir şekilde yeniden doğduğum ve potansiyelimi büyüttüğüm yer oldu Kaş. Sırf bunun için bile her zaman anlamı başka olacak. Yine de, her ne kadar maddesel anlamda kendimi İstanbul’a tam anlamıyla getirememiş olsam da (ki bu seferki gidişimde yazlıklarımın hepsini getirdim, kalan eşyalarımı da en yakın zamanda getireceğim inşallah); ruhumu komple getirmiş olduğumu görmekten yana çok mutluyum.

Bütün bunları yazarken aklıma düşen Tolstoy’un “Efendi ile Uşağı” kitabında dediği gibi:

“Alışkın olduğumuz şeylerden vazgeçmek ne de zor görünür. Lakin yapacak bir şey kalmadıysa yenilerine de alışmak mümkün.”

Didem Elif

Not: Kapaktaki fotoğrafı Dalaman’a inerken uçaktan çektim.

İhtiyaç

Mars ve Venüs çifti balayı için geldikleri Kapadokya’dadır. Sabahın erken saatlerinde kaldıkları otel odasında yattıkları yerden gökyüzünde uçan balonları seyretmektedirler.

Venüs – Şu manzaranın güzelliğine bakar mısın? Ne kadar müthiş görünüyor öyle değil mi? Yarın biz de bineceğiz diye çok heyecanlıyım.

Mars – Biz de mi bineceğiz? Hadi canım! Ben hayatta o balona binmem.

Venüs – Nasıl yani? Buraya kadar geldik. Balona binmeden dönecek miyiz yani? Şaka gibisin ama Mars.

Mars – Oturduğumuz yerden ne güzel izliyoruz işte. İçine binmeye ne gerek var ki?

Venüs – Canım aynı şey mi? Bu sefer gökyüzüne doğru süzülüp yukarıdan bütün şehri göreceğiz. Ne demek ne gerek var?

Mars – Bana buna ihtiyacımız var gibi gelmiyor Venüs. Hayalimizde de pekala bir balonun içinde uçtuğumuzu canlandırabiliriz sonuçta. Bunun için bir sürü fotoğraf var, video var. Onları izleriz, binmiş kadar oluruz. Üstelik çok pahalı. Kaç elbise dikmemiz gerek o balonun parasını çıkartmak için senin haberin var mı? Hadi diktik dikmesine o dert değil de satmamız gerek onları bir de. Altından kalkabilir miyiz bilemiyorum.

Venüs – Ama bu fırsat kaçar mı? Öderiz bir şekilde Mars. Hayatta böyle şeyler insanın karşısına zırt pırt çıkmaz ki. Üstelik bu bizim balayımız. Şimdi para harcamayacağız da ne zaman harcayacağız? Hayal kurmak da bir yere kadar ama. Hem deneyimlemekten daha güzel bir şey olabilir mi? Bak balayına çıktık fena mı oldu? İki gün boyunca seninle baş başa ne kadar harika vakit geçirdik. Yalan mı?

Mars – Off evet o açıdan gerçekten süper oldu. Kokunu, tenini, sıcacık nefesini ne kadar da özlemişim. Sana dokunmak, sarılmak öyle müthiş bir şey ki. Gerçi Elif bizi mağaradan bir otel odasına sokmakla bana ne demek istiyor anladım ya ben neyse…

Venüs – Hahaha. Çok alemsin valla. Niye öyle bir şey demek istesin ki? Otantik bir ortamın ikimizin de hoşuna gideceğini düşünmüş olmalı. :)))

Mars – Tabi tabi eminim ondandır.

Venüs – :)))

Mars – Bu arada dua edelim de Elif’in balayımızı yazması üç beş yıl sürsün. Offf!!! O zaman Elif’i var ya baş tacı yapmazsam bana da Mars demesinler.

Venüs – Maalesef Marscım. Sadece bir bölümlük balayı diyaloğumuz var. Ayrıca bu bize ayırdığı son hikaye. Elif bitiriyor Mars ve Venüs Hikayelerini.

Mars – Ciddi olamazsın. Ama bu haksızlık. Düğünümüzü neredeyse bir yılda tamamladı. Balayına sadece bir bölüm mü ayırdı? Üstelik artık bizden vazgeçiyor öyle mi?

Venüs – Dedim ya. “Hayal kurmak bir yere kadar.” Elif için de geçerli bu sonuçta. Elif’in aklını ve kalbini bir araya getirmeye ihtiyacı vardı. Bizim aracılığımızla bunu başardı. Artık ne istediğini biliyor. Bırakalım da kız hayatını yaşasın.

Mars – Anladım. Haklısın galiba. Ayy dur o zaman iyice bir öpüp koklayayım seni son cümlelerimiz arasında. Bir daha fırsatım olmayacak madem. Baş başa kaldığımız şu anların doya doya tadını çıkartayım.

Mars sevgi içinde Venüs’ünü öper.

Venüs – Böyle öpme beni Mars. O kadar tatlısın ki, dayanamayacağım ve konuşmayı yarıda bırakıp üstüne atlayacağım ama şimdi.

Mars – Hah nihayet! Elif esas azgın olanın sen olduğunu itiraf etti sonunda. Boşuna seni bu kadar çok istemiyorum herhalde. Sebebi tamamen sensin Venüs. Son metinde de olsa Elif’in bu detayı paylaşmasına sevindim.

Venüs – :)) Tamam biraz seviyor olabilirim.

Mars – Biraz mı?

Venüs – :)) Konuyu kapat yoksa üstüne atlayacağım diyorum. Tamamlayamayacağız konuşmamızı ondan sonra son bölüm böyle yarım yamalak bitecek.

Mars – :))

Venüs – Sen şimdi gerçekten benimle balona binmek istemiyor musun Mars?

Mars – İsterim tabi neden istemeyeyim. Seninle her şeyi yapmak isterim o ayrı ama korkuyorum Venüs. Uçakla buraya kadar zor bela geldim zaten. Ama seni engellemek istemem asla. İstersen sen bin aşkım, ben seni buradan izlerim.

Venüs – Hiç olur mu öyle şey? Balayındayız unuttun mu? Ben buraya seninle olmak için geldim. Seninle birlikte olmadıktan sonra tek başıma gökyüzüne yükselmemin hiç bir anlamı yok ki.

Mars – Çok istediğin bir şey ya. Benim yüzümden mahrum olma diye diyorum.

Venüs – Evet gerçekten bu bölgede bir balonun içinde gökyüzünde süzülmeyi çok isterim ama seni her şeyden daha çok istiyorum Mars. Dört bir yanının taş üstüne taş olduğu Kapadokya’ya bir balon sevdası için geldiğimi düşünmüyorsun herhalde. Geçirdiğimiz tüm o süreçler boyunca anladım ki, benim en çok sana ihtiyacım var Mars. Hiç beklemediğim bir anda; sanki hapşırırcasına bir güç, hem de varlığını daha önce bilmediğim bir güç içimden çıktı ve beni buraya kadar getirdi. Yoksa belki de hala Patara kumsalında kumdan kale yapıyordum ben şu anda.

Mars – Benim de sana ihtiyacım var Venüs.

Venüs – Kalp kalp kalp o zaman… 🙂

Mars – Peki tamam.

Venüs – Ne peki tamam?

Mars – Bineceğim.

Venüs – Sahi mi söylüyorsun? İyi ama fikrini ne değiştirdi?

Mars – Balona binecek olmama sevinirsin sanmıştım ama sen hala sorguluyorsun Venüs.

Venüs – Sorguladığımdan değil sadece birden ne değişti merak ettim o kadar. İstemediğin bir şeye seni zorlamayı da asla istemem sonuçta.

Mars – Sebebi sevgi ve aslında bir nevi vicdan.

Venüs – Vicdan mı? Hiçbir şey anlamadım.

Mars – Eyvaaah… Şimdi vicdan diye bir öykü başlığı daha doğuruyorsun Elif’in içine ama. Neyse Elif’i bu durumdan kurtarmak için kısaca şöyle açıklamaya çalışayım. İnsan sevdiğini ihtiyacı olduğu bir anda asla yalnız bırakmaz Venüs. Her şeyden önce vicdanı izin vermez buna.

Venüs – Öyle mi?

Mars – Evet. Hatta vicdan öyle bir şey ki seninle birlikte olmayacak bile olsa sevdiğinin ihtiyacını elinden geldiğince karşılamak istersin. Çünkü onun mutluluğundan mutlu olursun.

Venüs – Hmm. Mutluluğundan mutlu olmak. Ne kadar da doğru. Senin ne zaman mutlu olduğunu görsem çok seviniyorum.

Mars – Hah şöyle. Madem hikayemizin son parçası bu metin. Vicdanı filan boşverip konuyu mutlulukla bağlayalım. Şu son iki gün içinde kendini en mutlu hissettiğin an hangisiydi söylesene Venüs?

Venüs – Sen benim üstümdeydin ve ben gözlerimi kapatmış bir şekilde tamamen kendimi sana bırakmıştım.

Mars – Diyorum işte azgınsın kızım! En mutlu olduğun ana bak hele. Sevişmemizi anlatıyorsun. Gerçi hiç şikayetçi değilim bundan. 🥰

Venüs – Dur canım. Cümlemi bitirmeme izin vermedin. Ondan bahsetmiyorum bir kere ben.

Mars – Ya neden bahsediyorsun?

Venüs – Benimle sevişirken birden durdun ve çok güzel göründüğümü söyledin. Bu cümleyi duyduğum o an gözlerimi açtım ve sana baktığımda kalbimi delen o dakikalar sanki sonsuzluğa kazındı Mars. Sözlerin bana öyle içten geldi o kadar içime işledi ki, kendimi daha önce hiç bu kadar güzel hissetmemiştim. O anda yaşadığım mutluluğu ömrüm boyunca unutabileceğimi sanmıyorum. Senin tarafından beğenildiğimi hissetmek kadar güzel bir şey yok benim için.

Mars – Bu kadınların güzellik derdi ne olacak bilmem.

Venüs – :)) Çok önemli bir ihtiyaç öyle deme. Miss Piggy bile güzel olduğunu duymak istiyordur eminim ki.

Mars – :))

Venüs – Aaa dur ben konuşmaya daldım sevinmeyi unuttum. Marsla birlikte balona bineceğiz! Yaşasın!!!

Venüs ayağa kalkıp yatağın üzerinde dans ederek zıplamaya başlar. Sonra mutlu bir şekilde kendini yatağa bırakır ve sevdiği adama sarılarak yanaklarından sıcacık öper.

Venüs – Bu kararınla bana harika bir balayı hediyesi verdin. Daha anlamlı bir hediye olamazdı. Gerçekten balona binmeyeceğini düşünmeye başlamıştım ki hediyen benim için sürpriz oldu.

Mars – :)) Hem şu mağaradan da biraz dışarı çıkmış oluruz bari dedim.

Venüs – :)) Taktın mağaraya ama. Ben hiç de mağaradaymışız gibi hissetmedim valla. Belki de Elif böyle bir balayı atmosferi kurgulayarak seninle mağarada bile yaşayacağımı anlatmaya çalışıyordur. Olamaz mı?

Mars – Sen mi mağarada bile yaşarsın Venüs? Güldürme beni lütfen. Bugün hangi kadın kabul eder böyle bir şeyi Allah aşkına?

Venüs – Aaa sen beni tanıyamadın ya hala… Neden yaşayamazmışım? Yaşadığımız yerin neresi olduğunun ne önemi var? Orayı güzelleştirmek bizim elimizde ki. Bak işte mağaradan ne kadar güzel bir oda meydana getirmişler. İçine havuz bile koymuşlar. Evimiz nerede olursa olsun, istedikten sonra sen ve ben birlikte şahane bir yere dönüştürürüz ki orayı. Yeter ki birbirimizin varlığından mutlu olalım.

Mars yatağın içinde Venüs’e usulca sarılarak boynundan öpmeye başlar. Bir yandan konuşmaya devam eder.

Mars – Sonrasında ne olacak hiç bilmiyorum ama şu an senin varlığını hissetmekten öyle mutluyum ki Venüs.

Venüs – Canımsın benim. Havuz demişken acaba diyorum biraz da havuza mı girsek seninle? Ne dersin?

Mars – Waww Venüs. Ben de az önce metnimizdeki ay pardon odamızdaki şu küçücük havuz ne kadar gereksiz diye düşünmüştüm. Çok yanılmışım. Şimdi fark ettim çok büyük ihtiyaçmış. 🙂 Her ne kadar bitecek olmasına üzülsem de; böyle bir final sahnesiyle bitecekse bu diyaloglarımız, kapanışa asla hayır demem bilesin.

Venüs – :)))) İlahi Mars. Tabi ki öyle bitecek. Elif odadaki havuz detayını Arşimet’in meşhur buluşuna bağlayacak değildi herhalde.

Mars – Valla o konuda hakkını yemeyeyim kızın. Elif ile hem fikir olduğum bir konu varsa şayet, o da Elif’in Türkan Şoray kanunları yerine fizik kanunlarına olan tutkusudur Venüs.

Venüs – :))))

Mars ve Venüs kalplerinden yayılan sıcacık bir gülümsemeyle birbirlerine (Mars ve Venüs Hikayeleri’ne) veda ederler.

Didem Elif

Not: Kalp ve akıl arasında bir köprü kurma niyetiyle başlayan Mars ve Venüs Hikayeleri “İhtiyaç” adını verdiğim bu bölümle sona eriyor.

Hep Sevgiyle Kalın…

Koronanın Getirdiği Yorgunluk

Eveeeet, tam iki yılın sonunda ben de korona olanlar kervanına katıldım nihayet. Pek de sevinçli bir haber değil bu tabi ama doğrusu test yaptırmamış olsaydım hayatta ihtimal vermezdim covid virüsü kaptığıma. Bugüne kadar geçirdiğim en hafif gribal deneyimdi diyebilirim çünkü. Birlikte yaşadığım anne ve babamın da aynı gün grip belirtileri göstermesi beni tedirgin etti ve eş zamanlı kızımın sınıfında bir çocukta da korona çıktığını duyunca test olmayı tercih ettim. Sonuç pozitif çıktı. İlk tepkim kendimle dalga geçmek oldu. Bazı şeylerde de pozitif olmayıver bir gün de kızım, dedim kendi kendime. 🙂 Bu esprinin nedenini beni yakından tanıyan insanlar iyi bilirler ama bilmeyenler için son günlerde yaşadığım şöyle bir örneği anlatayım.

Hayat bu ya, biz hastalığı öğrenir öğrenmez apartmanın kaloriferleri çalışmaz oldu. İstanbul’a yerleşip annemlerde kalmaya başladığım günden beri şikayet ediyordum. “Bu ev ne kadar sıcak böyle. Bu ne bilinçsiz bir yakıt kullanımı. İklim krizi var, sizin yönetiminizin bundan haberi yok mu? İnsanlar kışın kazak giyer, normali bu. Biz evde tişörtle oturuyoruz. Yazık valla,” diyerek her gün söyleniyordum. Sen misin merkezi ısıtmaya söylenen. Testlerimizin pozitif çıktığını öğrendikten sonra üç gün boyunca kaloriferler çalışmadı iyi mi? Geceleri pike ile yatan ben çıkarttım hemen yorganı. Allahtan aşırı bir soğuk olmadı ama kazakla bile evin içinde üşüme sınırlarında yaşar hale geldik. Ben ne tepki verdim dersiniz. Daha mı çok söylendim sizce? Hayır! Kurduğum cümleleri aynen yazıyorum. “Belki de bunda vardır bir hayır. Ameliyathaneler neden hep soğuk oluyor? Virüs, bakteri gibi şeyler için sıcak ortam iyi olmadığından olsa gerek. Belki de kaloriferler yansa o sıcakta virüs güçlenecek ve biz daha kötü etkilenecektik. Bakın koronayı çok hafif atlatıyoruz.”

Bunun bilimsel bir gerçekliği var mı hiçbir fikrim yok bu arada. 🙂 Ne o anda ne de sonrasında bunu araştırmadım. Gerçek şu ki kaloriferlerin yanmasına etki edebilecek bir gücüm yoktu. Apartmanımızın merkezi ısıtma sisteminin belli ki daha merkezi bir sistem tarafından çalışması engellenmişti. Benim elimde olan bir sorun değildi. Sonuçta kurduğum mantık beynimi rahatlatmaya yetti mi? Yetti. Ben ona bakarım. 🙂 Pozitifliğin benim için yeri ve anlamı budur. Farklı açıdan bakmak ve rahatlamak. Bu isteyerek yaptığım bir şey değil bu arada benim beynim oldum olası böyle çalışıyor.

Yalnız yazdıklarımdan “Korona olursanız kaloriferi kapatıp soğukta oturun, iyi geliyor,” gibi bir anlam çıkmasın lütfen. 🙂 Sadece bakış açıma dair fikir versin diye anlattım. Belki de çok mantıksız bir saptamadır valla; dediğim gibi, hiçbir fikrim yok. :)))

Koronaya dönersem, pandemi öncesi son yıllarda geçirdiğim hastalıklarımda acilde iğne vurulmaya gitmişliğim oluyordu. Kaş gibi bir yerde küçük ve hareketli bir çocukla tek başıma ilgilendiğim için (ne bakıcı ne de ev işlerinde düzenli bir yardımcım hiç olmadı), ağır bir griple boğuşurken böyle bir çözüme ihtiyaç duyuyordum. Pandemi sonrası ise tuhaftır ki neredeyse hiç hastalanmaz olmuştum. Geçtiğimiz yaz yine hafif nezlemsi bir şey yaşamıştım ama o zaman korona testim negatif çıkmıştı. Muhtemelen ıslak saçla motora bindiğim için sinüslerimi üşütmüştüm. Korona ile ilgili hala net bir şey söylemek zor zaten. İki yıldır sürekli değişim içinde olan bir virüs bu. Geçmiş deneyimlerime bakarak kendimle ilgili eğer virüse yakalanırsam ağır geçireceğime dair bir inancım vardı doğrusu. O yüzden o kadar hafif atlattığıma gerçekten çok şaşırdım. Neyse geçmiş bitmiş olsun inşallah.

Her ne kadar hafif bir grip gibi atlattım dediysem de son on gün hiç kolay geçmedi. Tam Sevgililer Günü’nden bir gece önce başladı boğazım kaşınmaya. Normal şartlarda Sevgililer Günü’nde bir kız arkadaşımla öğlen yemek yemeği planlıyorduk. Özellikle bu buluşma için süslenecektik. Bir sevgilimiz olmasa da biz kendimiz için özenelim dedik. Öyle ki topuklu ayakkabı bile giyecektim. 🙂 Fakat korona ihtimali hep aklımızın bir köşesinde olduğu ve şu sıralar çok arttığı için boğazımdaki kaşınmayı dikkate aldık ve buluşmaktan vazgeçtik. Yatıp dinlenerek evde geçirdim ben de o günü. İyi ki de yatıp dinlenmişim çünkü bir daha dinlenmeye fırsatım olmadı. Ertesi gün kızımın okulu online eğitime geçti ve başladı tempolu günler. Meğer bu online eğitim küçük çocuklar, öğretmenleri ve aileleri için ne zulüm bir işmiş.

Sabahın erken saatlerinde başlayıp tüm gün süren online eğitim beni tahmin edeceğimden çok yordu. Zaten korona ile ilgili en belirgin hissettiğim şey “yorgunluk” oldu diyebilirim. Halsiz değildim hatta tam tersine gayet güçlüydüm ama basit bir yemek bile yapsam sonrasında kendimi aşırı yorgun hissediyordum. Verdiğim eforun karşılığına denk gelmeyecek bir yorgunluktan bahsediyorum. Bana sanki birdenbire on yaş yaşlandırılmışım gibi geldi. O yüzden de bir şey yapacak motivasyonu kendimde bulamadım. Ne daha önceden çekimini yaptığım bir sohbetin montajını tamamlayabildim ne de yeni herhangi bir şey üretebildim. Tam olarak yaşadığım duyguyu somutlaştırmak gerekirse biri ellerimi kollarımı bağlamış gibi hissediyorum bir süredir. Beni bağlamışlar, karnıma da taş koyup suyun dibine atmışlar sanki… Hareket edemediğim gibi, içinde olduğum durumu bir türlü anlatamıyorum da yani… Şu satırları yazmaya çalışarak bağlı olduğum iplerden kurtulmak için zorluyorum kendimi bir nevi.

Kızımın okulu yüz yüze eğitime geçince ve karantinam bitince kendimi iki gün önce doğaya vurup biraz yürüdüm. Devletin sistemine göre artık özgür dolaşma hakkına sahibim ama başkalarına virüs bulaştırma ihtimali hala varsa diye kalabalık ortamlara kısa bir süre daha girmemin doğru olmayacağını düşünüyorum. O yüzden sevdiklerimle yüz yüze buluşmak yerine, kimselerle yakınlaşmadan tek başıma Caddebostan sahilinde yürümek istedim. Çok iyi geldi. Yalnız yine garip bir şekilde yürüyüşüm bittiğinde kendimi çok yorgun hissettim. Koronanın verdiği bu yorgunluğun bir süre daha devam edebileceğini söylüyorlar. Umarım çok uzun sürmez.

Didem Elif

Gel Gör Ki

Geçenlerde konuk olarak katıldığım bir canlı yayında, sorulan sorular üzerine yazmaya da okumak kadar önem vermemiz gerektiğinden bahsettim. Yazar olmasa da insanların yazma eylemi içinde olmasının ona fayda sağlayacağını anlattım. Uzun zamandır böyle düşünüyorum. Youtube’ta da yayınladığım söyleşide anlattıklarıma burada girmeyeceğim, gel gör ki; ben kendim bir süredir gerçek anlamıyla yazamıyorum. Ara ara yazdığım şeyler olmuşsa da, itiraf edeyim ki yazdan beri performansım epeyce düştü. İş olarak aldığım telifli yazıları bile oldukça geç teslim ediyorum. Sitemde ise başlanmış ama tamamlanmamış yazılar var.

Büyülü Gerçeklik, Bu Da Geçer, Anca Beraber Kanca Beraber, Alınganlık mı Kırılganlık mı?, Zorlamamak, Direndiklerim ve Gel Gör Ki isimleriyle açılmış yarım kalan yani sonunu getiremediğim yazılar…

Nedense bir süredir böyle oluyor. Yazmaya bir şekilde başlıyorum ama sonra konuyu bir yere bağlayamıyorum. Oysa en iyi değilse de en kolay yaptığım şeylerden biri bu olabilir; konuları birbirine bağlamak. İnsanlar kurduğum bağlantılara genelde şaşırıyorlar. “Elif konu nasıl buraya geldi?” sıklıkla duyduğum bir cümle oluyor. Benim içinse genellikle hiç zorlamadan kendiliğinden yani doğallıkla gelişiyor.

Bu gece kızım gecenin üçünde uyanınca ve onu uyuttuktan sonra beni yeniden uyku tutmayınca, yazmaya çalışayım dedim ve Gel Gör Ki adlı yarım kalan dosyayı açtım. Bu sefer tamamlamaya çalışacağım. Hadi bismillah deyip şu an üzerinde düzenlemeler yaparak ilerlediğim bu yazıyı bir yere bağlamayı yeniden deniyeyim bakayım.

Büyük bir değişikliğin içindeyim. Sekiz yılın sonunda doğduğum şehirde yeniden kök salmaya geldim. Bak bu cümleyi kurar kurmaz yine tıkandı içim. Kelimeler üst üste çıkıp birbirine düğümlendi. Neden zorluyor beni bu kadar içinde olduğum süreci dile getirmek bilmiyorum.

Aynı duyguları yıllar önce Kaş’a yerleştiğimde yaşamıştım. Hatta daha taşınma eylemi gerçekleşmeden -bana küsmüş gibi- susmaya başlamıştı kelimelerim. İçim kendime sessizleşmişti…

İlk zamanlar buna çok üzülmüştüm. Hayatımı zehir etmek istemediğim için, “belki de benim meselem yazmak değilmiş,” diyerek durumu bir sonra kabullenmiştim. Yıllar sonra yeniden yazmaya başladığımda anlamıştım gerçek nedenini. Dışımda tutmaya çalıştığım ilişkiyi kendi haline bırakıp kendime döndüğümde yani başka birine sarılmak yerine yeniden yazmaya sarıldığımda ki bu kendime sarılmaktı, içimde camdan bir eşya gibi sakladığım ve gerçekte olmasını arzuladığım tek bir ilişki olduğunu fark etmiştim. Böyle bir ilişkinin mümkünlüğüne inanmadığım için de, arayışlarım içinde girdiğim yollarda kaybolmuştum.

Bilinçli olarak olmasa da bilinçaltımda sanki biliyordum yazarsam içinde olduğum dünyanın üstüme yıkılacağını.

Şimdi de aynı şeyden mi korkuyorum diye sormadan edemiyorum. Yine yalan bir dünya mı yarattım kendime? Onun gerçek olmadığını görmekten ve başıma yıkılmasından mı korkuyorum?

Korkularım var evet ama herhalde en az korktuğum şey budur!

Aksine gerçeklerle yüzleşmeyi o kadar çok istiyorum ki…

Eskiden hayatımla ilgili kararlar verdiğimde sadece kendimi düşünüyordum. Şimdi ise kızımın varlığı etkiliyor tüm seçimlerimi. Böyle olmasaydı dört sene önce İstanbul’a dönüş yapmış olurdum. Üstelik o zamanlar iş anlamında İstanbul’da kaldığım yerden devam edebilirim duygusu vardı ama Kaş’ta ne yapacağımı nasıl tutunacağımı bilmez durumdaydım. Buna rağmen kızım için Kaş’ta kalmanın yollarını bulmaya çalışmıştım. Sonrasında geldiğim noktaya ben bile şaşırmıştım gerçi. O yüzden şimdi İstanbul’da kaldığım yerden değil de, Kaş’ta kaldığım yerden İstanbul’da yeniden başlıyorum. Garip bir cümle oldu ama anlayan anlamıştır herhalde.

Ayrılmaya yakın Kaş’ın sokaklarında dolaşırken bile burnum sızlamaya başlamıştı. Yine de Kaş’a özlem duymuyorum. Okullar yarı yıl tatili olduğunda -bu hafta sonu- kızım babasının yanına giderken, ben de Kaş’a gitsem mi diye düşünsem de; henüz böyle bir isteğim olmadığını fark ettiğim için vazgeçtim. Bu yazıyı okuyan hiç kimse ne olur alınmasın. Bunun Kaş ile bir ilgisi yok. Kaş’ı ve Kaş’ta birlikte vakit geçirdiğim herkesi çok seviyorum. Orada geçen zamanlarımı hiçbir şeye değişmem ve her zaman Kaş’ta bulunmak isterim o ayrı. Ancak akacak kan damarda durmaz misali, benim damarlarımdaki kan artık İstanbul’da akmak istiyor. Umarım bunu gerçek anlamıyla başarabilirim.

Henüz taşınmayı bile tam olarak beceremedim çünkü. Belki de sürecin bana en çok sıkıntı veren kısmı bu. Ülkece içinde olduğumuz ekonominin durumu ve şartların belirsizliğinden, İstanbul’da bir ev tutmak mantıklı gelmedi. Başlangıç olarak ailemin yanına taşınınca da, kütüphanem dahil olmak üzere koca bir ev dolusu eşyayı geçici bir süreliğine Kaş’ta bırakmak zorunda kaldım. Bir ara kafayı iyice kırıp yıllar önce İstanbul’dan Kaş’a götürdüğüm her şeyi satsam dedim ama ona da içim el vermedi. Yazlık kıyafetlerimizi bile getiremedim. Buna rağmen masaüstü bilgisayarımın da içinde olduğu bir araba dolusu koli ve bavulla geldik İstanbul’a. Kimseyi yormak istemediğim için de, eski Türk filmlerindeki köyden şehre taşınanlar gibi otobüsle başladı yolculuğumuz.

Doğrusu bu yarım kalmışlık dokunuyor bana. Her ne kadar “Sağlık olsun, çok şükür,” diyerek güne başlasam da, bu duygu kendimi güçsüz hissettiriyor.

İçimdeki oturmamışlığa rağmen güven içinde hissettiğimin altını çizerek konuyu bağlayayım.

Hayatın zamanı nasıl kurguladığını bilmiyoruz. Bir insanın doğma sürecinin 9 ay 10 gün olduğunu bildiğimiz gibi, hayatlarımızdaki değişimin istediğimiz doğrultuda gerçekleşmesi için gereken zamanı bilebilseydik içinde olduğumuz anı daha huzurlu geçirebilecektik belki.

Hamileyken her kontrolde beni rahatlatan tek bir şey vardı. Duru’nun kalp atışını duymak. İçinde olduğum belirsizlik denizinde şimdi de ayakta kalma yöntemim bu. Ne olursa olsun kalbimin sesini dinlemek.

O sesi duyduğum sürece, nasıl bir yaşam sürdüğümün pek önemi olmuyor. Hatta kendimi hiç olmadığım kadar evimde hissediyorum.

Didem Elif

Fotoğraf: Patara Kumsalı

Model: Burcu Güneç