Bereket

Mars ve Venüs Tanrının huzurunda evlenip, tüm okuyucuların katıldığı bir törenle ayın üzerinde güzel bir balayı geçirdikten sonra onlar artık cennettedir.

Mars – Yok duymuyor anacım yok. Bu kız beni gerçekten duymuyor?

Venüs – Anlamadım Mars. Dalmışım pardon. Bana bir şey mi dedin?

Mars – Yok bir şey hayatım. Kendi kendime konuşuyordum. Ancak sen bazen tamamen kopuyorsun dünyadan var ya. Sana bir şey söylesem beni zerre duymuyorsun. Çok enteresansın yani.

Venüs – Ya evet. Aynı anda iki iş yapamıyorum maalesef. Başladığım şu mozaiği tamamlamaya çalışıyordum. Nasıl bir parça koysam onu düşünüyordum. Bir işle uğraşırken başka bir iş yapamıyorum aşkım ben yaa.

Mars – İyi de benim seninle konuşmam bir iş değil ki. İnsan etrafında olup biteni fark etmez mi hiç canım. İş yapıyorsun diye dış sesleri nasıl duymazsın ki?

Venüs – Yok duyuyorum aslında. Mesela senin konuştuğunu fark ettim ama ne dediğini anlamadım.

Mars – O an beni sadece ses yığını olarak mı algılıyorsun yani?

Venüs – Evet aynen sadece bir ses yığını duyuyorum. Anlamı olmayan bir ses yığını.

Mars – Teşekkür ederim yani Venüs. O kadar anlamsız yani benim cümlelerim senin için.

Venüs – Hahaha. Mars çok alemsin. Şimdi ben sana öyle bir şey mi dedim? Hemen ne alınganlık yapıyorsun? Bir şeyle uğraşırken o kadar fazla konsantre oluyorum ki, yanımda bomba patlasa algılayamıyorum. O kadar yani. Bu da benim yapım ne yapabilirim ki? Yaptığım işe çok fazla odaklanıyorum ondan oluyor. Yalnız meseleyi ne kadar çarpıtıyorsun sen de ha? İşimiz iş yani seninle. Sadece sana özel bir şey değil ki, herkesle başıma geliyor.

Mars – He anladım. Herkesle oluyorsa iyi o zaman bari. Ne bileyim benim konuşmalarımı önemsemiyorsun sandım bir an. Haklısın boş yere kuruntu yaptım.

Venüs – Bak mesela, senin konuştuğunu fark ettiğimden beri de yaptığım mozaiğe olan tüm konsantrem bozuldu. Az önce kestiğim cam elime batmış görüyor musun? Hay aksi durduk yere elimi kanattım.

Mars – Ay kanıyor hakikaten. Dur sana mendilimi vereyim. Al bunu sar üstüne hemen.

Venüs – Mars sen yanında mendil mi taşıyorsun? Aynı eski zamanlardaki gibi. Ay çok şeker. Çok tatlısın aşkım sen yaa…

Mars – Nesi hoşuna gitti bunun anlamadım ama iyi ki taşıyormuşum. Gördüğün gibi lazım olabiliyor işte şimdi olduğu gibi.

Venüs – Ne bileyim, herkes kağıt mendil kullanıyor ya şimdi. Kullan at hesabı. Senin gibi mendil taşıyan pek kalmadı hayatım.

Mars – Ben o kağıt mendillerin dokusunu sevmiyorum, ne o öyle hışır hışır.

Venüs – Kumaş mendilin dokusu daha güzel tabi ama işte kullandıktan sonra atamıyorsun, yıkamak gerekiyor.

Mars – Bunu yıkamakta ne var ki? Pratik olacak diye ne kadar da tembelliğe ve özensizliğe alıştırmış insanlar kendini. Neyse aç bakayım durdu mu elinin kanaması?

Venüs – Evet evet durdu. Teşekkür ederim ciddi bir şey değildi zaten. Alt tarafı ufak bir cam kesiği.

Mars – Konsantreni bozup seni böldüğüm için özür dilerim. Ne yapıyorsun sen şu an peki?

Venüs – Mozaik yapıyorum.

Mars – O kadarını anladım Venüs. Bu mozaik bitince ortaya ne çıkacak onu anlamadım. Neredeyse parçaları tamamlamışsın, çok az boş yer kalmış ama ben tam olarak bir şeye benzetemedim yaptığını. Bir araya koyduğun bu mavi parçalar bir şekil oluşturacak sanki.

Venüs – Ah evet. Ben bu şekli çok seviyorum.

Mars – Bir anlamı var mı bu şeklin?

Venüs – Türk kilimlerinde sıkça kullanılan bir motif bu Mars. Bereket anlamına geliyor.

Mars – Demek bereket. Yani bolluğun simgesi.

Venüs – Evet bolluğun simgesi. Bunun gibi bereket anlamında kullanılan birkaç motif daha var. Anadolu kültüründe bereket motifleri sonsuz mutluluğu temsil ediyor. Aynı zamanda evrenin yapısını yani insanın doğum ve ölümünü simgeliyor.

Mars – Vay, anlamını bilince heyecanlandım resmen. Bitmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Sen tamamlayana kadar bölmeden sessizce seni izleyeceğim aşkım söz veriyorum.

Venüs – Canım benim. Beni bölmende hiç sakınca yok. Seninle konuşmayı, özellikle yaptığım işler üzerine konuşmayı, çok seviyorum. Seninle paylaşmak beni her şeyden çok mutlu ediyor inan ki.

Mars – Ben de seni işini yaparken izlemeyi çok seviyorum. Gerçekten. Yaptığın işi o kadar aşkla yapıyorsun ki? Etrafındaki her şeyle tüm bağlantının kesilmesini bu anlamda anlıyorum aslında.

Venüs – Bir tanesin sen. Ama biliyor musun sanırım ben daha fazla mozaik yapmaya devam edemeyeceğim. Şu an her şeyi bırakıp sana sıkı sıkı sarılmak istiyorum.

Mars – Hayır olmaz.

Venüs – Nasıl yani? Olmaz mı? Beni istemiyor musun?

Mars – Tabi ki istiyorum ama artık evliyiz unuttun mu? Sana dilediğim zaman sarılabilirim. Ben bir an önce şu mozaiği tamamlamanı istiyorum. Bitmiş halini çok merak ediyorum.

Venüs – Yok yaa. Demek evli olduğumuz için istediğin zaman bana sarılabileceğini sanıyorsun. Ohhh işte bunda yanıldınız bayım. Beni kızdırdığın an seni cennetten kovdururum Mars, tepemin tasını attırma benim.

Mars – Anam anam gene celallendi hatun. Venüscüm ama sen beni yanlış anladın. Sen anlatınca o kadar heyecanlandım ki, bir an önce yeni evimize senin yaptığın bu mozaiği asmak istiyorum. Ondan yani. Yoksa sana sarılmak istemez miyim canım?

Venüs – Çevir kazı yanmasın. Evlenince hemen değiştin sen bakıyorum.

Mars – Evimizin tüm duvarlarını senin yaptığın mozaiklerle donatalım Venüs.

Venüs – Boş laflara karnım tok benim Mars.

Mars – Bak şimdi. Sen ciddi ciddi bozuldun ama. Vallahi yanlış anladın beni. Hem bak ben ne diyeceğim sana. Senin kilimlere dokunan bu sembolle ilgili anlattıkların bana yıllar evvel duyduğum bir hikayeyi hatırlattı.

Venüs – Hikaye mi? Ne hikayesiymiş bakayım o?

Mars – Bir zamanlar bir çoban varmış. Bu çoban yanında çalıştığı beyin kızına aşık olmuş. Kız da ona aşıkmış. Hem de çok aşıkmış.

Venüs – Demek bir aşk hikayesi bu. Ayyy çok merak ettim şimdi. Eeee sonra ne olmuş?

Mars – Seni de aşk hikayesiyle kandırmak ne kolay be Venüs. Bak öyle herkesin anlattığı hikayelere aldanma tamam mı? Sonra bozuşuruz valla.

Venüs – Yaa ne alakası var. Yaptığım mozaik sana nasıl bir aşk hikayesi hatırlattı onu merak ettim sadece. Bak tam affettim seni gene sinirlendireceksin beni ama…

Mars – Ay tamam tamam sinirlenme… Nerede kalmıştım? Haa… İşte çobanla beyin kızı çok aşıklarmış birbirlerine. Çoban en sonunda bir cesaretle istemiş kızı babasından.

Venüs – Çok iyi yapmış. Aferin ona. Aslan çoban!

Mars – Dur, isteyince hemen sanki kızı verdi mi babası?

Venüs – Vermemiş mi namussuz?

Mars – Niye namussuz oluyor canım? Herkes dengi dengine. Tabi ki vermemiş. Hiç olur mu bey kızı ile çoban? Sana da hikaye anlatılmıyor. Hemen atlıyorsun yani Venüs. Bir türlü bitirmeme izin vermiyorsun.

Venüs – Tamam hadi devam et. Nereye varacak bu hikaye bakalım.

Mars – Babası kızı vermemiş üstelik çobanı da bir güzel dövdürmüş.

Venüs – Yaaa namussuz dedim sana işte. Aşık olmuş diye dövülür mü insan hiç?

Mars – Ama Venüssss…

Venüs – 🙂 Tıp… 🙂

Mars – Hem kızına da sormuş ki sonradan adam. Tabi kız korkudan bir şey söyleyememiş babasına. Tüm duygularını içinde saklamış ama içten içe çobanı sevmeye devam etmiş. Bu sefer kızın babası yakın bir köydeki bir beyle evlendirmiş kızını. Zavallı çoban bu durum karşısında hiçbir şey yapamamış. Aşkını içine gömen kız ise kilim dokumuş habire. Öyle ki resmen dokuduğu motiflere aşkını anlatmış. Kızın evlendiği adam kilimleri görünce hemen anlamış kızın aşkını. Babasına her şeyi anlatarak adamı ikna etmiş ve çobanla kızın bir araya gelmesini sağlamış. Ne güzel bir hikaye değil mi? Ben duyduğumda çok sevmiştim.

Venüs – Ahh evet… Gerçekten çok güzelmiş.

Mars – Fatih Kısaparmak da etkilenmiş olmalı ki bunun türküsünü yapmış. Dur google’dan bulup sana türkünün sözlerini de okuyayım.

Ayıptır günahtır diye kilit vurdular dilime,
Aşkı dokudum kilime anlıyor musun?
Yetinmedim türkü yaptım gayri bu canımdan bıktım.
Hani senin olacaktım dinliyor musun?
 
Kilim kalbin aynasıdır gönül sesidir.
Her nakışı bir duygunun i̇fadesidir.
Kilim sevgiliye çağrı aşka davettir.
Kimi renkler şikayettir kimi hasrettir.
 
Ben şu gönül tezgahında kilim dokudum.
Erenlerin dergahında aşkı okudum.
Töremizde kilim demek i̇lim demek.
Kilim sevdadır özlemdir derttir istektir.

Venüs – Bak şimdi kilim dokuyasım geldi resmen Mars.

Mars – Yok artık Venüs. Ona da bulaşma lütfen. Her şeye el attın bir o kalmıştı.

Venüs – Evimize güzel bir kilim alalım o zaman. İkimizin de beğeneceği güzel bir kilim. Ne dersin? Tıpkı Elif’in annesiyle babasının yaptığı gibi beraber bakar, karar veririz. Olur mu?

Mars – Olmaz mı? Harika olur hem de.

Venüs – Yaşasın!

Mars – Mutluluktan ne komik zıpladın. 😍 Öyle tatlısın ki. Şu an seni içime sokasım geldi. Bu arada ne kadar aptalım ben Venüs ya. Fırsatım varken sana sarılmadım az önce. Gelsene yanıma sana sıkı sıkı sarılayım.

Venüs – Ama mozaiği bir an önce bitir demiştin.

Mars – Gel buraya lütfen. Başlayacağım mozaiğe şimdi… 🙂

Venüs – 😍

Mars – 😍

Didem Elif

Not: Kaş’a ilk yerleştiğim sene sanatçı Olça Tansuk ile tanışmıştım ve kendisinden mozaik yapmayı öğrenmiştim. İlk yaptığım mozaik öyküde de bahsi geçen; kilimlerde sıkça kullanılan, Anadolu motifi bereket sembolüydü. Maddesel şeylere sahip çıkmayı oldum olası beceremediğim için o mozaik nerede şu an bilmiyorum. Allahtan sosyal medya var da, geçmişte Facebook’ta paylaştığım fotoğrafını bir şekilde bulabildim. 

Bu arada konudan bağımsız olarak aşağıdaki videoyu paylaşmak istedim sizinle. Her şeyin de illa bir bağlantısı olması gerekmiyor sonuçta. Videoda geçen Malaguena’yı gitarda çalmak için 25 sene önce aylarca uğraşmıştım. Yine de adam gibi çalamıyordum. O yüzden hiç haz etmem bu melodiden aslında ama videodaki flamenko dansıyla birleşmiş bu versiyona bayıldım. Keyifli seyirler…

Edebiyatla kalın,

Sevgilerimle…

Güle Sor

Ne zaman var olmaya başladığımı bilmiyorum. Kendimin farkına vardığımda bir formum oluşmuştu. Budanmaya hazır dallarım vardı. İnce, yemyeşil, içinde bütün ruhumun barındığı her biri çiçek açmaya kendini adamış dallarım. Ve kuşkusuz dikenlerim. Gül olmak böyle bir şeydi çünkü. Tüm biricikliğime, tüm eşsizliğime, tüm güzelliğime, tüm naifliğime rağmen; bana fütursuzca dokunanın canını yakacak kadar keskin dikenlerim vardı.

Bakmayın şimdi bundan böyle çok doğal bir şeymiş gibi bahsettiğime. Öyle çok kolay olmadı dikenlerimle barışmak. O günü hiç unutamam. Kızıl, yeni uzamaya başlamış uçları kıvrık saçlarıyla Eylül anne babasının desteği olmadan yürümeye daha yeni yeni başlamıştı. Attığı her adımda duyduğu mutluluktan içim ne kadar da coşuyordu. Pembe açmış çiçeklerimden köklerime yayılan hazzı size anlatamam. Yeni açacağım çiçeklerin mis gibi kokması için varımı yoğumu ortaya koyacaktım.

Derken hiç beklemediğim bir şey oldu. Dengesini yitiren Eylül yere kapaklanırken ona en yakın olan dalımı sımsıkı kavradı. İlk an hiçbir şey hissetmedim. Kırılan dalımın boynu büküklüğünü algılamam zaman aldı. Oysa budandığım zamanlarda, o keskin aleti daha bedenime vurmadan canım acımaya başlar benim. Bu işlemin daha güzel var olmam için en gerekli şey olduğunu bilsem de, kendi içimde çok zorlanırım. Her şeyden önce o kadar emek verdiğim parçamdan koparılmaya alışmam zaman alır. Biçimsiz kesilmiş halim içime oturur. Üzülürüm. Fakat o gün yürüme başarısının coşkusuyla kahkahalar atan Eylül, düşer düşmez kötü bir çığlık attı ve hemen arkasından başlayan ağlamasıyla yeri göğü inletti. Bir türlü susturamıyorlardı. Avuçlarından sızan kana bakakalmış dehşet dolu gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Kırılan dalımın ilk defa kanaması beni afallatmıştı. O kıpkırmızı renk çiçeklerimin pembesini gölgede bırakmıştı.

Kucaklayıp eve götürdüler Eylül’ü. Nihayet bir süre sonra sustu. Toprağı ıslatıp ona tatlı bir kızıllık veren kanımın neden tam da böyle bir zamanda dalım kırıldığında döküldüğüne anlam vermeye çalışıyordum. Ve neden Eylül’ü bu kadar üzmüştü bu. Kafam karışık olduğu için de bedenime yayılması gereken acıyı bir türlü hissedemiyordum. Öyle uzunca bir süre kırık bir şekilde dalım sarktı üzerime. Uğramıyorlardı yanıma.

Birkaç gün geçmişti herhalde; Eylül “Cızz,” diyerek geçti yanımdan içimi cızlatan bir ses tonuyla. O an sandım ki artık fark ederler de besleyemediğim kırılan dalımı benden ayrıştırırlar. Fark etmediler bile. “Evet annecim cızz,” diye tekrarladı bedenini Eylül’e doğru bükmüş olan annesi.

Aylarca ne dokundular ne de kokladılar beni. İyice olgunlaşan çiçeklerimi bile toplamadılar. Sadece Eylül’ün babası bahçeyi suladığı zamanlarda uzaktan köklerime doğru tuttu hortumu. Hiçbir şey yapmadığım halde böylesine yok sayılmak kahretti ruhumu. Öylesine değersiz, öylesine güçsüz hissediyordum ki kendimi; içimden bir türlü açmak gelmiyordu. Beni görmezden gelmelerine ne kadar içerlediysem de, bağlı olduğum topraktan aldığım güçle gül olmaktan vazgeçmedim. Dallarım, dikenlerim ve çiçeklerimle her zamanki gibi var ettim kendimi. Aksi nasıl olunur bilmiyordum her şeyden önce.

Aylar geçmişti. Eylül artık yalpalamadan yürüyebiliyordu. Ağzından dökülen kelimeler çoğalmış, anlaşılır bir hal almıştı. Annesinin “Annecim bak bu çiçeğin adı gül. Ne güzel kokuyor, kokla bak,” diyerek çiçek açmış dallarımdan birini Eylül’e doğru eğmesiyle, aylardır donuklaşan içimde bir ürperme oldu. Kontrolsüz şekilde yayılan bir sıcaklığa bedenlendim.

“Kokuyor. Gül… Kokuyor,” dedi Eylül koklamayı beceremeyen ama taklit etmeye çalışan mimikleriyle. Eylül’ün annesi keşke içimdeki bu sıcaklığa son verecek o cümleleri etmeseydi. “Evet anneciğim ama dikenleri çok sivri görüyor musun? Dikkatli dokunmalısın. Batarsa elin çok acır. Cızz.” Eylül yine tekrarladı “Diken… Cızz.”

Hayatımın en zor anıydı. Avaz avaz bağırmak istiyordu ruhum. “Hayır ben asla kimseye zarar vermem, aslaaaa. . .” Ama biz güller insanlar gibi konuşmayız. Rüzgarın esintisine kendimizi bırakıp, acılarımıza rağmen esnemeye çalışırız. Esnemezsek kabullenemeyiz kendimizi. Kırılıp, savrulup, yok olup gideriz.

Dikensiz bir gül olabilmenin çaresini inanın çok aradım. Fakat ne kadar denediysem olmadı. Kendimi masum ve narin sanırken, bir o kadar da keskin ve tehlikeli olduğumu kabullenebilmem uzun zaman aldı. Hatta kimseye batmadığı, kimsenin canını yakmadığı zamanlarda bile; o dikenlerin bana ait olduğunu bilmek canımı acıttı. Biliyordum ya artık başkalarına zarar verebileceğimi. Kendimi bir türlü affedemiyordum.

Zor oldu, inanın çok zor oldu ama sonunda bir gün anladım. Canilerin acıttığı canların o amansız çığlıkları ruhumun acısını bastıracak kadar yeryüzünü kapladığı an anladım. Bir annenin çocuğundan sakındığı o keskin dikenler beni ben yapıyordu. Onlar olmadan ben gül olamazdım ki. Dikenine rağmen bir canın güzel olabileceğine ve güzel bakılırsa bunun bütün canlar için geçerli olabileceğine başka türlü insanları inandıramazdım ki.

Didem Elif

Mucize Ruh Dergi, Sayı 4, Temmuz 2018

Not: Bu öyküyü 2018 yılının Temmuz ayında, çocuk yaşta öldürülen Eylül’ün haberinin arkasından Mucize Ruh Dergi için yazmıştım. Bir anlamda Leyla için, Ayşe için, Fatma için, içimizdeki çocuk için, yani tüm “can”lar için yazdım. Yazmaya başlarken nedenini bilmediğim bir şekilde aklıma Ciwan Haco’nun Gula Sor adlı şarkısı gelmişti. Kürtçe olan şarkının bendeki çağrışımlarıyla öyküye Güle Sor ismini vermiştim ve kendimi Gül’ün yerine koymaya çalışmıştım. Normalde canlı çiçek kopartmayı sevmem ama geçmişte istemeden de olsa zamansız yere Dal’ını kırdığım bir Gül eminim ki vardır. Bunun için gerçekten çok üzgünüm

Dolmakalem

Uzun zaman sonra mektup yazmak da nerden aklıma geldi bilmem. Üstelik oturduğu evin adresini de bilmiyorum. Hala aynı telefon numarasını kullandığından bile emin değilim. Eşyalarımı toparlarken elime geçen dolmakalem ve mürekkep beni kışkırtmış olmalı. Sahi doğum gününde ona aldığım dolmakalemin bende ne işi var. Votka şişesinin dibini gördüğüm o gece bütün eşyalarını verdiğimi sanıyordum. Sanki bunu özellikle saklamışım; yıllar sonra yani tam da şimdi, evlilik arifesinde eşyalarımı toplarken allak bullak olmak için. Beni bugüne kadar dinlemeyi seven biriymiş gibi sayfalarca döktürmüşüm bir de. Bazen kendimi hiç anlamıyorum. Evleniyorum ben, çok az kaldı. Bir dolmakalemin çeyiz sandığından daha fazla şeyi içine sığdırabiliyor olması haksızlık.

Çay demlemekse bugün yaptığım en aptalca şey. Ben çay sevmem ki. Yıllarca sırf o seviyor diye demledim çayı. Ne kadar da nefret ediyordum çaydanlığı temizlemekten. Akşam yatmadan mutfağı ocağına kadar mutlaka temizlerdim ama çaydanlığın içindeki o bayatlamış çay sabaha kadar öylece kalırdı. Sabah erken kalktığım için kahvaltı öncesi onu temizlemek gene bana kalırdı tabi. Günlerce beklemiş çay çaydanlığı nasıl karartıyorsa, içimde biriktirdiğim anılar da içimi öyle karartmış.

İnsan kendi yazdığı mektubu postalamadan önce defalarca okumalı. Ama ben tekrar okursam kendimi caydırırım diye korkuyorum. İnsanın kendisiyle hiç beklemediği bir anda bu şekilde yüzleşmesi korkutucu. Dolmakalemin mürekkebinin istemeden etrafa akması gibi, duygularım resmen odanın her yerine döküldü.

İşte sakin kalmak için öğrendiğim nefes tekniklerini tam da uygulama zamanı. İçimde bana acı çektirmek isteyen tarafım şiddetle bunu reddediyor. Ama lütfen bana bunu yapma hayır! Günlerce hatta aylarca verdiğim mücadeleyi yok sayıp şimdi tekrar sıfırdan başlayamam.

Dolmakalem… Yazdığı tüm kitapları onunla imzalayacağının hayali belirmişti onu vitrin camında ilk gördüğümde. Ne çok yakışacaktı o güzel parmaklarına. Dolmakalemin turkuaz gövdesini kavrarken farkında olmadan içini tarif edilemez bir enerji kaplayacaktı. Yüzüne yayılan gülümseme, karşısına çıkan herkesin içini aydınlatacaktı. Hayranlarının adını kitabının ilk sayfasına karalarken, aklının ucundan bile geçirmeyecekti beni.

Varlığının deli gibi beynimi istila ettiği şu anda aklının ucundan geçiyor muyum ki? Ayrılığın en acıklı yanı bu değil mi? Karşısındakinin ne hissettiğini asla bilemeyecek olmak. Yoksa belki gururuna yenilip koşa koşa sarılacak insan.

Sahi ne zaman karar verdim evlenmeye? Onu unutamadığımı kendime neden hiç hatırlatmadım? Nasıl oldu da Mehmet’i bunca zaman aldatabildim? Nasıl bu kadar insafsız olabildim? Mehmet’e evlenemeyeceğimizi bir an önce anlatmalıyım. Bu saçma sapan mektubu hemen yok edip, dolmakalemin mürekkebi bitmeden bu sefer Mehmet için yazmalıyım.

Didem Elif

Mucize Ruh Dergi, Sayı 3, Haziran 2018

Roman Yazma Sanatı ve Eco

Umberto Eco, kuşkusuz çağımızın en önemli yazarlarından biri. Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan son kitabı Genç Bir Romancının İtirafları’nda, yazar kendi romanları üzerinden kurmaca yapıtları masa üstüne yatırıyor. Beyaz perdeye uyarlanan ve büyük ses getiren ilk romanı Gülün Adı’nın elli yaşına doğru yayınlanmış olması, onu kendi gözünde genç romancı kılmaktadır. Son kitabında kurmaca eserlerine odaklanmış olsa da; konuyu ele alış biçimiyle, İtalyan yazarın gstergebilimci kimliği kitap boyunca satırlar arasında ruhunu hissettiriyor.

Romancılığını amatör bir uğraş olarak grür ve mesleği olarak varsaymaz. Ancak çocukken başlayan roman yazma denemeleri, bunun onun en büyük hayallerinden biri olduğuna dair itiraf niteliğindedir. Ruhunun derinliklerinde uzunca zaman kendisinin de farkında olmadığı bir romancı yaşatmıştır. Hayatının bir noktasında bunu gerçekleştirme dürtüsüyle Gülün Adı’nı yazmaya başlar. Peki bir yazar nasıl yazar? Kitap okuyan ve yazma eyleminde bulunan pek çok kişinin sıkça sorduğu bu soruya cevap vermeye soyunuyor. Başka diğer kurmaca yapıtlarından alıntılar yaparak, kendi yöntemlerini aktarıyor.

Yazma sürecinde ilham onun eserlerinde önemli bir yer tutmaz. Metinlerinin zenginliği araştırmalar ve incelemeler sonucu kazanılmıştır. Bu da bazıları üzerinde uzunca yıllar çalışılmasını gerektirmiştir. İçe kapanıklıkla geçen hazırlık yılları içerisinde; kişileri, mekanları ve hatta olayları önce resimsel boyutta çözümler. Gittiği bazı yerleri, haritalara; karakterleri, portrelerine varıncaya kadar çizer. Bir yandan da belgeler toplar. Tüm dikkatini anlatacağı hikaye ile ilgili fikirler, imgeler, sözcükler bulmakta toplar. Betimlemeye verdiği önem büyüktür. Doğru betimleyebilmek uğruna, gecenin bir vakti yollara düşüp, şehirde sokak sokak dolaşabilir; ki bu yönteme sıkı sık başvurur. Yazmaya başlamadan önce yaptığı çizimler sayesinde, mekanlar arasında hareket eden iki karakterin diyaloğu bile gerçek zaman dilimine tekabül edecek niteliktedir. Bu sayede, büyük başarı getiren Gülün Adı romanı, sinemaya da aynı başarıyla uyarlanmıştır.

Romanda konuya hakim olmak çok önemlidir. Eco’nun romanlarının her biri önce bir imge ile kafasında belirir. Onu heyecanlandıran bu imgeden yola çıkarak; yaratıcı fikirler, içinde doğar ve büyür. Araştıran ve belge biriktiren kişiliği konuya hakim olmasını kolaylaştırır. Yine de bazen aradığı soruya yanıt bulması yıllarını alır. Zaten bulduğu yanıt romanın kendisidir. Yazar anlatı dünyasını oluşturduktan sonra sözcükler arkasından gelir. Hikaye ne kadar kendi başına yol alsa da, yazarın hikayenin ilerlemesinde uyguladığı yöntemler vardır. Bunlardan biri getirilen kısıtlamalardır. Mesela hikaye hangi zaman diliminde gerçekleşecektir? Bu çok önemli ve gerekli bir kısıtlamadır. Kendisi için yazmadığını belirten Eco, kendisi için yazdığını söyleyenleri de samimi bulmaz. Ona göre yazarların kendisi iin yazdığı tek şey, işleri bitince attıkları alışveriş listeleridir. Ve edebiyatın amacı yalnızca insanları eğlendirmek ve avutmak olmamalıdır. Okudukları onları heyecanlandırmalı, harekete geçirmeli, düşünmelerini sağlamalı, gerekirse aynı metni defalarca okumaya yönlendirmelidir. Bu duyarlılık içinde olan her yazar, okuyucunun zekasına ve iyi niyetine saygı göstermektedir.

Kuşkusuz bir yapıt kendi iinde tutarlı olmalıdır. Bu bakımdan bir yazar bütün öğeleri hesaba katmak zorundadır. Eco’nun bakış açısına göre, yazar ne olursa olsun kendi yapıtıyla ilgili yorum yapmamalıdır. Her okuyucunun yorumu farklı olabilir. Bununla ilgili yaşadıklarından örnekler verir. Yazarların kendilerine bile açıklayamadığı yapıtlarıyla ilgili özel hayatlarında mucizevi rastlantılar gerçekleşebilir ama Eco için rastlantı ya da mucize değildir yaşanan. Çünkü yazarların özel hayatları yeri geldiğinde metinlerinden daha karmaşık ve anlaşılmazdır.

Bazen okurlar okudukları hikayeye kendilerini o kadar kaptırırlar ki, yazarın kurmaca dünyasını gerçek gibi algılarlar. Hikayenin karakterlerini çok fazla ciddiye alırlar. An gelir onları kendi ve başkalarının hayatlarından model olarak görürler. Eco bu konuyu, Anna Karenina’ya Ağlamak başlığı altında inceler: “Eğer Anna Karenina’nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak o zaman onun düştüğü duruma neden ağlıyoruz ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor?” Anna Karenina gibi sanal bir karakterin hikayesini paylaşmamızın anlamı ne olabilir? Yazar sorduğu sorulara neredeyse matematiksel bir çözümleme ile yaklaşıyor. Başarılı kurmaca karakterlerin nasıl gerçek insani durumun kusursuz örnekleri olduklarına çok güzel açıklamalar getiriyor.

Umberto Eco, roman yazma ile ilgili itirafları içerisinde en büyük payı Listeler’e ayırmış. Ona göre iyi bir listenin gerçek amacı sonsuzluk fikrini ve vesairenin başdöndürücülüğünü iletmesidir. bu düşüncesini listelere yer veren yapıtlardan alıntılar yaparak kuvvetlendirir. Listelerin oluşması elbette yine araştırmalarla, birikimlerle gerçekleşir. Gerçi internet sayesinde bugün bir yazarın bulabileceği liste sayısı neredeyse sınırsızdır. Listeleri o kadar derinlemesine anlatır ki; söylediği gibi, sonsuzluk fikri ve vesaire, bu anlatımda bile insanın başını döndürür. Yapıtlarında nesnelerin, kişilerin ve mekanların betimlemelerini listeler yoluyla güçlendirmektedir. Kendi romanlarında en azından bir yere mutlaka bir liste koyar. Bunun nedeni de ifade edilemeyeni hissetmenin onu büyülemesidir. Zaten listelerle ilgili detaycılığı, anlatımı ve alıntıları Eco’nun ne kadar büyülendiğini gayet net okura hissettirir. Bir yandan yaptığı alıntılar vesilesiyle etkisi altında kaldığı yazarları paylaştığı da söylenebilir.

İlknur Özdemir çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılan Genç Bir Romancının İtirafları, bizi Eco’nun kurmaca dünyasına götürüyor ve bu farklı dünyaya ait ipuçları veriyor. Bir inceleme niteliğindeki bu kitap roman yazma sürecini daha yakından tanımak isteyenlere iyi fırsat sunuyor.

Didem Elif

Birgün Gazetesi Kitap Eki, 2011

İnsanın Somut ve Soyut Oluşu

Bazı roman karakterleri roman isimleri kadar kalıcıdır aklımızda. Tıpkı Albert Camus’nün Düşüş adlı romanındaki Jean-Baptiste Clamence gibi. Üstelik karakterin kendi kendine verdiği takma bir addır bu. İki yüzlü bir kafaya, bir Janus’a (bir yüzü öne, bir yüzü arkaya bakan iki yüzlü Roma tanrısı) benzettiği hayatını anlattığı bu kısa roman boyunca, onun gerçek adını öğrenemeyiz.

Her ne kadar Düşüş, uzun bir hikaye gibi görünse de, 4-5 ciltlik bir kitapta verilebileceğinden daha çok konuya değinir Camus romanında. Onun hayata bir felsefeci gibi yaklaşım gösterdiğini göze alırsak, bu hiç de şaşırtıcı bir sonuç olmaz. Aileden tutun da köleliğe kadar pek çok şeyi irdeler. Bu okuyucuyu boğmaz, ona fazla gelmez; çünkü felsefeyle ördüğü kurgusunu, karşıya hissettirmeden roman akıcılığıyla işleyen bir ustadır o. Ayrıca tüm hikayeyi monolog olarak kendi ağzından dinlediğimiz Jean-Baptiste’nin kendini ve etrafını sorgulama içerisinde olması, bu durumu daha da doğallaştırır.

Jean-Baptiste 40’lı yaşlarda bir Fransızdır. İçi dolu eski bir avukattır. Kendini cezalı yargıç olarak tanıtır. Bu tanımın ne anlama geldiğini açıklamak için de, kendi düşüş hikayesini Paris’te bir avukat olduğunu sonradan öğreneceği Amsterdam’da Mexico City adlı barda tanıştığı adama anlatmaya başlar. Romanın başlangıç noktasını oluşturan bu mekan 72 milletin denizcisini ağırlar. Her akşamı kendi evi gibi gördüğü bu barda geçirmektedir. Ardıç likörü ile başlayan muhabbetlerinden, karşısındakinin onu ilk dinleyen kişi olmadığı ortaya çıkar. Bir zamanlar oldukça zengin olan Jean-Baptiste, adeta Amsterdamlıymış gibi ağırlama arzusu içindedir. Tutkuyla şehri anlatır. Burayı oldukça sevmektedir, çünkü kendisiyle özdeşleştirdiği bu şehir onun gibi iki yanlıdır. Tam da kendi deyimiyle; Hitlerci kardeşler tarafından üzerinden bir zamanlar sanki elektrik süpürgesi geçirilmiş Yahudi mahallesinde oturur: “Ve ben tarihin en büyük cinayetlerinden birinin işlendiği yerde oturuyorum şimdi.” Fakat ikiyüzlülüğünü anlaması öyle de kolay olmamıştır. O hep hayatın yüzeyindedir, hiçbir zaman gerçeğin içinde değildir. Her şey üzerinden kayıp gider. Seine nehri üzerindeki Arts köprüsünde duyduğu kahkahaya kadar hayatı öğrenmeye hiç ihtiyaç duymamıştır. Üstelik bu kahkahadan iki, üç yıl önce yaşanmıştır gerçekte hayatının dönüm noktası olan olay. Yine köprüden geçmekte olduğu bir gece, arkasında bıraktığı parmaklıklara dayanan kadının intiharına şahit olması ve çığlığı karşısında hiçbir şey yapmamasıdır onun düşüşünü başlatan. Bu yüzden ilk gece bardan birlikte çıktığı beyefendiyle köprü başında ayrılır. Yemini vardır. Geceleri köprüden geçmez. Ya biri kendini suya atarsa? O zaman ne yapacağız?

Ölüm çok fazla işlenen bir temadır Camus’nün kitaplarında. Bir yandan soyut bir biçimde kendi hayatlarını devam ettirme isteğinde olan, diğer yandan somut olarak ölümlü bir varlıktır insan. Çelişkili yaşantısı boyunca hayatını anlamlandırmaya çabalar. Bu “Absürt”ün ta kendisidir ona göre. Her ne kadar o kendini herhangi bir akımın altında görmek istemese de, absürdizmin öncülerinden biri olarak anılır. İntiharı desteklememektedir, ama Düşüş’te intihar anından sonra karakterinin kendini tanımasının başladığını görürüz. Belki Jean-Baptiste’nin de vurguladığı gibi: “Sadece ölüm duygulandırıyor bizi.”

Jean-Baptiste, pek de duyarlı olmadığı avukatlık döneminde, katiller dahil olmak üzere pek çok suçluyu savunur. Böylece yargıçlar cezalarını veriyor, o her türlü ödevden kurtulur. Ayrıca kurbanları kendisi olmadığı sürece, suçlular ve sanıklardan yana olmasının ne zararı vardır? O haklıdan yana olduğuna inanmaktadır. Çoğunun suç işlemesinin nedeni, suçlu olmaya dayanamadıklarındandır. Karısını aldatan adamın, karısını öldürme hikayesi bu düşüncesini destekler niteliktedir bu bağlamda. Ayrıca ona göre; “Pezevenklerle hırsızlar, her zaman, her yerde ceza görecek olsalardı, bütün namuslu kişiler, kendilerini boyuna suçsuz sanırlardı.”

Paris’te oldukça tanınmış tutkulu bir avukat olarak yargıçları hep küçümser. Varlıklarını kabul eder ama bir türlü insanın kendini bu işe vermesinin nedenini aklı almaz.

Bir iyilik timsalidir neredeyse Jean-Baptiste. Terbiyeli ve naziktir. Dul, yetim hakkı yemez. Körleri karşıdan karşıya geçiren bir yardımseverdir. Sadaka vermeyi sever. Dilenci görünce adeta coşar. Otobüste, metroda yer vermek ve bunun gibi yaptığı iyi olan her şey onun gününü aydınlatır. Oysa onun iyilik anlayışı, karşısındaki borçlu olmaya itmek üzerinedir: “Kimseye borçlu kalmaksızın herkesi kendime borçlu kılıyordum. İşimden ötürü, yargıcın üstüne çıkıp onu bana karşı minnet duymaya zorluyordum.”

Çok yetenekli, sporla ve güzel sanatlarla da uğraşan bilgili biridir aynı zamanda. Kısaca başarılı bir hayattır onunkisi. İnsan hayattan daha ne isteyebilir ki?

Yalnızca üstünlüklerini görür. Böylesine dolu bir insan olduğuna inandıkça, kendini biraz insanüstü görmeye başlar. Aslında işin can alıcı kısmı da budur. İyiliğe verilen adayış, seçilmiş olduğunu sanmaya kadar varır. Herkesten üstündür ama kendini daha akıllı bulmaz, çünkü esas aptallığın bu olduğunu bilir.

Ve kadınlar… Kadınları çok seven bir bekardır. Onlarla ilişkisi dolambaçlı oyunlar içindedir. Elde edip kendine bağladıktan sonra onları terk eder. Yine de hiçbiri kalıcı olmayan bu kadınlara mahkemelerden daha az yalan söyler.

Kahkahayı duyduğu geceden sonra öğrenmeye başlar bildiklerini. O an dek şaşılacak bir unutma gücüne sahiptir. Kendine güvensizlik ortaya çıkar, dostlarının ona sürekli güldüğünü düşünür. Tekrar tekrar duyduğu gülüşler kendiyle buluşmasıdır oysa. Böylece varlığındaki ikiliği keşfeder. Etkileyici, girgin, zeki, erdemli, medeni, kırgın, hoşgörülü, yardımsever, öğretici rollerine giren, insanları ve yaptıklarını ciddiye almayan, esasında en çok küçümsediklerine yardım eden biridir o. Rol yapmadığını hissettiği tek alan, ciddi ve hevesli olduğu spor ve tiyatrodur.

Ölümü düşünmeye başlar. Tedirgindir. İnsan bütün yalanlarını itiraf etmeden ölmemelidir. Bir dosta ya da bir kadına. Kadınlara sığınır. Eksiklik, acı içindedir. Sevme ve sevilme ihtiyacı yüzünden aşık olduğunu sanır. Kendi deyimiyle; “Aptallık eder.” O güne kadar rahatsız olduğu soruyu sorarken bulur kendini: “Beni seviyor musun?” Ama karşılığında gelecek “Ya sen?” sorusu için yine ikilem içindedir. Aşk sayesinde arınacağına daha çok günahlar kazanır. Kadınlarla dost olmayı denedikçe de sıkılır. Çünkü artık oyun yoktur, tiyatro yoktur, gerçeği bulmuştur. Ve gerçek insanı sıkıntıdan patlatır. Geriye kahkahayı susturmanın bir tek yolu kalır. Vur patlasın, çal oynasın yaşamak. Orospularla yatar, her gece sabahlara kadar içer. Çünkü bir şişe daha fazla içti diye içki erkeği üstün kılabilir. Ama zamanla karaciğeri bozulur. Vur patlasın, çal oynasın yaşamak, sanıldığı gibi delice bir azgınlık değildir. Upuzun bir uykudur o. Delice eğlenerek duyduğu o kahkahayı zamanla işitmez olur. İşleri azalır ama mesleğini hala devam ettirmektedir. Hastalığını atlattığını sanır. Ta ki bir gün bir kadınla gezintideyken, büyük bir geminin en üst güvertesinden, okyanusun üzerinde kara bir nokta görene kadar. O anda kaçtığı sesin Seine üzerinde çınlayan o çığlık olduğunu anlar. O gün aslında iyileşmediğini, adeta sıkıştığını kavradığı gündür. Halini ortaçağdaki rahatsızlık yuvasında yaşamaya benzetir: “Sıkıntıya boyun eğip iki büklüm yaşamak gerekiyordu. Uyku düşmeyle geçerdi, uyanıklık çömelmeyle.”

Buna alışması çare bulması gereklidir. İlkin avukatlık yazıhanesini kapatır. Paris’ten ayrılıp, geziye çıkar. Adını değiştirir ve Amsterdam’a gelir. Mexico-City yeni yazıhanesidir artık. Hayatını başkalarına dillendirirken sürekli kendini suçlar. Aslında çağdaşlarına sunduğu kendi tasviri, onlara bir ayna oluversin ister. Karşısındakini özeleştiri yapmaya ve kendisini yargılamaya itmek için çabalar.

İkiyüzlülüğü kabullenmiştir. Mutludur. Huzuru bu kabullenmede bulur: “Bir şeyi örtbas etmek isteyen, onu daha çok ortaya çıkarır. Dünyanın düzeni çift anlamlı.” Ona göre, bundan böyle herkes yargıç olduğuna göre herkes suçludur birbiri karşısında. Peki kendisini yargılamaya başladıkça mı kendini tanır insan, tanıdıkça mı kendisini yargılamaya başlar? Belki ikisi birden doğru. Jean-Baptiste’nin dediği gibi: “İnsan böyledir, ikiyüzlü.”

Didem Elif

Birgün Gazetesi Kitap Eki – 2011

İyi Hissetmek Nedir Ki?

“Her insanın yaşamaya ve var olmaya hakkı vardır.”

Emre Karacaoğlu’nun “Müzikte Yabancılaşma ve Noir” adlı ilk kitabını elime aldığımda ne okuyacağıma dair pek bir fikrim yoktu. Her şeyden önce “Noir” kelimesinin anlamını bilmiyordum ve “müzikte yabancılaşma” tanımlaması zihnimde herhangi bir yere oturmuyordu. Müziğin matematiğine sandığımdan daha da yabancıydım besbelli. Hikmet Temel Akarsu’nun “Tuhaf Bir Kitabın Önsözü” adını verdiği, kitaba kılavuzluk etme amacı gütmeyen içten yazısı bu duygumu daha da arttırdı. Akarsu’nun, düşünce alışverişi yapabildiği bu genç yazarla kesişen yollarının hikayesini anlattığı önsözde, onun bazı eserlerini İngilizce’ye kazandıran Karacaoğlu’nun ilk çocuğuna “tuhaf” demesi ne anlama geliyor olabilirdi?

Kim bilir başka bilmediğim kaç müzik kavramıyla karşılaşacağım korkusuyla başladım, Emre Karacaoğlu’nun Yüxexes adlı müzik dergisinde yayınlanan yazılarından oluşan kitabına. Daha ikinci sayfasında okuduğum bir cümle ile bu korkuyu def edip kendime geldiğimi itiraf etmem lazım. Ama bu buluşma öyle kolay bir süreç olmadı. Yolculuğa devam etmek isteyen ayaklarım, mıhlanıp kalmış beynim yüzünden ilerleyemedi, edata karıncalandı. Farkındalığın anlık şaşkınlığından gözlerim doldu. Sürekli ne, neden, niçin, niye diye sorgulayan ruhuma bedenim bir şey anlatmaya çalışıyordu sanki. Öyle ya “Hiçbir şey hissetmiyorum,” diye bağıramazdım artık, Peter Steele’in şarkısında olduğu gibi. Çoktan yoldan çıkmışım da meğer arkadan seslenmemişim kendime. Çoğunu geçmişte defalarca dinlediğim müzisyenlerin şarkı sözlerini satır aralarında okurken (okuduğum her bir cümlede her metnin bir müziği olması gerektiğine olan inancım pekişiyor, daha evvel dinleme fırsatı bulamadığım Karacaoğlu sanki müziğiyle arka planda metne eşlik ediyor), o müzisyenleri, şarkılarını ilk kez anlamaya çalışıyorum.

Elimde olmadan yine soruyorum kendime: “Neden dinlemiştim o zaman peki?”

Bedenim cevap veriyor: “Hissetmiştin.” Sorularıma yanıt verdiği için gülümsüyorum kendime.

Yıllar evvel, Emre Karacaoğlu’nun “yalnızlığını, utangaçlığını, anlaşılamamışlığını, depresyonunu ve uykusuzluğunu müziğe taşırken,” diye çözümlediği Kurt Cobain’in hayat hikayesini Dave Thompson’un kaleminden okumuştum. Yirmili yaşlardaydım. Sadece Kurt Cobain değil, başka birçok Rock dehasının da hayatını merak etmiş, peş peşe her birini incelemiştim. Fakat en çok Kurt Cobain’in hikayesinden etkilenmiş olmama rağmen o zamanlar yeterince anlamamışım ki, tutunamayışını yargılamıştım, kendi hayatına son veren pek çok insanı yargıladığım gibi. Kim bilir bir gün benim de aynı sarmala sürüklenebileceğime hiç ihtimal vermeden. Oysa insanın hayattan beklentisi karşılanmadığında, olduğu kişi olamadığında; yaşamla başa çıkma gücünü kaybeder. Girdiği depresyonla kendi içine döner. Yazarın da Karl Marx’dan alıntıladığı gibi, bu noktada insanın ne yaptığı çok önemlidir; ne ürettiği, hatta üretip, üretemediği. Yani bu içine dönüşle verimli sonuçlar elde edip edemediği. Bir insan neden, varlığına devam ettirmeyi seçebilecekken, kolay yoldan gider? Neden vazgeçer? Üstelik varlıkları pek çok kişiyi bu kadar etkilerken? Albert Camus’un meşhur karakteri Sisifos gibi, her kaybedişde yeniden denemesi gerekmez mi? Üstelik kaybedişlerimizden bir şeyler öğrenmez miyiz?

Müziğin matematiğini anlatan bir kitap beklerken, kafamda yıllar boyunca sürekli dönüp duran konularla yeniden meşgul bulunca kendimi, şaşırdım. Karşımda öznel düşüncelerini paylaşmasına rağmen; müzisyeni yargılamayan, ruhuyla empati kuran bir yazar vardı. Bazı karanlık şarkı sözleri nasıl sırf “hissedebilmek” için “acı”ya odaklanıyorsa, o da var olmanın dört işlemini çözebilmek için “duygu”ya odaklanmıştı. Çünkü o duyguyu yaşayan herkes bilirdi ki, var olduğunu hissedememek gerçek acının ta kendisiydi. Birçok iyi müzik devinin uyuşturucularla dindirmeye çalıştığı bu acıyı yargılamak yerine anlamaya çalışmak gerekirdi. Bu anlamda kitabın ilk kısmı olan “Müzikte Yabancılaşma ve Noir Üzerine Bir Deneme” yazıları bana ışık tuttu. Hikmet Temel Akarsu’nun “tuhaf bir kitap” derken onu alkışladığını düşünüyorum şimdi. Sonuçta Karacaoğlu’nun dört işleminden biri de buydu: “Hiçbir şey göründüğü gibi değildi.”

“Sayın”la başlayan ‘Açık Mektuplar’ kısmı her ne kadar öznel ağırlıklı olsa da, yazarın mektubun alıcıyla arasındaki kendi iç sorgulamalarını paylaşması bakımından kayda değer metinler. Yalnız ‘Mor ve Ötesi’ grubu ve Hikmet Temel Akarsu’ya olan açık mektupların “Sevgili” olarak hitap edilmesindeki detay ilgimi çekti. Ne de olsa detayları severim. Emre Karacaoğlu da hayatın detaylarını iyi yakalayan, onlar arasında başarıyla bağ kuran bir yazar. Ki “öğrenilmiş başarı” algısına satır aralarında kafa tuttuğunu dikkate alırsak, bunun onu çok da bağladığını sanmam.

Son bölüm olan ‘Müselles’ yazıları ise evrendeki bütünlüğün, birliğin küçük birer örnekleri gibi… Dört işlemin “eşittir” kısmı adeta. Üç farklı tema, kişi veya nesne hakkında yazılan bu eserler, yazarın bağ kurma eylemini üst noktaya taşımış. Özellikle “Ramanujan, Sinestezi, Hendrix: Rabb’in Sezgilere Bir Hediyesi” müsellesi çok ilginç. İlk defa bu metinle adını duyduğum Sinestezi gerçekten de insana verilmiş bir hediye. Bu denemeyi okurken bilmediğim ‘şey’lerin beni artık korkutmadığını fark ediyorum. Merak etmenin, yeni şeyler öğrenmenin şükranlığını duyuyorum adeta. Resimle, müzikle, yazıyla donanmış bir ilk kitabı kapatırken, mutlu olduğum zamanlarda kendi kendime mırıldandığım bir James Brown şarkısı söylüyordum:

I Feel Good

Whoa-oa-oa!

I feel good, I knew that I would, now

I feel good, so good, i got you

İyi Hissediyorum, şimdi öyleyim bunu biliyorum

İyi Hissediyorum, şimdi öyleyim bunu biliyorum

Çok iyi, çok iyi, sana sahibim

Kitabın içeriğinden çok kendi duygularımdan bahsetmek istedim, çünkü “Müzikte Yabancılaşma ve Noir” ile olan yolculuğum boyunca hiç yabancılık çekmedim.

Didem Elif

10 Aralık 2011 tarihli Birgün Gazetesi Kitap Eki’nden

Mutlu Son

Venüs ve Mars Tanrının huzurunda çırılçıplaktı. İç içe geçmiş bedenleriyle sanki tek bir varlık gibi aşkla sevişiyorlardı. Venüs Mars’ın nihayet kadınıydı artık. Onlar sonunda evlenmişlerdi ve sadece tek bir şahitleri olmuştu.

Birlikte balayına çıktılar. Bu balayı anına şahit olması için tanıdık tanımadık onları okuyan herkesi davet ettiler. Davetlerini kabul edip burada olduğunuz için şimdiden teşekkürler.

Venüs – Ayyy Mars sana inanmıyorum. Beni ne kadar güzel bir yere getirdin. Şu an resmen ayın üstünde oturuyoruz. Şu manzaranın muhteşemliğine bak.

Mars – Evet gerçekten harika. Evren beni her zaman büyülüyor. Bir zamanlar bu manzarayı her gün görüyorduk. Hatta bunun bir parçasıydık. İnsan içindeyken nasıl da kıymetini anlamıyor. İşkence gibi geliyordu her gün gökyüzünde bir yıldız olmak için ayakta kalmaya çalışmak.

Venüs – Evet doğru. Üstelik seni görüp aşık olmuştum ve çok uzaktaydın. Sana bir türlü ulaşamıyordum. Cehennem gibi gelmişti valla. Şimdi ise burada buluştuk. Ayın üzerinde elele tutuşmuş yan yana oturuyoruz. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Bu bir mucize. Allahım çok mutluyum.

Mars – Canım benim. Seni çok seviyorum Venüs. O kadar içten ve samimisin ki.

Venüs – Sahi mi? Bunu ilk defa söylüyorsun.

Mars – Ayrıca bir şey daha var. Belki burnum büyük diye söylüyorum sanabilirsin ama alakası yok. Çok güzel kokuyorsun biliyor musun? Senin yanında olup seni koklamak… Keşke kendi kokunu duyabilseydin. Ne demek istediğimi o zaman anlardın.

Venüs – Ben ne demek istediğini anlıyorum ki. Çünkü ben de aynısını hissediyorum. Yalnız bir şey dikkatimi çekti. Habire burnunun büyük olduğunu söylüyorsun. Sen söylemeden önce burnunun büyük olduğunu hiç fark etmemiştim.

Mars – Çok söylediğimi bilmiyordum. E büyük ama ne yapayım. Gerçekten hiç fark etmedin mi? Kör müsün sen Venüs?

Venüs – Şimdi baktım da hakikaten büyükmüş burnun Mars. 😉 Dur o zaman ben senin burnunu öpeyim de biraz küçülsün. 😍 Küçüldü bak! 😍 Aaaa Pinokyo gibisin. 😍 Dur bir daha öpücem burnunu. Bak gene küçüldü. Aaa öptükçe küçülüyor senin burnun Mars. 😍😍😍

Mars – 😍😍😍 Şeker şey seni.

Venüs – Keşke bir öykü karakteri olmasaydık Mars. Gerçekten böyle sevgi dolu bir ilişkimiz olsaydı, ne güzel olurdu değil mi?

Mars – Zaten var ki.

Venüs – Nasıl var? Biz sadece Elif yazdığı için varız. Gerçekte yanımda mısın? Değilsin. Demek ki yok.

Mars – Gerçek sence nedir Venüs?

Venüs – Gerçek, gerçek hayatta yaşadığın şeydir.

Mars – Biz neyiz?

Venüs – Biz hayal ürünüyüz.

Mars, Venüs’ün yüzünü tutar ve tutkulu bir şekilde yanağından öper.

Venüs – Marssss. Aman Tanrım! Bu da neydi? Ayaklarım yerden kesildi resmen. Hey ama yalnız değiliz. Herkes bizi okuyor. Başkalarının yanında beni ne biçim öptün öyle?

Mars – Öptüm çünkü beni hissetmeni istedim. Hissettiğin şeydir gerçek olan. Bizi okuyanlara Elif ne kadar bunu hissettirebiliyor bilmiyorum ama eğer bir kitap okuduğunda, ya da bir film izlediğinde o bir hayal ürünü olmasına rağmen hikaye seni içine alırsa gerçek bir duygu yaşarsın. O yüzden film izlerken ya da kitap okurken bazen güleriz, bazen de ağlarız.

Venüs – Ayy evet çok haklısın. Schindler’in Listesi’ni izlerken ne kadar çok ağlamıştım. Bulunduğu ortama rağmen bir adamın tek başına yapmaya çalıştığı şey beni çok etkilemişti.

Mars – O yüzden biz gerçek değiliz diye üzülme. Eğer bizi bir kişi bile hissedebilmişse biz gerçeğiz Venüs. O kişinin gerçek bir duygusuna temas ediyoruz. Bu da bence çok kıymetli.

Venüs – Haklısın. Hikayeyi tam hatırlamasa da duygusunu hiç unutmuyor insan.

Mars – Dolayısıyla hem hayaliz, hem de gerçeğiz hayatım.

Venüs – Bak bu çok ilginç geldi şimdi bana.

Mars – İlla ya hep ya hiç olmak zorunda değil ki. Kainat öyle bir düzen üzerine kurulmuş ki, her şey zıttı ile var. İyi ve kötü gibi.

Venüs – Gece ve Gündüz, Uzak ve Yakın gibi.

Mars – Aynen öyle.

Venüs – O zaman Elif’in hikayelerle anlatmaya çalıştığı gibi aşk hem VAR hem de YOK. Öyle mi?

Mars – Sen nasıl bakıyorsan nasıl yaşıyorsan odur Venüs. Yaşadığın sadece senin gerçekliğindir. Oysa başkası için gerçek hiç de senin yaşadığın gibi olmayabilir. Dolayısıyla gördüklerimiz hem gerçektir hem de değil. Biz ne kadar algılayabiliyorsak o kadarını görebiliriz. İşte bütün bu zıtlıklar BİR’liği oluşturur. Sadece O, BİR ve TEK’tir.

Venüs – Yuh yani konuyu nereye bağladın Mars.

Mars – Konu kendi kendine bağlanıyor. Ben bir şey yapmıyorum ki. Tıpkı sana bağlanmam gibi. Hiç bir nedeni olmadan sana deli gibi vuruldum ben.

Venüs – Ayy bak gene aynı şeyi yaptın. Işık hızıyla konudan konuya geçiyorsun ama bir şekilde bağlıyorsun her şeyi.

Mars – Çünkü her şeyin birbiriyle hep bir BAĞ’ı olduğunu düşünüyorum. Hayatımızdaki insanlar boşuna değil. BİRLİK duygusundan çıkmadan o bağı anlarsak başkalarını suçlamayı bırakabiliriz.

Venüs – Peki bundan sonra ne olacak? Elif bize mutlu son yazdı. Bitiyor yani bu köşe. Bir daha hiç görüşemeyecek miyiz seninle?

Mars – Hiç bilmiyorum Venüs. Elif bu. Sağı solu belli olmaz. 😍 Burada bitti dersin. Bir bakmışsın başka yerde hikayeler yazıp kaldığı yerden devam ediyor. Yazdığı sürece bizden kolay kolay vazgeçmez bence. Yeter ki yazsın…

Venüs – Yine de gerçek olmayı çok isterdim.

Mars – Bütün bunları düşünmeyi bırak artık ve anın tadını çıkar Venüs. Nihayet bir araya geldik ya. Bakarsın bir gün gerçek de oluruz belli mi olur. Hep içinde olmadığımız şeyi istiyoruz farkında mısın? Yıldız olduğumuz zamanları hatırla. Şu muhteşem manzarayı görmüyormuşuz bile.

Venüs – Çok doğru hele ben tam bir körmüşüm gerçekten.

Mars – O yüzden artık susalım ve kainatın bize sunduğunu sonuna kadar doya doya yaşayalım.

Venüs – Tamam aşkım.

Mars – Ama önce bana ellerini ver ve ben sana ne anlatırsam anlatayım bir daha hiç bırakma olur mu?

Venüs – Bir daha bırakmayacağım tüm okuyucuların huzurunda sana söz veriyorum. Kayahan’ın bir şarkısında söylediği gibi seninle her şeye varım ben Mars. Şimdiki gibi aya bile giderim seninle.

Mars – Ayy şimdi Yaşar’ın şarkısındaki gibi Nara atasım var Venüs. 😍 Okuyucular bir gitse de yine baş başa kalsak seninle…

Venüs – Giderler giderler sen hiç merak etme. 💛💛💛

Mars – 💛💛💛

Didem Elif

Not: Benimle Ol köşesinin sonuna geldik. Madem bu köşe Sezen Aksu’nun Benimle Ol şarkısıyla başladı. Gene öyle bitsin. Hadi kalın edebiyatla… 😉

Yol

Oldum olası kahveyi çok severim. Çaya ise hiç düşkünlüğüm yok. Kahvaltıda bile bir bardak çayı bitiremem doğrusu. Kahve ise kokusundan başlar beni sarıp sarmalamaya.

“Seninle bir kahve içelim,” demişti, “ne olur sadece bir kahve.”

Sadece bir kahve içmeyeceğimizi biliyordum elbette… Sonuçta bir kadın sadece bir kahve içmek için evine yeterince tanımadığı bir erkeği çağırmazdı.

Kahveyi hazırladığı sırada mutfağa yanına gittim. Fincana tam süt ekleyecekken “Sakın içine süt koyma, ben asla süt içemem,” deyince hafif panik bir ifadeyle “süt koymayayım mı?” diyerek dönüp mutfak kapısının önünde dikilen bana baktı. Alaylı gözlerle ona gülümsediğimi görünce şaşırmış çocuksu yüzü tutkulu bir kadının yüzüne dönüştü birdenbire.

O gün o kahveyi içtik mi, içmedik mi hiç hatırlamıyorum. Düşünüyorum düşünüyorum bir türlü bulamıyorum. İçtiysek ne ara içtik?

Kahve koymayı bırakıp mutfak kapısının önünde -yoksa koridor muydu- beni öpmeye başladığı andan sonrası silinip gitmiş aklımdan. En çok, öpüşürken ellerini tişörtümün kollarından içeriye sokmaya çalıştığını hatırlıyorum. Sanki içime sızmaya çalışıyormuş gibiydi hali. Sonrasında her şey kusursuz bir şekilde ilerledi. Kendimi akışa bırakmıştım.

Yatağın içinde gevşemiş bir halde yatarken vücudunun sıcaklığı çok fazlaydı.

“Hep böyle ateşli misindir?”
“E ben bir ateş burcuyum,” dedi biraz da böbürlenerek.
“Onu sormuyorum deli. Vücudun yani, hep böyle sıcak mıdır? Şu an sanki ateşin var gibi. Yanıyorsun.”

Sonrasında ne cevap verdiğini yine hatırlamıyorum. İnsan çok özel bir an yaşadığını bildiği zamanlarda bile ne çok şeyi unutuyor. Bazen de ne yaparsan yap, ne kadar unutmak istersen iste bazı anlar aklından bir türlü çıkmıyor.

Şu an hatırlayınca bile tekrar o ana gittim sanki. Ne kadar acayip bir uyum yakalamıştık onunla. Bir ilk sevişme için her şey ne kadar da bambaşkaydı.

Güzel olacağını biliyordum. Kapıyı daha çalmadan bile emindim bu evin içinde güzel bir gün geçireceğimden. Daha sabahtan mutluydu içim. Bütün gece sabaha kadar telefonla konuşmuştuk. İkimiz de hiç uyumamıştık. Her ne kadar hakkında fazla bir şey bilmiyorsam da öylesine biri değildi benim için. Onu tanımayı gerçekten çok istiyordum. Dj olarak çaldığım bara gelen diğer kızlara hiç benzemiyordu.

Yıllarca onu benim için bu kadar özel kılanın ne olduğunu çok düşündüm. Bana dokunma şekli mi? Gözlerimin içine kalbimi delerek bakması mı? Bana sıkıca sarıldığı anlarda kendimden geçecek kadar ona teslim olmam mı? Kulağıma söylediği anda bütün ruhumu ele geçiren sözleri mi? Hayır hiçbiri değil. Hayatta her zaman daha güzel dokunan, daha güzel bakan, daha güzel cümleler kuran birileri mutlaka oluyor. Yaşamadım da değil.

Onu benim için özel kılan onun benim için yaptıkları ya da söyledikleri değildi. Onu benim için dünyadaki herkesten başka biri yapan onun ta kendisiydi. Onun kimseye benzememesi, onun bambaşkalığıydı. Barda tanıştığımız gün; bangır bangır çalan müziğin içinde, konuşmanın neredeyse imkansız olduğu o ortamda bile anlamıştım bunu. Belki de defalarca kez oturduğum o bar sandalyesinde onun içinde bambaşka bir dünya görmüştüm.

Oysa ilk kez görmüyordum onu. Çaldığım ya da sadece takılmak için gittiğim barlarda arada rastlardım ona. Gece hayatından alışık olduğum bir simaydı. Gözüm aşinaydı ama daha önce ilgimi çekmemişti hiç. Dönüp baktığım bir kız değildi. Aslında şimdi düşünüyorum da dönüp bakılacak bir kızdı. Güzeldi de. Hatta pek çok kişi için bayağı güzeldi. Ancak ben, neredeyse her gece, sabahlara kadar birbirinden güzel kızlar görüyordum zaten.

Barda yanıma oturduğunu bile fark etmemiştim o gece o yüzden. “Rabih Abou-Khalil,” dedi kulağıma eğilip. Şaşkın bir ifadeyle ona döndüm. Aynı ismi tekrar etti. Bomboş gözlerle bakıyordum. “Duyunca anlarsın sanmıştım ama anlamadıysan istersen yazayım,” dedi. “Hayır ne dediğini duydum, yazmana gerek yok. İşim bu gecelik bitmiş olabilir ama şu anda çaldıkları CD’yi de ben doldurdum sonuçta,” dedim. Senin doldurduğunu bildiğim için söylüyorum budala, dercesine büyük bir gülümseme yayıldı yüzüne.

Aslında ilk defa bir Rabih Abou-Khalil parçası koymuştum müzik listemin içine. O bunu fark etmişti ve bunu fark ettiğini anlamamı istiyordu. Baştan sona garip bir diyalogdu.

Birbirimizi tanımaya başladığımız karşılıklı oturduğumuz o gece kurduğu cümlelerle çok farklı görünmüştü gözüme. İşte birini senin için özel yapan böyle bir şeydi. Sana tamamen farklı görünmesi. O güne kadar tanıdığın tüm insanlardan başka olması. Karşındaki insanın o güne kadar onda gördüğünden çok daha fazlası olduğunu hissetmek. Tahmin ettiğinden çok daha fazla derinliği olduğunu anlamak…

Onu bunca kez görmeme rağmen o güne kadar gerçek anlamda fark etmemiş olduğum için hayıflandım doğrusu.

O gece, onunla ilk defa konuştuğumuz o gece, inanılmaz beklenmedik bir tutku kaplamıştı bedenimi bir anda. Deli gibi onun derinliğine inmek, bir an önce içine girmek istiyordum.

Hayır cinsel bir şey değildi. Sadece bana bambaşka pencereler açacağını gördüğüm bu kadının dünyasından daha fazla bakmak için can atıyordum.

Ne yalan söyleyeyim kendimi bildim bileli kadınları çok sevdim. Bence onlarda olan cazibe dünyadaki hiçbir varlıkta yok. Ve itiraf etmeliyim ki kendi bedenimle ve ruhumla yaptığım yolculukta en çok kadınlar eşlik etti bana. Bu yüzden de her birini gerçekten başka türlü sevdim.

Kimi güldü, kimi lale, kimi papatya, kimi de sadece suda yetişen bir nilüfer… Zaman zaman canımı acıtsa da hepsi birer çiçekti benim için. Hayatıma giren kadınların her biri gerçekten çok güzeldi. En azından ben hep öyle gördüm. Onlara iyi bakamadığım için zamanla soldurmuş olsam da, sevdiğim kadınları ne zaman ansam, evimin çiçeklerini sever gibi güzelleşirdi içim.

Ne kadar kadın varlığına bir başka düşkün olsam da beni dinlemeye gelen barda tanıştığım kızlarla asla beraber olmazdım. İş prensibi diyelim. Fakat nasıl olduysa Ece ile konuşmaya başladığım o gecenin sonunda öyle bir an gelmişti ki tamamen seksten bahseder olmuştuk. O kalabalık, kimsenin birbirini duymadığı ortamda, hatta çoğu sarhoş olmuş insanların içinde, birbirimize hiç dokunmadan sanki bambaşka bir dünyaya geçmişiz gibi hararetli bir şekilde seks konuşuyorduk. Sarhoş değildim hatta o gece biraz fazla içtiğim bile söylenemezdi. Fakat hayatımın öylesine bir anında karşıma çıkan bu kadın resmen o andan itibaren beni esir almıştı.

Belki beni hep seksle baştan çıkarttığını sandı ama bu doğru değil. Meraktı. Bir çocuğun bilinmez bir dünyada geçen hikayelerin içinde heyecanla sürüklenmesi gibi merak kaplamıştı içimi. Onun açtığı bir kapının ardından gitmekten kendimi alıkoyamıyordum bu yüzden.

Derin bir denize dalmak gibi bir şeydi. Onunlayken her seferinde daha da derine inmek isterdim. Giderek artan karanlık beni ne kadar ürkütse de içinde gördüğüm eşsiz manzaranın büyüsüne kapılırdım. Onun denizinin içine daldıkça fark ettiğim o koskoca uçurum, yeryüzünde gördüğüm hiçbir manzaraya benzemiyordu.

Şimdi kızıma marketten en sevdiği çikolatayı alırken birden yine o sabaha gidiyor aklım. Farklıydı. Benim için herkesten farklıydı. Yatağın içinde çıplak bedeniyle otururken, yediği çikolatasından bana uzatırken, sigara içmenin orospu olmaktan daha kötü bir şey olduğunu bütün doğallığıyla anlatırken, sanki felsefe konuşuyormuşuz gibi hissederken, tam olarak bunu düşünüyordum. O çok farklıydı.

Sigarayı bırakamadığından hayıflandığı çok sonraki bir gün, yüzüne bakarak “Aslında bence sen sigarayı bırakabilirsin,” demiştim tam da o sabah bana anlattıklarını hatırlayarak. Ama bütün bunları anlatmamıştım hayır. Onda anladıklarımı, onda gördüklerimi, onda sevdiklerimi, ona neden bu kadar bağlandığımı hiçbir zaman anlatmamıştım.

Bir gün ayrıldık. Ben ona ne kadar aşık olduğumu anlatamadan bitti ilişkimiz. Fakat yıllar sonra aşık olduğum kadını hayat bir dost olarak yeniden çıkarttı karşıma. Hayır bu kısmı aslında biraz yalan. Hayatın onu karşıma çıkartmasını bekleyemedim doğrusu. Ona gerçekten ihtiyacım vardı. Artık tamamen bir alkol bağımlısı olmuştum ve kendimi tanıyamayacak kadar tüketmiştim. Ondan başka güvenecek kimsem yoktu.

Bir psikiyatrist olarak yardım almak için hastanedeki odasına girdiğimde aslında ona ne anlatacağımı gerçekten hiç bilmiyordum. Tek bildiğim orada onun yanında olmak istediğimdi.

Hani hapşırmak gibi. İçinizde beş dakika öncesine kadar hiç var olduğunu bile bilmediğiniz, güçlü, her şeyden çok güçlü, kontrol edemediğiniz kadar güçlü bir şey, içinizden dışarı çıkmak ister yaa. İşte aynı onun gibi. Onunla olmak… O büyük içinizden çıkan o baskının ardından bir rahatlama yaşarsınız ve derin bir nefesle yaşadığınıza şükredersiniz yaa. İşte öyle bir şeydi. Böyle bir anda boşuna çok yaşa denmiyordu sonuçta…

Alkol bağımlılığımdan nihayet kurtulmuştum. Sonra ona viski ile rakının nasıl birbirine karıştırılarak içilemeyeceğini anlattım. Bazı ilişkilerin bu yüzden yürümediğini. Herkes tek başına mükemmel ve eşsizdi ama olmuyordu. Birlikte karıştıklarında güzel bir şeye dönüşemediklerinden ilerlemiyordu ilişkileri. Kimsenin suçu değildi bu. Oldurmak için zorlamamak lazımdı. Oysa bazı içkiler birbiriyle karıştıklarında bambaşka bir içkiye dönüşebiliyor ve tek başına olduklarından daha lezzetli oluyorlardı. Cintonik gibi… Bütün bunları bir başkasından duymuştum aslında ve çok hoşuma gitmişti. Ona böyle şeyler anlatmayı severdim.

En güzeli de beni dinlediğini bilmekti galiba…

İnsanın geçmişi hatırlamaya çalıştığında sadece ufak anları hatırlaması ne kötü. Koca bir saat içinde ufacık bir an. Mutfağın önünde geçirilmiş ufak bir konuşma. Belki bütün bir ilişki içinde çokça güzel sözler söylenmiş, belki de çoğunlukla kötü. Birlikte bir film seyredilmiş ama tek bir sahne kalmış gibi geriye. Belki bir bakış. Belki bir dokunuş. Belki bir söz.

Keşke olduğu gibi, olduğu haliyle tamamını hatırlayabilsek. Bir film izler gibi o zaman dilimini yeni baştan izleyebilsek. O zaman ne saçma filmmiş diyeceğiz belki onu da bilmiyorum aslında.

İşte geçmişten geriye kalan sadece anlar var. O kısacık anlara sığdırılmış kocaman duygular.

Keşke okuyamadığımız birbirine karışmış gözüken yazıları bir yakın gözlüğüyle okuyabilir hale getirdiğimiz gibi bir gözlük taksak ve görüntüler hafızamıza olduğu gibi gelse. Ama olmuyor… En azından ben yapamıyorum.

O gün o kahve içmeye gittiğim o gün aslında geçmişimde kalan öyle bir andı işte. Gözlerimi kapatmış kendimi ona bırakmıştım. Gökyüzünde uçuyordum sanki ama ruhum da bir gölün içinde uzanmışcasına sakinleşmişti. Oysa hiç sakin hareketler hatırlamıyorum o sabahı düşündüğümde. Sanki oltaya takılmış balık gibi kıpır kıpırdı içim. Üstüme çıktığı bir anda ondan kurtulmaya çalışır gibi – ki asla öyle bir niyetim yoktu- çırpınıyordum altında. O da tıpkı bir balığı avcunun içinde sıkıştırır gibi sıkıştırıyordu bedenimi sanki.

Hani bazı atlar vardır filmlerde görürüz. Öfkeli, hırçın, üstüne kimseyi bindirmeyen atlar. Onunla hiç kimse baş edemez. Sonra biri gelir, yanına yaklaşınca bile huyu değişir atın. Kimseye karşı olmadığı gibidir onunla. O huysuz at gider. Sakinleşir. Kimsenin sahiplenemediği bu atı o biri anında sanki yıllardır sahibiymiş gibi ehlileştirir. İşte benim de içim önce hırçınlaşır; sonra sanki o benim sahibimmiş, sanki ben ona aitmişim gibi sakinleşirdim.

Ben hayatta en çok, başıma kötü bir şey gelmesinden daha çok, o an bağıramamaktan yardım isteyememekten korkarım. Tıpkı onu bir hastane odasında kaybettiğim o çaresiz andaki gibi.

Uzun zamandır yorgundu kalbi. Genetik bir sorunu vardı ve çocukluğundan beri yorulmaması gerekiyordu. Çocuk doğurmak onu iyice hırpalamıştı. Kızımız iki yaşına geldiğinde onun ne kadar tükenmiş olduğunu gözle görebiliyordum artık.

Hiçbir şey yapmıyordum. Sadece bir seyirci gibi yanında duruyordum o kadar. Onun gözümün önünde eriyip gitmesini, gökyüzünden kayan bir yıldıza bakar gibi izliyordum sanki. Hastane yatağında son yemeğini yedirdikten biraz sonra artık nefes almadığına şahit olduğum o dakikada sarsmalıydım onu belki. Deli gibi bağırmalı, ona kendimi duyurmalı, yanımda kalması için tüm gücümü kullanmalıydım. Yapamadım.

Doktorlar beni odadan çıkartıp onu hayata döndürmek için mücadele verdiklerinde kendimi hepten çaresiz hissediyordum. O çok sevdiğim kadın beni bırakıp gidiyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum.

Bir gün şöyle demişti. “Aşk öyle muazzam bir varlık ki, yeryüzüne güneşin doğması gibi bir şey. Direk üstüne vurmasına gerek yok. Aşk herhangi bir yerde doğunca, insanlığın ruhundaki tüm sokaklar kendiliğinden aydınlanıyor.” O yüzden filmleştirilen, kitaplaştırılan ya da şarkılara yazılan aşk hikayelerini çok severdi.

İsterdim. Onunla birlikte daha bir sürü film izleyelim, kitaplar okuyalım; şarkılar dinleyip, dans edelim birlikte. Çok isterdim. Olmadı. Buraya kadarmış. Şimdi bundan böyle kızımla yapacağız bütün bunları…

İçimde onu her düşündüğümde, şimdiki gibi, Oruç Aruoba’nın mısralarını hatırlayacağım.

“Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen”

Hayat, bana hep uzak bir şehre yapılan bir otobüs yolculuğu gibi gelir. Sadece molalarını hatırladığımız bir otobüs yolculuğu…

Tesadüfen hayatın karşıma çıkarttığı Ece, aşık olduğum kadın, tekrar karşılaştığımızda dostum ve sonunda ailem olmuştu. Kızım kucağımda onun son yolculuğuna eşlik ederken sadece bir avuç toprak atabildim üzerine.

Keşke o günü, kahve içmek için gittiğim o ilk sabahımızda onun evinden ayrılırken, benim sokaktaki halimi -ki etrafımdaki dünyayı mı görüyordum acaba- kameraya çekme ve ona izletme şansım olsaydı.

Öylesine mutluydum ki. Ömrüm boyunca aradığım şeyi bulmuşum gibi hissediyordum. Sanki bulutlara kadar uçmuştum. Bembeyaz pamuk kadar yumuşak bulutların üzerinde ayaklarımı karnıma çeke çeke zıplıyordum ve güvenle kendini yatağa bırakan bir çocuk gibi bulutların üzerine atlıyordum.

Bir kahve için gitmiştim evine… Ve ben o kahveyi içtik mi içmedik mi hiç hatırlamıyorum…

Didem Elif

Not: Bilmem fark ettiğiniz mi, insanın kendine bile anlatmadığı ne çok şey var. Bülent Ortaçgil ve Birsen Tezer bir araya gelip bir şarkıda bize bunu ne güzel anlatmış. O zaman beraber dinleyelim mi? :)

Edebiyatla Kalın

Sevgilerimle,

Hayat

Tam yedinci yaşımda dünyaya yukarıdan bakmaya başlıyorum. O yaz bir apartmanın 13. katına taşınıyoruz çünkü.

13 öyle uğursuz bir sayı değil bizim aile için. Annemle babam yine bir ayın 13. gününde evleniyorlar. Ablamın doğum günü de aynı güne denk geliyor. Onun varlığı onlara yıl dönümü hediyesi oluyor.

Uğursuz olur mu hiç, öperek koklayarak severiz biz 13’ü… Nasıl sevmeyelim ki. Üstelik sonradan anlayacağız ki, annemin en sevdiği evi burası olacak.

O yıllarda etrafta bizimki kadar göğe yükselen çok fazla apartman yok. Gökdelenin ne olduğunu bile bildiğimden emin değilim. Her ne kadar çocukluk mahallemi terk ettiğim için evdeki en üzgün kişi ben olsam da, kendimi bir uzay üssüne yerleşmiş gibi hissediyorum.

Babamın doğum günümde verdiği kitaplar beni zaten bir kaç aydır başka alemlere taşımayı başarmış. Gıcırdayan merdivenli iki katlı ahşap evimizin üst katında, ablamla yatmadan önce bir ritüelimiz haline gelen kitap okuma saatlerimizde -abim niye bize katılmazdı bilmiyorum- denizin altındaki hayatları, dünyanın öbür ucundaki varlıkları çoktan merak etmeye başlamışım.

Tıpkı dünyayı etrafımdaki herkesten farklı algıladığım gibi -ama daha bunun farkında değilim, herkes gibiyim sanıyorum- hemen hemen her şeyi olduğundan küçük görüyorum pencereden dışarı baktığımda. Hele 13 yaşına geldiğimde -bak gene 13- algıladıklarıma anlamlar yükleme devrine geçiyorum ki ondan sonra zaten ipin ucunu ne ben ne de başkaları tutamıyoruz.

Geceleri herkes uyuyor ama beni bir türlü uyku tutmuyor. Evde benim uykusuz gezinmeme ev halkı alışık. Öyle kafamda bir derdim filan yok tabi. Bizim zamanlarımızda 13 yaşında ne derdin olacak? En fazla bisiklet ister bir çocuk değil mi? Üstelik abisi bisikletine hiç binmeyip apartmanın deposunda çürüttüğü için ona babası bisiklet almıyorsa.

İstiyorum bisiklet, çok istiyorum. En büyük derdim bu ancak babamı bir türlü ikna edemiyorum. Benim hatam olmayan bir cezayı ödeyerek, sahip olduklarımıza değer vermeyi böylece o yaşlarımda öğreniyorum. Bu duruma abim benden çok dertleniyor. “Üzülme ben sana alacağım istediğin bisikleti.”

Derdim yok işte. Okuduğum kitap sürüklemiş gene beni bir yerlere ve uykum kaçmış. Zaten hayata dair iki şeyi çok saçma buluyorum o zamanlar. Uyumak ve yemek yemek. Ne gerek var ki ikisine de…

Hele ki yemek yemek tamamen fuzuli bir işlev benim için. Hatta komik gelecek belki ama sürekli unuttuğum bir görev. O yüzden annem eve gelmeyecekse o gece, en büyük derdi benim aç kalmam.

“Gene dün gece hiçbir şey yememişsin kızım, dolaptan al ısıt dedim ya ben sana.”
“Aaaaa doğru yemek yiyecektim ben değil mi, tamamen unutmuşum.”

Yemek yemeyi sevmediğim gibi, meyve ve kuruyemişi de sevmiyorum. Babamsa yemeğe, meyveye, kuruyemişe çok düşkün. Evde her zaman bunlar dolu bulunuyor. Bense kayısı ya da badem yemiyorum ama kayısının çekirdeğini kırıp içindeki bademi yemeyi çok seviyorum. Onun lezzeti bana çok özel geliyor.

Ne dondurmaya, ne çikolataya düşkünlüğüm var. Hatta muhallebici torunu olarak yaz, kış dondurma yenen bir evde ben burun kıvırıyorum habire yemeyeceğim diye. Madem bu besinlere ihtiyacımız var keşke tabletlerini yapsalar da kurtulsak şu işkenceden kafasındayım.

Yok yok, dur bir dakika, bir dakika…

Gerçekten çok sevdiğim iki şey var: Biri süt. Biri de süt mısır! Ama Durmuş abinin arabasından olacak…

Süt ve mısır deyip geçmemem, burada biraz daha durmam lazım. Süte o kadar acayip bir bağımlılığım var ki, uykumdan uyanıp evin içinde “Süüüt,” diye bağırmaya başlıyorum. Annem de kıyamam, en tatlı uykusundan kalkıp hemen ballı sıcak sütümü hazırlayıp yatağa getiriyor. İçip tekrar uyumaya devam ediyorum. Kaç yaşıma kadar mı yapıyor bunu? Üniversiteyi kazanıp başka bir şehirde okuyacağım yaşa kadar. Ne yapsın kadın, yeter ki süt içeyim de mideme bir şey girsin diye çırpınıyor.

Veee süt mısır… İple çekiyorum Durmuş abinin geldiği saati ama ola ki kaçırdım, 13. kattan duyuyorum sesini. “Mısır… Süt mısır…” Asansörün gelmesini bile bekleyemeden koşa koşa iniyorum merdivenleri.

“En sütlüsünden istiyorum Durmuş abi.”
“Merak etme Elif senin için ayırdım.”

Ben ikinci hatta bazen üçüncü mısırı yiyene kadar bekliyor bizim mahallede mısır arabası. Bir taraftan konuşuyoruz, bir taraftan hala mahallede olduğu anlaşılsın belki almaya gelen olur diye arada bağırıyor Durmuş abi: “Mısıırrr… Süt mısır…”

Bazı insanlar birbirlerinde iz bırakır. Şu an bile kulağımda sesi. Yıllar sonra mahalleye geldiğinde tesadüfen mısır alan babama Durmuş abi çekinerek beni sormuş:

“Eskiden çok gelirdim ben bu mahalleye. Bir çocuk vardı Elif. Benden sürekli mısır alırdı. Tanıyor musunuz? Acaba hala bu apartmanda mı oturuyor?”

Babam “ben babasıyım,” diyince ikisi de şaşkın şaşkın birbirine bakıyor. “evlendi o, artık burada oturmuyor.”

O günden sonra annemlere gittiğimde bir kaç kez apartmanın bahçesinde karşılaştık tabi. Yaşlanmış. Büyümüşüm. Gülümsemek ve genel karşılaşma seromonisi dışında hiçbir şey konuşamadık. Çocukken ne bulup da ona anlatıyordum bilmiyorum.

Çoğu zaman okuduğum kitabı bitirmeden uyuyamazdım. Sonunun nereye bağlanacağını çok merak ederdim. Kelimeler, cümleler filan değil de çıkarımlar beni etkilerdi. Kurgudaki bağlantılar. Sonra kitap bittiğinde odamdan çıkıp salona giderdim. Çoğu zaman babam televizyonun karşısında uyuyakalmış olurdu. Televizyonu kapatıp mutfağa geçer camdan dışarı bakardım. Tek tük yanan ışık dışında minik pencerelerin hepsi karanlık olurdu. Herkes uyuyordu neticede.

Yine de merak ederdim. Acaba ne yaşanıyor bu evlerin içinde? Başlarını hangi duyguyla yastığa koyuyorlar. Mesela şu tam ana caddede ışıkların önündeki apartmanın 3. katında nasıl bir hayat var acaba? Halbuki bilirdim o apartmanda kimlerin oturduğunu. Yaşıtım Ali ölmemişti daha. Henüz öldürmemişlerdi onu. Bir aşk cinayetine kurban gideceğini çok sonra duyacaktım.

Belalı bir çocuktu. Oldum olası. Kardeşine çok kötü davranırdı. Ali olmasa derdim. O daireye girer, benden yaşça küçük adaşım Elif’e yeni bir hayat yazardım. Tek çocuk olduğu bir hayat. Derken Ali ile Elif’in babasının öldüğünü öğrendik. Görüntüsü dışında tanımazdım babasını. Onlara yine de üç kişilik bir hikaye yazdım babasının öldüğünü öğrendiğim gün. Adı Cam Oda’ydı. Sonuçta varolmayan bu hikayeyi yazarken bir odanın camından, başka bir odanın camına bakıyordum. Tıpkı karakterlerimden birinin camdan bir odada yoğun bakımda yatan babasına baktığı gibi.

Benim kurguladığım gibi olmadığını bilirdim gerçeklerin, yine de göründüğü gibi olmadığını düşünürdüm bildiklerimizin. Yoksa en huzurlu zamanların geceler olması gerekirdi. O sakinlik, o sessizlik gerçek gelmezdi bana. Annemin korkuttuğu gibi yabancılara güvenmemezlik gibi bir şey değildi. Herkesin içinde bir şeyler gizlediği gibi bir duyguydu. Biraz daha uzakta duran, daha küçücük kalmış, içinde kimin oturduğunu bilmediğim bir pencereye bakıp, yastığına sarılıp ağlayan birini duyardım örneğin.

Gerçekten duymazdım elbette, duyumsardım diyelim…

O pencere değilse bile manzaramdaki şu minik pencerelerden mutlaka birinde üzgün birinin olduğuna gerçekten inanırdım. Ama burdan bakınca göremezdik işte. Gördüğüm sakin, sessiz güzel bir karanlıktı. Mutlu, sevgi dolu güzel bir aileye sahiptim. Güzel manzarası olan konforlu, sıcacık bir evin içindeydim. Ancak başka evlerin içinde ne olduğunu anlamaya çalıştığım böyle zamanlarda tam tersini düşünürdüm.

Hüzün kaplardı içimi…

Hayat anlardan ibaretti. Öyle görürdüm. İçinde olduğumuz anlar… Ve hissettiklerimiz…

Ben de anlar yazdım. Basit, belki sıradan ama her kesimden insanlara ait anlar. Başkası için herhangi, biricikliğimiz için kocaman olan anlar.

Kadıköy’deki sahafçı arkadaşımız Lütfü de malzeme olacaktı hikayelerime, evlendiğim apartmanın giriş katında oturan Peri teyze de. Tanımadığım halde eşim bana kendisinden bahsettiğinde etkilendiğim Ragıp Baba’yı unutamazdım. Ve pek tabi, Zühtü diye bir çocukla çıktığı için “Ben sana yandım Zühtü,” diye çıktığı çocukların isimleriyle her seferinde dalga geçtiğimiz, erkeklerde ilk olarak el güzelliğine bakan en yakın arkadaşım Zeynep de bu işten nasibini alacaktı.

Genelde ne hissettiklerini anlamaya çalıştığım insanları yazardım. Söyledikleri bir cümle tetiklerdi beni. Alışıktı etrafımdakiler, “Aaa ne güzel dedin, ben bu cümleyi bir yazımda kullanayım,” dememe.

Aslında tuhaftı. Mesela ressam arkadaşım Başak oturmuş karşımda düşürdüğü bebekle ilgili yaşananları, nasıl üzüldüğünü ama doktoru ona “Doğa zayıf olanı eler,” dediği anda ne kadar ona iyi geldiğini anlatıyordu. Benim beynimde ise bir ışık yanıyordu. “Aaa ne güzel bir şey söyledin. Doğa zayıf olanı eler. Ne kadar da doğru. Ben bunu yazabilir miyim?”

Dinlerdim. Herkesi o kadar iyi dinlerdim ki. Biri konuşuyorsa, orası bir sınıf değilse, mecburi bir anlatıcı yoksa, işle ilgili değilse kendi hikayesinden bir şey anlatanı gerçekten çok iyi dinlerdim. Şaşırırlardı söylediklerini unutmamama. Bazen anlattıkları hiç tanımadığım arkadaşlarını gördüğümde “sen şu musun?” derdim. Anlardım o kişi olduğunu çünkü bana anlatılırken yaşamıştım sanki o kişiyi ben. Görünce tanırdım o yüzden. Aslında isimler kalmazdı aklımda. Öyle saç rengini ve göz rengini tanıdığım insanların bile bilmezdim. Özellikle erkeklerin çok şaşırdığı bir şey vardı ki. Kendi nişan, evlilik yıldönümü gibi tarihlerimle hiç işim olmazdı. Biri sorduğunda dönüp eşime sorardım, “biz kaçında evlenmiştik,” diye.

Bir keresinde babamın göz rengini ve bıyıklı olup olmadığını sormuşlardı. Oturup düşünmüş, net cevap verememiş, akşam eve gidince emin olmak için babamın yüzüne bakmıştım. Bir keresinde de bir arkadaşımla işyerinin dışında öğlen arasında buluşmuştuk. Neden bilmiyorum işyeri için “Taştan mı bina?” diye sordu. Ne demek istediğini o kadar anlamadım ki, salak durumuna da düşmek istemedim ve başımı salladım. Ama aklıma takıldı tabi. İşyerine gidince binaya baktım. Sonuçta eski binaların olduğu bir semtteydik ve taş binalar vardı. Onlardan biri olup olmadığını soruyordu. Son olarak şunu da anlatayım ki ne kadar kör biri olduğum iyice anlaşılsın.

Çalışmaya başlayalı bir kaç ay olmuştu yani işe her gün gidip geliyorum, ki babamın işyeri olduğu için zaten bildiğim bir yer. İşyerinde telefonda birine adres vermem gerekiyordu, açık adresi biliyordum, verdim. Anadolu Ajansı’na yakın olup olmadığını sordu karşıdaki kişi. Ahizeyi elimle kapatıp, neredeyse on kişinin olduğu çalışma odamıza yüksek sesle, “arkadaşlar Anadolu Ajansı nerde? diye bağırdım. Hepsi şok olmuş bir şekilde bana bakıyordu çünkü o andan sonra öğrendim ki Anadolu Ajansı tam karşı apartmanımızdaydı.

Bir de aynı yakada bir buluşmaya yetişmeye çalışırken yanlışlıkla köprüden karşıya geçme hikayem var ki, onu şimdi gülmekten yazamayacağım.

Tuhaf… Biliyorum ama böyleydim işte. Beni gördüklerim ilgilendirmiyordu…

İnsanların ne hissettiklerini ise çok önemsiyordum. Biri konuşuyorsa, bir şey anlatıyorsa bunun onun için anlamı olduğunu düşünürdüm. Ve bazen anlatılanların başka biri için anahtar olabileceğini. Belki de bir ışık…

Öyle büyük şeyler yazmıyordum aslında ama yazma niyetim, isteğim hep bundandı.

Hayat… Bin bir çeşit insanın birbirine dokunduğu, bin bir türlü andan oluşan, başlangıcı ve bitişi olan bir kitaptı… Okuyan gözlerle bakmaya başladığımız zaman anlayacağımız bir kitap.

Bize yaşamak için hep ne yapmamız gerekeni söyleyen biri vardı… Bir öğretmen… Martı kitabındaki Jonathan gibi değilsek, sorgulamadan yerine getirmeye çalışıyorduk bize verilen ödevi. Yaşamak için… Sırf yaşamak için… Kaçıyorduk aslında… Yaşamaktan, yaşamak için kaçıyorduk. En çok da ben…

Duymak istediğim için, görmek istediğim için o kadar anlamsız bir hedefe takılı kalmıştım; öğretilmiş bir şeyi, öğretilmiş bir şekilde yaşamak için, gerçekte yaşadığım duygudan o kadar çok kaçmıştım ki; yeryüzünde sadece benim hissedebileceğim bir şeyi fark edememiştim. Tam bir kör gibi davranmıştım ve hayatımın en özel insanını kaybetmiştim.

Bir bisiklete sahip olmanın değerini çok iyi bilen ben; o eşsiz anların değerini bilememiştim…

Didem Elif

Not: Akdeniz bölgesinde kayısının benzeri Zerdali vardır. Onun çekirdeğinden çıkan badem acı olur. Tüm bunları hatırlayıp bu hikayeyle haşır neşir olurken Zerdaliler şarkısı düştü kulağıma bu hafta. O zaman keyifli dinlemeler… 😊

Edebiyatla Kalın

Sevgilerimle

Facebook
Twitter
Instagram