İyi Ki Doğdum, Yaşasın!

Bazılarınızla belki şu ana kadar sadece bir kez karşılaştık. Bazılarınızla belki bu zamana kadar çok ağladık, çok güldük, daha da devam edeceğiz. Bazılarınızla şu an belki koptuk, eskisi gibi görüşemiyoruz. Bazılarınızla ise henüz tanışmadık bile belki de.

Beni tanıyanlar bilirler; 19 Mayıs, benim doğum günüm!

Çocukluğumuzdan beri okullar ve iş yerleri tatil oluyor ya hani, bütün Türkiye’de Atatürk’ü anarak Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz; işte böyle güzel ve özel bir günde doğdum ben. Bunun da etkisiyle mutlaka, 37 yaşıma bastığım şu günüme kadar her doğum günümde büyük bir coşku kapladı içimi.

Ne yalan söyleyeyim şu koskoca yıl içinde, en sevdiğim gündür bu gün benim. Ama varsın unutulsun atlansın. O arasın bu arasın diye beklemem. Kendime o günü dar etmem. Özellikle gider kendime hediye filan alırım. Mutlu olmak için dış faktörlerin harekete geçmesini beklemem. Kendimi memnun etmek için elimden geleni yaparım. Yine de sağ olsun sevdiklerim beni hiç yalnız bırakmaz. Coşkumu benimle paylaşırlar.

Yaşarken bazı günler sabahları umutsuz da uyansam, dönem dönem kendimi tamamen çaresiz de hissetsem, nadiren anlamsız gelse de yaşadıklarım, var olmayı çok seviyorum. Üstelik sadece gündüzü değil, geceyi de bir başka seviyorum. Çünkü ben genelde gündüzün aydınlattıklarını, gecenin karanlığında anca fark edip anlıyorum. Karanlığın sessizliğinde muhteşem bir ışıkla aydınlanıyor içim. Ertesi gün güneş daha bir başka doğuyor o zaman. İliklerime kadar ısınıyorum. Kendi özümü buluyorum.

İşte böyle bir yaş kutluyorum bu sene. 2013’te yaşım dolu dolu 37. Ünlü şairin yolun yarısı dediği yıl çoktan geçmiş. Oysa benim için yaşam yeni başladı sanki. Var olan yoldan çıkıp, yepyeni bir dönemece girdim, belki de ondan. Güzel bir heyecanla geçiyor şu yeni yaşımdaki ilk günlerim.

Ben ne yaşıyorsam, genellikle yazılarımda bunu paylaşıyorum. Belki bazen herkes kendinden bir şeyler buluyor, belki de bazen hiç kimseye hitap edemiyorum. Çoğu zaman kendimi ifade etmekten öteye geçemiyorum bile belki, kimbilir. Böyle de olsa; yeni yaşımı ve kesinlikle yaşamı, uzaktan ya da yakından, acısıyla tatlısıyla paylaşabildiğim herkese gönülden teşekkür etmek istiyorum. İyi ki varsınız. Hayat sizlerle güzel!

Anne Bitanedir

Hepimiz onunla gözlerimizi açtık dünyaya.

Kimimiz onu doğduğumuz an kaybettik. Kimimiz kokladık onu doya doya ömür boyunca.

Kimimiz çocuktuk, o başka diyarlara uçtuğunda. Kimimizin çocukken en büyük oyun arkadaşı o oldu.

Kimimiz onu tanıdığında kazık kadardık. Kimimiz en çok onu tanıdık.

Kimimiz çok korktuk gölgesinden. Kimimiz korkmamayı ondan öğrendik.

Kimimiz onu çocukmuş gibi azarladık sinirlendiğimizde. Kimimiz onu krallar gibi yaşattık elimizden geldiğince.

Kimimiz, o kötü bir hastalığın pençesinde günden güne erirken, hiçbir şey yapamadık. Kimimizin en kötü hastalığında bir tek o yanımızdaydı.

Kimimiz askere gittik, bir daha geri dönmedik. Kimimiz her izin gününde soluğu onun yanında aldık.

Kimimiz büyüdük, “Yalnız yaşayacağım,” dedik. Kimimiz onun dibinden asla ayrılmak istemedik.

Kimimiz uzak şehirlere evlendik. Kimimizin kocasının evi, onun evinden bir sokak ötedeydi.

Kimimizin çocuğu olmadı, onun gibi olamadık. Kimimiz aynı anda iki tane kucakladık.

Kimimiz başka bir ülkede kariyer peşindeydik. Kimimizin işyerine, o her gün ev yemekleri getirdi.

Kimimiz yaşadığımız her an ona hep kızgındık. Kimimiz zamanla onu anladık.

Kimimiz onu çok üzdük. Kimimiz onun en büyük gurur kaynağı olduk.

Anneler gününde; kimimiz kabristan başındaydık, kimimiz anneciğimizin yanı başında. Kimimiz onu telefonla aradık, kimimiz arayıp sormadık.

Ama hepimiz, koşulsuz hepimiz; onu bir başka sevdik. Çok başka…

 

12 Mayıs 2013 Anneler Günü

Adı Aşk Olsun

Çocukluğumdan beri bir gün Mars’a gidebileceğim hayalini içimde saklı tutar dururum. Dünya bir yere elbette ama Mars’a da ayrı bir sempatim var doğrusu. Uzaya özel bir merakım olduğundan değil. Gezegenlerin isimlerini saymaya kalksam karıştırırım büyük ihtimalle. Beni Mars’ta yaşam olabileceği ihtimali cezbediyor.

Bugün Ursula K. Le Guin’nin Mülksüzler adlı romanı geldi aklıma. Mülksüzler’de biri tamamen kapitalist biri de tamamen anarşist düzende olan iki ayrı dünya vardır. Le Guin; politik sistemleri, ütopik olan bu bilimkurgu eserinde çok güzel işlemiştir.

Ben de bugün 14 Şubat olunca, tamamen aşkla yönetilen bir dünya olsa diye düşündüm. Düzen nasıl olurdu acaba? Sadece aşık olanların yaşadığı, aşık olamayanların asla giremeyeceği bir dünya. Sevgili ya da çift olmaktan değil, aşkın doğasının ruhunuzu ele geçirmesinden bahsediyorum. Onun özünün havaya karışmasından. Suyla, nefesle, salgıyla iliklerinize kadar bulaşıp sizi komple değiştirmesinden. Aşkla durdurulamaz bir şekilde var olmanızdan. O dünya o zaman kim bilir ne güzel olurdu.

Bazı insanlar tarafından kapitalist düzenin uydurmacası diye düşünülen Sevgililer Günü, bence adı Aşk olan bir dünyada daha bir anlamlı olurdu. Orda kuşkuculara, hayatı negatif algılayanlara, başkalarının arkasından konuşanlara, kıskançlara, hasetlere, kuyu kazanlara yaşam hakkı olmayacak çünkü. Her güzel şeyin altında bir bit yeniği arayanlar anında bitlenip ölecekler. Bugün aynı zamanda Dünya Öykü Günü ya, ben de kendi çocuksu ütopyamı düşlüyorum işte. Aşkın olduğu yerde güzel bir öykü yaratıldığına inanıyorum çünkü.

Bir yandan da, kadına yapılan şiddete karşı bir eylem olarak; dünyanın her yerinde pembe giyinmiş kadınlar, sokakta aşkla dans etti bugün. ŞİDDETE KARŞI DANS etmek ne güzel bir eylem düşüncesidir. Negatif bir enerji, pozitif bir enerjiyle ancak bu kadar güzel giderilmeye çalışılabilir. Enerjisiyle katkıda bulunan herkese teşekkürler. Dünya sanki biraz daha pembe dönmeye başladı onlarla. Yoksa bana mı öyle geliyor?

Ben Bir Yazarım

Kendimi tanıtmam gereken ortamlarda özellikle yaşımı söylerken çok rahatımdır. Hatta genelde olduğumdan küçük göründüğümden, fırsat olsa da yaşımı söylesem diye can atarım. Ancak meslek söz konusu olunca durum biraz farklı. Geçtiğimiz Cumartesi gününe kadar, yazar olduğumu söylerken içim sıkılırdı ve rahatsız olurdum.

Daha önce Son Kulis Haber’de yayınlanan “Ben Kimim, Biz Kimiz?” başlıklı yazımda Tamer Dövücü’den ve onun geliştirdiği “Optimum Denge Modeli”nden bahsetmiştim. Gittiğim ODM I eğitiminde Tamer bey bu modelin teorisini anlatmıştı ve isteyen bazı katılımcılara uygulamalar yaparak farkındalık yaşamalarını sağlamıştı.

Uygulamanın daha ağırlıklı yapıldığı dört ay sürecek olan ODM II ise geçen ay başladı. O sıralar eğitime gitmekten vazgeçecek kadar ağır bir grip geçiriyordum. Nefes almakta zorluk çekiyor ve sürekli öksürüyordum. Ancak öğrenmeye başladığım bu dili geliştirmeyi çok istediğimden; bahanelerime sığınmadım, iyileşmeye direnip vazgeçmek isteyen bedenime ben daha büyük bir direnç gösterdim. Böylece iki günün sonunda hayat boyu işime yarayacak bir besin depoladım. Belki de bu yüzden eğitim sonrasında öksürüğüm azalmış, yüzüme biraz renk gelmişti.

Geçtiğimiz Cumartesi günü bir ara emek ve motivasyon konusunu işliyorduk. Erteleme eyleminin üstesinden gelme kısmını can kulağıyla dinliyordum. Sorduğum bir soru üzerine Tamer Dövücü ile birlikte bunun uygulamasını yaptık.

“Ben Kimim, Biz Kimiz?” adlı yazımda da belirtmiştim; ODM’nin en etkilendiğim kısmı soruna kimlik yönünden yaklaşmasıydı. Tamer Dövücü ertelemekle ilgili mevcut sıkıntımın da kimlik boyutunda olduğunu fark etmemi sağladı.

Sahip olduğum bütün kimliklerin yazarlık kimliğime katkısı olduğuna inanmışımdır her zaman. Ancak Tamer bey bütün kimliklerim içinde en güçlü olan üç tanesini sorduğunda yazarlık kimliğimi saymadım bile. Çocuk, kadın ve öğrenci kimliklerim ise başı çekiyordu. Son zamanlarda öğrenci kimliğimin ne kadar öne çıktığı yazılarımdan da gayet net anlaşıyor zaten.

Bence bir yazar için kadın ya da erkek kimliği çok önemlidir. Kadın yazarlarımızdan Elif Şafak’ın “Siyah Süt” adlı otobiyografik romanını bu anlamda çok severim. Şafak, Siyah Süt’te kadın kimliğiyle yaşadığı açmazları yaratıcı ve samimi bir dille anlatır. Ben de insan olmayı bir kadın vücudunda ve ruhunda deneyimlediğime göre; bu kimliğimin önde olmasında bir sakınca görmüyorum. Ayrıca üç güçlü kimliğim içinde en yetişkin olan o olduğu için ona sahip çıkmakta yarar var.

Ancak yazar kimliğim neden bu kadar gerideydi? Bunu iyi anlamam lazımdı. Kendime bir yazar olarak güvenmiyor muydum? En büyük tutkum yazmak değil miydi benim? Bunca zaman kendimi kandırmış olabilir miydim?

Zihnim bu sorularla meşgulken, Tamer bey kendime sormam gereken esas soruyu sordu. Çok şaşırtıcı bir cevap geldi. “Yazar olmaktan utanıyordum.” Utanç verici bir meslek olduğu için değil elbette. Öğrenilmiş bir duyguydu bu. Duygu ve düşüncelerimi ifade etmekten utanmayı ilk kez beş yaşında öğrendiğimi fark edince, kendi kendime gülmeye başladım. Ben gülünce beş yaşındaki Elif benden yine utandı sanırım ve o zamanlar yaşadığım olayın ne olduğunu o an bana anlatmadı.

Farkındalık; belki daha önce bulunduğunuz ya da ilk defa girdiğiniz bir odaya açılan kapı gibidir. Tamer beyle yaptığımız uygulama sayesinde, utanç hikayesinin yaşandığı odanın içine giren kapı açılmıştı. Ancak hikayenin tamamını odanın içine girip kapıyı kapatınca anladım. Beş yaşındaki Elif dört numaralı kocaman gözlükleriyle kapının arkasında duruyordu. Ona büyüyünce ne olacağı sorulduğunda, göz doktoru olacağını söylüyordu. Cevap ailesinin çok hoşuna gitmişti. Gülüyorlardı. Üstelik odaya her girene bu hikayeyi anlatıyorlardı. Acıklı olmamasına rağmen izlediğim sahne ile gözlerim doldu. Yüzünü yere indirmiş olan beş yaşıma odaya girmeme izin verdiği için minnetle gülümsedim bu sefer.

Tamer beyin tuttuğu ayna sayesinde, boyu kazık kadar olmuş arkama saklanan yazar kimliğimle yüzleşmiş oldum böylece. Beş yaşındaki halim nasıl benim yüzüme bakamıyorsa, ben de onun yüzüne bakamadım önce. Yıllardır ben onu ne kadar görmezden geldiysem de, o oradaydı ve benim hazır olmamı bekliyordu. Tamer bey aynayı bir an için indirdiğinde o yine arkama saklanmaya çalıştı. Ama artık onu görmezden gelmek istemiyordum.

O gün öğrenci kimliğim yazar kimliğimi kabullenmeyi öğrendi. Bugün ise kadın kimliğim kendini ifade etmekten utanmamayı…

Şimdi; kadın olan yazar kimliğim, çocuk ve öğrenci kimliklerimle elele verdi, hepbirlikte yürümeye devam ediyoruz.

Mutluluk Kulübü

Yeni yıla girdiğimiz şu günlerde, daha iyi bir yıl geçirmek adına; hepimiz umut dolu niyetler ediyoruz, bereket dolu cümleler kuruyoruz. En çok da 2013 yılının kendimiz ve sevdiklerimiz için mutlu geçmesini diliyoruz.

Geçmiş yıllarla kıyasladığımda 2012 yılı kendimi mutlu hissettiğim senelerden biri oldu. Oysaki daha önceki senelere nazaran geçtiğimiz sene olumsuz pek çok olayla baş etmek durumunda kaldım. Onun öncesindeyse kesinlikle konforlu ama mutsuz bir hayatım vardı. Hatta hayattan tek bir şey istiyordum: Mutlu Olmak!

Kim mutlu olmak istemez ki?

Konfor alanımdan çıkmamamın, beni mutsuzluk çemberinin içinde tuttuğunu anlamam uzun zamanımı aldı. Bu yüzden eylemsizlik en kötü eylemden iyiymiş gibi yaşıyordum. Zaten başaramamak korkusu elimden gelenin en iyisini yapmama engel oluyordu. Çabalamadığımı bilmenin verdiği huzursuzluk nefes almamı bile zorlaştırıyordu. Kendimi çoğu zaman yürüyen bir cenaze gibi hissediyordum. Kimsenin beni anlamadığını düşündüğümden; bana güzel cümleler söyleyen, ne yapmam gerektiğini öneren insanlara öfke duyuyordum.

Yazdıklarıma bile yansıyordu duygu durumum. Adı ‘Aşk Bir Kadın Hastalığıdır’ olan, içi ruhu bunalmış insan hikayeleriyle dolu bir öykü kitabım vardı. Anlattığım hikayelerin sarmalında gün geçtikçe kayboluyordum.

Peki zincirleri nasıl oldu da kırdım ve duygu durumum değişti? Tekrar tekrar yaşadığım kısır döngü haline gelmiş acı veren anlara farklı bakmayı nasıl başardım? Mutsuz bir hayat mutlu bir hayata nasıl dönüştürülebilir? Bir püf noktası var mı? Mutluluğun sırrı nedir? Yeni bir aşkla mı yoksa iyi kazançlı yeni bir işle mi gelir? Yepyeni güzel mi güzel bir evde hayata yeni bir başlangıç yapılabilir mi? Ya da maceralarla dolu güzel bir tatil yapmak yeterli olabilir mi?

Yeni yıl gibi, yeni olan her şey gibi, ilk birkaç gün her yenilik iyi gelir. Keşke bunların etkisi uzun sürebilse. Oysa genelde yeni ilişkide eski alışkanlıklar devam ettirildiğinden, yeni iş yerindeki çalışma şartları zamanla eski iş yerindeki gibi olmaya başladığından, yeni eve eski hatıralarla taşınıldığından, yeni şehre yaşamdan bunalmış kafalarla gidildiğinden, gerçekte insanın iç dünyasında hiçbir yenilik olmadığından; yeni olan her “şey”in etkisi kısa sürer.

Bütün bunların farkında olarak başlamıştım 2012 yılına. Kendimde kalıcı değişimler olmasını sağlamış, mutlu olmayı nihayet başarmıştım. Dönüşümde olduğum bu dönemde yılın ortalarında öyle biriyle tanıştım ki, üzerimde uzun süre etki edecek izler bıraktı ve bırakmaya devam ediyor. Onu ilk gördüğümde güler yüzlü ve sıcakkanlı oluşu hoşuma gitmişti. “Ne tatlı bir kadın,” diye düşündüm. Çok anlamlı bir günün gecesinde onu rüyamda gördüm. Pek anlamlandıramadım o zaman. Ne de olsa rüyalar her zaman çok anlamlı olmaz. “Hayırlara gitsin,” der, üzerinde fazla durmayız. Bu rüyadan sonra daha sık bir araya gelmeye başladık. Güzel enerjisini kurduğu mekana da yansıttığından onun sunduğu etkinliklere katılmayı seviyordum. Değişimde olduğum bu dönemde tam da olmam gereken yerdeydim sanki. Onun üzerimde sağladığı dolaylı etki zamanla doğrudan katkıya dönüştü.

Müge Çevik’ten bahsediyorum, Şapka Danışmanlık’ın kurucusu ve Mutluluk Kulübü’nün mimarından… Mutluluk Kulübü, Müge Çevik’in insanları mutlu olma eşiğinden geçirebilmek adına kurduğu bir okul adeta. Bu okul ile geçen ay Şapka çatısı altında tanıştım. Yani mutlu olduğumu hissettiğim bir dönemde girdim bu kulübe. Ancak 2012’de kendim için yaptığım “en iyi şey” olduğunu söyleyebilirim. Bu anlamda kendi adıma bulunduğum yeri daha da sağlamlaştırmak, eksiklerimi tamamlamak, hatalarımı düzeltmek adına en doğru zamanda en doğru yer oldu burası benim için.

Mutluluk Kulübü, kocaman yüreği olan bir insanın sevgisini ve tutkusunu ortaya koyduğu bir okul. Kulübün üyesi olduktan sonra her saniye hissediyorsunuz bunu. İşin güzel tarafı, bitmesini istemediğiniz bu okul bir gün bitiyor her biten güzel şey gibi; ama kulüp üyeliğiniz hiç bir zaman bitmiyor…

Mutluluk Kulübü üyesi olduğum için çok mutluyum!

Ne İstediğini Bilmek

Benden beş yaş büyük bir abim var. Çocukluğum boyunca bana sürekli şu soruyu sordu: “Ne olmak istiyorsun?” Öyle büyüklerle çocuklar arasında geçen, eve gelen misafirlere hoşluk olsun diye anlatılan bir replik değildi bizimkisi. Abim benim gerçekten ne olmak istediğimi bilip bilmediğimi anlamaya çalışırdı. Bilmiyorsam da bulmam gerektiğini söyler gibiydi sanki. Soruşundaki ses tonunun netliğinden bunu hissediyordum. Cevap vermemi beklerken gözlerini gözlerimin içine dikmesinden konunun önemini anlıyordum.

Çocuk yaşta uykularım kaçtı böylece. Cevabını bir türlü bulamadığım bir soru ekilmişti kafamın içine. İstediklerini başardığını sandığım insanları gözlemledim. Bazılarına sordum, “Nasıl anladın ne istediğini?” diye. Verdikleri yanıtları şu anda hatırlamıyorum bile. İçimdeki boşluk giderek büyüyordu. Anlamsız korkular yüklüyordum bedenime gün geçtikçe. Yanlış olduğunu bildiğim sırlar biriktiriyordum gereksizce. Bu soru olmadığında hayat ne rahattı oysa. Bir sürü yol vardı ve ben hepsine girip, hayatımı gönlümce yaşayabilirdim. Ama nerde olursam olayım, bir ses beni dürtüklüyordu. “Bunu gerçekten istiyor musun?”

Lise sona geçtiğim seneydi. Hala ne olmak istediğimi bilmiyordum ama üniversitede okumak istiyordum. Kursa gitmek için babamla konuştuğumda, kursa gitmemin boşuna olacağını çünkü beni okutmayacağını söyledi. “Senin zaten işin hazır, okul bitince benimle çalışacaksın,” dedi. Yıkılmıştım. Babam gibi okumayı seven birinden bu sözleri duyduğum için hayal kırıklığına uğramıştım. Bütün gün ağladım. Akşam babam yanıma gelip, “senin ne kadar okumak istediğini görmek istedim, gerçekten isteseydin oturup ağlayacağına bana karşı çıkardın, ben senden bana karşı çıkmanı beklerdim,” dedi. Ne mutlu bana ki çok şanslı bir çocuktum. Bir taraftan ne istediğimi bilmem için, diğer taraftan da isteklerim karşısında güçlü durmam için beni zorlayan bir ailem vardı.

Tam da ne olmak istediğimi sormayı unuttuğum, istediğim bir şeyi gerçekleştirmek için bütün dünyaya kafa tutarcasına tüm gücümü sarf ettiğim bir anda aradığım cevabı buldum. Gerçek bütün çıplaklığıyla içimde duruyordu. En başından beri o oradaydı ve ben bunu biliyordum ama kendime bile itiraf edememiştim.

Esas hikaye bundan sonra başladı. Tamam içimdeki boşluk kalkmıştı. Ne istediğimi biliyordum ve bu çok güzeldi. Peki ya sonra?

Seçtiğim yol zordu. Ben de çalışkan bir öğrenci sayılmazdım hani. Aklım sürekli başka yerdeydi. Kendimi gerçekleştirmemek için elimden geleni yapıyordum sanki. Üstelik bunu gerçekleştirmeme engel olduğunu düşündüğüm bir sürü bahanem vardı.

Kısa bir süre önce, kişisel gelişim üzerine pek çok olanak sunan, Müge Çevik’in kurduğu Şapka Koçluk-Eğitim-Danışmanlık’ta Yeliz Rüzgar adlı bir hatun tanıdım. Genellikle argo olarak kullanılsa da, hatun kelimesinin benim aklımda çağrıştırdığı ilk isim Nene Hatun’dur. Bu yüzden Yeliz kendisine ne der bilemem ama ben ona hatun demeyi seçtim.

Yeliz’i ilk gördüğümde şöyle düşünmüştüm: “İşte kendini tam anlamıyla gerçekleştiren bir hatun kişi.” Bugün ben de kendimi gerçekleştirmek için, gitmek istediğim yola yöneldim yeniden. Doğru yolda yürümem için sürekli kafamı karıştıran ve beni zorlayan hayata teşekkür ederim.

Son Kulis Haber / 14 Ekim 2012

Bir Gülümse Yeter

Gün geçmiyor ki geçmiş zamanlardan konuşulmasın. Bulunduğum ortamlarda cümleler sık sık “eskiden böyle miydi?” diye başlıyor, “nerde o eski günler!” diye bitiyor.

Bugün dünya farklı bir düzende dönüyor elbette. Yaşam şekli hızla değişirken, evrensel değerleri korumak giderek zorlaşıyor. Bireysel olarak bu değişime ayak uyduramamaktan, içsel olarak kabullenememekten belki bu geçmiş hasreti.

Bir de şu anki yaşamını sevmeyip, çocukluk yaşlarına geri dönmek isteyenler var. O duyguda en çok özlenen şey masumiyet sanırım. Ya da belki mevcut yaşın verdiği bütün yükümlülüklerden uzak durabilme arzusu. Genellikle çocuk yaşlarda sorumluluk olmaz çünkü. Tasasız, dertsiz geçirilen günlerdir onlar. Hele ki travmatik hikayeler büyütmemişse sizi; anne kucağına, baba şevkatine doymuşsanız; ara sokaklarda kan ter içinde kalarak top oynamışsanız; arkadaşınızın bisikletine sizinmiş gibi binmişseniz; üst komşunuzun çocuklarını kardeş, alt komşunuzun çocuklarını abi, mahallenin bütün kadınları teyze ve bütün adamlarını amca bildiyseniz, güzeldir elbet çocuk kalabilmek.

Ne mutlu bana ki, tam da böyle bir çocukluğum oldu. Sadece anne, baba, kardeş sevgisiyle değil; görümce, gelin, kaynana ritüelinin yaşanmadığı sıcak bir aile ortamında büyüdüm. Atatürk’ten sonra bütün dünyaya barış geldiğini sanan saf bir iyimserdim. Yabancılardan şeker almamam gerektiği bilir ama kimseyi yabancı bilmezdim. Oldukça sosyaldim ama aynı zamanda kendine ait bir dünyam vardı. Güleryüzlü ve hepsinden önemlisi mutlu bir çocuktum.

Büyüdükçe benim de canım acıdı herkes kadar. Çoğu zaman kaldıramadığım kararlar aldım. Bu yüzden birkaç kez hayatıma sıfırdan başlamak zorunda kaldım. Yine de mutsuzluğun bütün varlığımı kapladığı zamanlarda bile, çocukluk yaşlarıma geri dönmeyi istemedim. Hiçbir zaman bu kadar karamsar olmadım.

Gittikçe mutsuz insanlar dolaşıyor sanki çevremde. Ama ben etrafımda karamsarlıktan uzak, gülümseyen insanlar olsun istiyorum. Bunun için önce ben gülümsemeyi seçiyorum. Çünkü gülümsemek de somurtmak kadar bulaşıcı, biliyorum…

Son Kulis Haber / 19 Eylül 2012

Ben Kimim, Biz Kimiz?

İki hafta boyunca “Optimum Denge Modeli” adında bir eğitime katıldım. Tamer Dövücü’nün, insanın hayat karşısında savrulmadan dengede kalabilmesi adına geliştirdiği bu model; felsefe, kişisel gelişim, psikoloji ve hayat tecrübesiyle harmanlanmıştı.

Otuz altı yaşındayım. Herkes kadar ben de zaman zaman savrulmalar yaşadım. Bazen çok yükseklerde uçtum. Bazen dipsiz kuyularda hissettim kendimi. Edebiyat ve felsefe, hayatı anlamaya çalışırken tutunduğum en büyük dallardı. Kendimi tanımaksa en büyük çabam.

Bakış açımı zenginleştirmek için okuduğum kitapların tek başına hayatımı bir günde değiştiremeyeceğini biliyordum. Başkalarını ve dünyayı değiştirmekse benim gözümde apayrı bir sanattı.

Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” adlı deneme kitabı, dünyama katkı sağlamış kitaplardan sadece biriydi. Onu okuduktan sonra “kimlikler” üzerine uzunca zaman mesai harcadım. Optimum Denge eğitiminde bulunduğum altı gün boyunca, Amin Maalouf’u sık sık anımsadım. Tamer Dövücü, Ölümcül Kimlikler’i okumuş muydu bilmiyorum, sormadım.  Ancak “kimlikler” üzerinden oluşturduğu yapıyı takip ederken onu zaman zaman içimden alkışladım.

Daha üç yaşında gözlerim kaydığı için, çocukluğunu gözlük takarak geçirmiş biriyim. O zamanlara ait hatırladığım ilk görüntü; gözlüğümü takmadığımda zeminin kaymasıdır. Bende travmatik izler bırakmış olan balık yağlarının da olumlu etkisiyle belki de, dört numara olan gözlerim on bir yaşında 0,25’e kadar düştü. Bir taraftan da iki gözüm paralel bakmayı becermiş, birbirleriyle uyum ve denge içinde çalışmaya karar vermişti. Böylece on bir yaşından beri kullanmak durumunda kaldığım tek gözlük güneş gözlüğü oldu.

Optimum Denge Modeli’nin ne anlattığını birebir açıklayabilmem mümkün değil. Ancak kendi adıma edindiklerim yazdıklarıma da zaman içinde yansıyacaktır inancındayım. Eğer öyle olursa, ne mutlu bana. Çünkü hayat oldukça kaygan bir zemindi benim için. Kimliklerimin her birini birbirleriyle denge ve uyum içinde çalıştırmayı çoğu zaman beceremedim. Bu anlamda daha iyi görebilmek adına Tamer Dövücü’nün bende bir gözlük işlevini gördüğünü düşünüyorum.

Elbetteki insanın kendini tanıması için aynaya bakması çok önemlidir. Ben eğitim boyunca kendimi aynaya bakar gibi hissettim. Ancak oldukça farklı bir açıdan. Kuaförde saçınızı kestirdiğiniz zaman aynaya bakarsınız ama kendinizi sadece önden görürsünüz. Saçınızın arkasının ne kadar kesildiğini belki ancak hissedebilirsiniz. İşlem bittiğinde en son size arka taraftan bir ayna daha tutulur ve değişik açılardan gösterilerek kendinizi tam anlamıyla görmeniz sağlanır.

Optimum Denge Modeli’ni öğrenince hayatım hemen değişti mi? Hayır. Çünkü insana gaz veren bir eğitim değil bu. Hatta çoğu kişinin gazını aldığını bile söyleyebilirim. Güzel olan tarafı arkamdan bir ayna daha tutuldu bana sanki ve kendimi dışardan bir gözle görebildim.

Hayat üzerinde çok etkin olan yeni bir dil öğrenmiş gibi hissediyorum kendimi. Bu yüzden bu eğitime abim ve ablamla katılmış olduğum için çok şanslıyım. En azından yakın çevremde aynı dili konuşabileceğim insanlar var. Çünkü ne kadar çok insanla aynı dilden konuşursanız, o dil o kadar ana diliniz olur.

Son Kulis Haber / 03 Eylül 2012

Ölümlü Dünyada Ölümsüzmüşçesine

Bizim ailede büyük amcamın evinde, geçmişin kavgalarından ve geleceğin kaygılarından sıyrılmış üç kuşak toplanır her bayram. Yengemin her seferinde aynı özenle, aynı emekle ve hepsinden önemlisi aynı heyecanla bizi karşılaması en büyük bayram hediyesidir bizlere. O günkü varlığımızın onlara bir yaşam enerjisi verdiğini hissederiz adeta.

Dedemin en büyük mirası olan, tarifi yıllardan bugüne kadar gelen aile dondurması, amcamın ev yapımıyla, çocuk büyük demeden herkesin ağzını tatlandırır. Böylece dedemin muhallebi dükkanının zamanını yaşayıp bilenler, Beykoz’a eski günlere gider bir süreliğine; bilmeyenler de hayal dünyasında oluşturduğu aile geçmişini pekiştirir yeniden. Bugün yaşamayan büyüklerimizi anınca topluca kabristanlarına gitmiş kadar oluruz. En azından bana öyle gelir. Evden ayrılırken, sayıları azalmakta olan aile fertlerinin bir sonraki bayramı görmesi en büyük temenni olmalı, diye düşünürüm.

Bütün bu manevi duyguları ötelemek istercesine, tam da bayram gününde Gaziantep’te insanlık öldü yine. Artık bir Türk geleneği gibi, Türkiye’de insanlık pek sık ölür oldu zaten. Tedavisi bulunmadığından da, bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor bütün bölgelerine.

Geçenlerde izlediğim insanlık dışı başka bir görüntüyü ise günlerdir hafızamdan çıkartamıyorum. Küçük bir bebeğe kadının teki yastığı öyle bir indiriyordu ki, sadece birkaç saniye bakmaya dayanabildim. Kadın bebeğin annesi miydi, bakıcısı mıydı, nesiydi bilmiyorum. O anda aklımdan tek bir düşünce geçti. Allah ne kadar büyüktü ki, bütün bu yaşananlara müdahale etmeden dayanabiliyordu.

Bunlar sadece gördüklerimiz, bildiklerimiz. Bir de görmediklerimiz, bilmediklerimiz var. Zulüm sadece fiziksel yapılmıyor, sonuçta sözlü olarak da insana zarar vermek mümkün. Hatta her birimiz yapıyoruz bunu. En çok da sevdiklerimizi üzüyoruz. Ölümlü dünyada ölümsüzmüşçesine hoyratça yaşıyoruz. Bizim gibi olmayanı, bizim gibi düşünmeyeni dışlıyoruz. Yeni değil bu en büyük geleneğimiz. Bugün aklıma sevdiğim bir Sezen Aksu şarkısı geldi. Deli Kızın Türküsü albümündeki, sözlerini Sezen Aksu’nun yazdığı ‘Dua’, özellikle böyle anlarda çalınıp söylenmek içindi sanki.

“Ne hükümran kalır / Ne zulüm ne de kin / Öz değil dostlar / Öz değil bu biçim
Kulların kullara ettiğini etmiyor / En zalim harı ateşim
Bugün dua ettim hepimiz için / Yüce Tanrı bizleri affetsin
Ne para ne pul / Ne iktidar ne güç / Bu değil gerçek / Bu değil gerçek
Bu kavga bir hayırsız düş / Uyanır neslim uyanır elbet
Bugün dua ettim hepimiz için / Yüce Tanrı insanı affetsin”

Son Kulis Haber / 21 Ağustos 2012

Hiç Hesapta Yokken

Çalışmaya tam konsantre olmuşken, bir anda bir tatil fırsatı çıktı önüme. Kendimi son yıllarda sürekli gitmek isteyip de gidemediğim Kaş’ta buldum. Görmeyeli biraz değişmişti ama bence hala Türkiye’nin en güzel bölgelerinden biriydi. Saklıkent Kanyonu’ndan batık kent Kekova’ya; genişliği ve uzunluğu ile çevrenin en uzun kumsalı Patara’dan, ufak ama eşsiz güzellikte turkuaz rengi deniziyle Kaputaş Plajı’na, etrafta gezilecek ne çok yer vardı. Dalmak isteyene dalış, uçmak isteyene yamaç paraşütü imkanları sunuyor olması da Kaş’ın başka güzel taraflarıydı.

Sokaklarında kalabalık bir grupla tıp oynadığım Patara, çocukluğumun, gençliğimin anılarıyla doluydu. Bu gidişimde Patara’ya malesef uğrayamadım. Ama Pataralı olduğu söylenen, Noel Baba olarak bildiğimiz, Saint Nicholas’ın yaşadığı kabul edilen Likya’nın Myra yöresini ise ilk kez gezme şansım oldu. Noel Baba’nın mezarının bulunduğu Saint Nicholas Kilisesi, doğal ışığı ve farklı enerjisiyle fotoğraf çekmek için ilginç portrelere tanıklık ediyordu. Kabartma ve yazılarla süslenmiş kaya mezarlarının örneklerini Myra’da görmek mümkün. Gördüklerim ve gezdiklerim içinde en çok özleyeceğim mekan, daha çok Kaş sakinlerinin bildiği küçük ve salaş ama sıcak mı sıcak bir yer olan Hidayet’in Koyu oldu.

Sevdiği yerleri yeniden ziyaret edebilmesi ve yeni yerler gezip, yeni güzellikler görebilmesi; insanın ruhunu doyuran bir şey. Bu sayede tüm o yoğun geçen geziler sonrasında yorgun bedenine rağmen, insanın ruhu dinleniyor adeta. Ama tatilimi benim için güzel kılan daha önemli unsurlar vardı. O da Kaş sakinleriyle yaşadığım keyifli paylaşımlar.

Mesela kendilerinden mutlaka bahsetmek istediğim bir çift var. Sevil Albayrak ve Cihan Demir, evlenip kariyerlerini ve İstanbul’u bırakarak tam bir yıl önce Kaş’a yerleşmiş bir çift. Bugün onların evlilik yıldönümü. Bu sevimli ikilinin “Heart Collection” adıyla açtıkları hediyelik eşya dükkanı, adı ve kendileri gibi sevgi dolu. Siz de Kaş’a gittiğinizde sevdiklerinize ve kendinize sevgiyle yapılmış bir armağan almak istiyorsanız, Kaş’ın merkezinde olan Heart’a uğramayı unutmayın. Böylece buradan aldığınız sevgi, gittiğiniz her yere yayılsın…

Son Kulis Haber / 13 Ağustos 2012

Facebook
Twitter
Instagram