Ben De İsterdim Yaşamayı

Üniversiteden mezun olalı 14 sene oldu. Ama ben hala okulumu bitiremediğime dair sık sık kabuslar görüyorum. Rüyalarımda çoğunlukla sınava giriyor oluyorum. Ya yollardayım yetişmeye çalışıyorum ya da sınava hiç çalışmamışım. Üstelik alttan bir sürü dersim kalmış. Mezun olabilmem imkansız görünüyor. “Bunu aileme nasıl anlatacağım?” kaygısıyla dönüp duruyorum yatağın içinde.  Kendime geldiğimde, okulu çoktan bitirmiş olmanın rahatlıyla derin bir “ohh!” çekiyorum. Bir süre sonra benzer bir kabus gecenin karanlığında yeniden çöküyor üstüme. Sıkça olmasına rağmen hala alışamadım bu rüyaların varlığına. Her seferinde ilk kez görüyormuşum gibi etkisi altına alıyor beni. Demek ki okurken ne kadar baskı yaratmışım üzerimde ki, bir türlü atamıyorum içimden.

Bu seneki SBS (Seviye Belirleme Sınavı) stresi yüzünden, Ankara’da ilköğretim okulu 8’inci sınıf öğrencisi olan 15 yaşındaki Nazik Kıraç, adı gibi nazik olmadı kendi canına karşı. Üzüntüleriyle, korkularıyla, çaresizlikleriyle, acılarıyla kuşatılmış bedenini tavana astı. Bir elektrik kablosuyla, bağını kopardı bu hayattan. Mutfak masasının üstüne bıraktığı not her şeyi özetliyordu; “Sevgili ailem! Böyle olmasını istemezdim. Ben de isterdim bu dünyada yaşamayı… Ancak başarılı olamıyorum.”

Başaramamak! Benim de kabuslarımda boğuştuğum bu değil miydi?

Oysa okumakla yükümlü olduğum dört yıllık bölümü dört buçuk yılda bitirmiştim. Yani sadece yarım dönem uzadı. Alttan dersim yoktu. Sadece tez yazıyordum. İtiraf etmem gerek onu da evde oturarak rahat bir şekilde bitirmiştim. Üstelik danışman hocam Sami Güçlü’nün bana duyduğu güven, gösterdiği anlayış, yazdıklarıma ve fikirlerime karşı sergilediği takdir ifadeleri, bugün bile varlığını ruhumda idame ettirecek kadar kuvvetlidir. Onun sayesinde kendimi başarılı hissetmiştim. Kendisini her daim sevgi ve şükranla anımsarım.

Peki bitmiş bir kavga neden hala korkutuyordu beni? Geçip gitmek bilmeyen kabuslarımın kaynağı neydi?

Elbette Hayat Okulu hiç bitmiyordu. Bu zaten bu dünyada varolmanın en sevdiğim yanıydı. Ama Başarı Kaygısı dersinden bir türlü geçemiyordum besbelli. Albert Camus’un Sisifos karakteri gibi olamadığım zamanlar çoğunluktaydı maalesef. Sisifos, bir kayayı dağın tepesine çıkartmakla cezalandırılmış bir ölümlüdür. Tam çıkarmak üzereyken kaya aşağıya yuvarlansa da, Sisifos vazgeçmez, aşağıya inip yeniden dener. Her denemesinde düşeceğini bile bile çabalamaya devam eder. Sisifos başaramadığı için mutsuz değildir. Çünkü aslolan çabanın kendisidir.

Eğitmen, danışman ve koç olan Kemal İslamoğlu geçenlerde benim ilginç bir deneyim yaşamamı sağladı. Önce sordu, “Bir ucunu boynuna, diğer ucunu duvara yasladığın bir ‘ok’u, hiç dokunmadan kırabilir misin?” diye. “Yapamam,” demeyi sevmediğimden, “Olur,” dedim ve yapamayacağımı kabullenmek istemeyeceğimden Kemal İslamoğlu’nun gözetiminde ok kırmayı denedim. Derdim, “Biliyor musunuz, ben boynumda ok kırdım!” demek değil. Hatta daha evvel biri bana bunu yaptığını söylese, içinde küçümseme ve alaycılık barındırıcı cümleler kurmak isteyebilirdim belki de. Fakat okun kırılmasına saniyeler kala kafamın içinde öyle bir farkındalık yaşadım ki, “saçma” kavramı düşüncelerimde boyut değiştirdi.

İlk başta “Bunu daha evvel birileri yaptıysa, ben neden yapamayayım?” diyerek motive ettim kendimi. Bütün gücümle duvara doğru ittim boynuma dayanmış oku. Onu hiçbir şekilde kıpırdatamadım. Ne kadar sert olduğunu ve hiç değişmediğini fark edince, boynumdaki acıyı hissettim. Durdum. İşte o anda yapamayacağımı söyleyen sesler duymaya başladım beynimin içinde. Yalnız olsaydım cahil cesaretiyle yarattığım motivasyonumu çok kolay kırardı bu sesler muhtemelen. O zaman danışmanımın cahilliğimi bilgiyle doldurmaya çalışmak için, oku kırmayı denemeden evvel söylediği cümle geldi aklıma: “Sen bu oktan daha dayanıklısın.” Oku yeniden boynumdaki boşluğa yerleştirip tekrar denedim. Bir kere bu sefer daha başlamadan acıyı hissediyordum. Bu acı devam etmemi zorlaştırıyordu. Yine de acıya değil de oku kırmaya odaklanmaya çalıştım. Daha evvel kullandığım gücün aynısıydı tükettiğim. Ama bir fark vardı, acıyı hissettiğim anda kendimi bırakmadım. Acıya rağmen güç sarf etmeyi sürdürdüm. Kısa bir süre sonra okun esnediğini fark ettim. İşte tam o sırada bütün acı geçti ve ok nasıl olduğunu anlamadan kırıldı. Boynumda ne bir sızı ne de bir yara izi vardı. Esas mesele oku kırmak değildi, esnetebildiğimi hissettiğim anda onu kırabileceğimi anlamıştım zaten. Ne olursa olsun çabalamaya devam etmek gerekiyordu. Başarısızlık, başaramamak değildi; başarmaya çalışmaktan vazgeçmekti.

Fotoğrafçılıkta Pan Tekniği denilen bir çekim tekniği vardır. Hareket halindeki objeler Pan tekniği ile çekilir. Elinizdeki makinayı hareketli objenin hızında ve aynı yönde hareket ettirirsiniz. Böylece hareket halindeki nesne oldukça net çıkarken, arka plan hareket ve hızı yansıtacak şekilde karelenir. Elleri oldukça titreyen benim gibi biri için Pan Tekniği oldukça zor bir teknik.

panfircasi

2007 yılıydı. “Pan tekniğinin örneklerini araba, uçak, motosiklet, bisiklet karelerinde çok fazlaca gördük,” diye düşündüm. “Farklı ne yapabilirim?” derken; bir elime resim fırçası aldım, diğer elime fotoğraf makinasını. Oturdum bilgisayar sandalyesine ve kendimi döndürdüm. Böylece elimde duran fırça hareket halindeydi ve onu netleyip etrafı hızı yansıtacak şekilde boyamış oldum. Kendime “Benim elim titrer, ben başaramam,” demek yerine; “Başarmak için ne yapabilirim?” diye sormuştum. 2007 yılında bir fotoğraf sitesinde paylaştığım bu fotoğraf “Günün Fotoğrafı” seçildi.

Okulda başarılı olamadığımı gördüğüm kabuslar, bir gün geçer mi bilmiyorum ama Nazik Kıraç’ın acı mektubundaki gibi hemen hemen her gün şu cümleyi kurduğumu biliyorum; “Ben de yaşamak istiyorum.” Bunu başarmak için kaybettiklerimden çok, kazandıklarıma odaklanmayı tercih ediyorum.

Felsebiyat Dergisi / Temmuz 2012

Bakirelik Sultanlıktır

Son günlerde kimsenin dilinden düşürmediği “kürtaj, sezaryen” muhabbetinden resmen gına geldi. Bir insanın doğurma yetisinin olması harikulade bir şey. Ayrıca bir kadın olarak şundan eminim ki, kürtaj olmak dünyanın en kötü duygusu. Hangi varlık ister, içinde büyüyen bir canlının vücudundan kazınarak sökülüp atılmasını. O boşluğu doldurabilmek ise apayrı bir konu. Bütün süreçlerini kadının deneyimlediği bir konunun bu kadar anlamsız bir söylemle devlet meselesi haline gelip konuşulması içler acısı bir durum.

Kürtaj isteyerek tercih edilecek bir yol değil. “Kürtajı minimum seviyeye ‘nasıl’ indirebiliriz?” diye düşünüp, kafa yormak; cinsellik bilinci üzerine yoğunlaşmak yerine yasaklarla çözüm bulmak isteniyor. Bu anlayış ile, hangi yolla olursa olsun(tecavüz sonucu bile olsa) ana rahmine düşmüş bir ceninin dünyaya gelme hakkı adına; onu doğuracak, büyütecek, yetiştirecek insanın bireysel karar verebilme hakkına tecavüz ediliyor.

Evlilik, aile sorumluluğu gerektirir. “Bekarlık sultanlıktır,” sözü bu sorumluluğun zorluğunun altını çizmek adına evliliğin kıyısından geçen hemen hemen herkesin dilindedir. Oysa evli olduğu halde, yalnızlığını özgürce yaşayabilen kişi aynı zamanda bekardır da. Aile sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmek için illa bireysel hayallerden ödün vermek gerekmiyor. Bu dengeyi kurabilen ve koruyabilme başarısı gösteren kişiler gerçek anlamda mutluluğu yakalayabiliyor.

Bireysel olarak güçlü, ne istediğini bilen, ailesiyle birlikte kendi özel hayatını yönetebilen kadın modelini sağlamlaştırmak yerine; “madem hamile kaldın, doğuracaksın kardeşim,” zihniyeti olursa, istemediği halde doğum yapmak zorunda kalan kadın “Bakirelik sultanlıktır,” dese yeridir.

Son Kulis Haber / 04 Haziran 2012

Maç Keyfi

Yıllar var ki futbol maçı izlememiştim. Geçtiğimiz Cumartesi günkü Fenerbahçe – Galatasaray derbisi için bir arkadaşımızın evinde toplandık. Önce biraz burun kıvırdım, “ben futbol maçı izlemeyi sevmem,” diye, ama sonra arkadaşlarla birlikte vakit geçirmek için orada bulunmayı tercih ettim. Maçı izlediğimiz ev Florya’daydı. Kalabalık grubumuzun çoğu Fenerli. Hakem Cüneyt Çakır sarı ve kırmızı kartları havada uçuştururken, ben içten içe Cimbom’un yenmesini diliyordum. İçimdeki taraftar sevgisi birden ortaya çıkıvermişti yeşil sahalarda koşuşturan futbolcuları görünce. Yerleştiğim karpuz koltukta hop oturdum, hop kalktım. Bugüne kadar izlediğim en kötü futbol maçlarından biriydi.

Dakikalar 90’ı geçti. Son anlarda gol yer miyiz diye endişeliyim, çünkü tuttuğum takım gol atmaya oynamıyor besbelli. Korku filmi izlercesine bedenim iyice gerilmiş. Tüm ligi takip etsem halim ne olacak merak ediyorum. Nihayet maç bitiyor. Sonuç beraberlik. Sokakta sevinç çığlıkları hemen başlıyor. Sahaya inen izleyicileri ve onlara yapılanları görünce üzülüyoruz. Fenerli arkadaşlarımız buruk. Üstelik onlar benim gibi on yılda bir maç izleyen insanlar değiller. Ligi takip ediyorlar. Maç izlemeyi seviyorlar. Her iki takımı tutan arkadaşların hiçbiri diğer tarafı incitecek ve tahrik edecek herhangi bir söylemde ya da eylemde bulunmuyor. Onların yasını tutarcasına saygıyla susuyoruz. Hep birlikte terastan bayraklar, balonlar, formalar eşliğinde eğlenen insan ve araba trafiğini izliyoruz gülerek. Silah sesleri eksik olmayınca tadımız kaçıyor, içeri sığınıyoruz.

Kimileri ayrılıyor aramızdan, kalanlarla film izlemeye karar veriyoruz. Yollar iyice tıkandı. Mümkün değil eve gitmek. Maçın sonucundan mutlu olanlar ve mutsuz olanlar hep birlikte peş peşe iki tane film seyrediyoruz. Tekrar ediyorum, futbol maçı olarak izlediğim en kötü maçlardan biriydi. Ama futbol izleme etkinliği açısından bugüne kadar en keyif aldığım maçtı. Galibiyeti ve mağlubiyeti böylesine güzel karşılayan arkadaşlarla bunu paylaşabildiğim için çok mutluyum.

Son Kulis Haber / 16 Mayıs 2012

Kahvenin Kırk Yıllık Hatırı

Gün geçmiyor ki facebook hesabımdaki arkadaş listemde artış olmasın. Yıllardır görüşmediğim akrabalarıma yıllar sonra ulaşabiliyorum. Bir kez tanıştığım, internet olmasa belki ömrümde bir daha karşılaşmayacağım insanların hayatlarını takip ediyorum. Düşünüyorum da aynı oranda sosyalleşiyor muyum diye? Eklediğim insanlarla çoğu zaman tek satır yazışmıyoruz. Yüz yüze buluştuğum insanlar genelde aynı. Hatta onlarla bile eskisine nazaran daha az dışarıda vakit geçiriyoruz. Telefonda konuşmak, arayıp hal hatır sormak lüks oldu. Yine de internet sayesinde haberdarız birbirimizin her yaptığından. Facebook gibi paylaşım sitelerine koyduğumuz fotoğraflar aracılığıyla; kim kiminle, nerede, ne yapıyor biliyoruz. Sevdiklerimizin doğum günlerini hatırlamak için, doğdukları tarihi bilmemiz bile gerekmiyor.

Evdeki bir tane çiçeğe bakamazken, bilgisayarda bir çiftlik kuruyoruz. Aynı havayı solumadığımız hayvanlar yetiştiriyoruz. Meyvesini yemediğimiz ağaçlar büyütüyoruz. Oksijenini solumadığımız ormanlar kuruyoruz. Doğanın, hayvanların hatta insanların enerjilerini birebir hissetmenin anlamını gerçekten yavaş yavaş yitiriyoruz. Kendimize kahve yaptığımızda, sanal ortamda sohbet ettiğimiz kişiye de pişiriyoruz. Böylece sanal kahveler içiyoruz, değişik inçli manzaralar eşliğinde. Ama böylesi içilen kahvelerin pek de hatırı sayılır olduğu söylenemez. Oysa ki, “bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır,” derler.

Sohbet etmeyi hayatı paylaşmayı bu kadar severken; günün herhangi bir saatinde sıcak bir cezveden çıkmış kahveyi paylaşmak yerine, soğuk ekranlarda teselli buluyoruz. İnternet başında daha rahat, daha özgür konuşuyoruz, bu bir gerçek. Bizi bu noktaya getiren süreci anlamaya çalışıyorum. Kendimizi yazılı olarak daha iyi ifade ettiğimiz için mi bu yolu tercih ediyoruz? Konuşma cesaretimizi kıran, kendimiz olmayı engelleyen bir çift göz mü yani? Pek sanmıyorum. Geçmişimiz bizi o kadar yormuş, geleceğimiz bizi o kadar korkutmuş ki; bilgisayar başında saatlerce takılı kalarak, bence biz şimdiki ânı yaşamaktan kaçıyoruz. Bu şekilde bir nevi kendimizi korumaya alıyoruz. Ne de olsa internet ortamında arkadaş eklemek ne kadar kolaysa, işimize geldiğinde onu yok saymak da o kadar kolay oluyor.

Son Kulis Haber / 08 Mayıs 2012

Bahar Müjdesi

Soğuk havalarla birlikte, güzel ve mutlu haberlere hasret bir kış geçirdik bu sene. O yüzden bugün çok sevdiğim bir arkadaşımın “Aşk” müjdesiyle aydınlandı günüm. Tam bir bahar müjdesiydi, hatta baharın hediyesiydi bu… Soğuk kış gecelerinde umutla beklenen sevgili nihayet gelmişti. Önceden ekilen lale soğanlarının zamanı geldiğinde açması gibi bir şeydi. Zaten hayatta ne ekersek onu biçmiyor muyduk?

Beklerken olumsuz duygular yükleniriz genelde. Oysa güzel bir şeyler yaşamak için, içimizdeki sevgiye olan inancımızı hiç kaybetmeden sabırla beklemek, ne kadar güzeldir. Baharın kokusunu solumak isteyen yazlık kıyafetlerin dolapta beklemesi gibi.

Neşeli renkleriyle yazlık kıyafetler, yeniden gün yüzü görecek, ışığa yüzünü dönecek. Bir çok yürek kış uykusundan uyandı bile. Meltem rüzgarı çiçeklerin kokusunu dört bir yana taşırken, usul usul okşuyor üşümüş bedenleri güneşin eşliğinde. Sabahın erken saatlerinde yaprakların üzerinden süzülen yağmur damlaları… Toprağın, çocukluğumu hatırlatan eşsiz kokusu… Her baharda her birimiz çocuk oluyoruz bir kez daha. Nisan yağmurlarıyla en çok umutlarımız yeşeriyor sanki. Böylece Çocuk Bayramı’nda elele verip bu umut dolu günü çocuklarımızla birlikte kutlayabiliyoruz. Onlarla kırlarda koşturup, kahkahalarıyla soluklanabiliyoruz.

Bahar her zaman böyle güzel bir şey işte… Umut dolu, sevgi dolu, huzur ve mutluluk dolu… Üstelik bunu gerçekten içimizde hissetmek için, sadece ışığın olduğu yöne bakmak yeterli…

Son Kulis Haber / 26 Nisan 2012

Mükemmel Duyu

Orijinal adı “Perfect Sense” olan “Yeryüzündeki Son Aşk” filmini geçen sene izlemiştim. Adının Türkçe’ye çok yanlış aktarıldığını düşünüyorum. Çünkü film salt bir aşk filmi değil. İnsanın kendini tanıması, sahip olduğu duyuları ve değerlerini anlaması, hatırlaması adına ağır bile sayılabilecek yapıda. Beni etkileyen, sevdiğim filmleri bir süre geçtikten sonra yeniden izlemeyi severim. Aynı şey bana bir şeyler kattığına inandığım kitaplar için de geçerli. Hem yeniden aynı duyguları ve düşünceleri hissedip hissetmeyeceğimi merak ederim -çünkü hiçbir zaman aynı kalmayız- dolayısıyla aynı eserle yeniden buluştuğumda farklı algılayıp algılamayacağımı görmek isterim; hem de daha önce fark etmediğim yeni bir şeyler bulup bulamayacağıma bakarım. Bunu yaparken de genelde yanımda birilerini benimle sürükler, benzer duyguları paylaşabilmeyi umarım.

Geçenlerde yeniden izledim “Perfect Sense” filmini. İlk izleyişimdeki gibi gözyaşları süzülmedi gözlerimden. Sonunu biliyordum ne de olsa. Ben gerçekten o mükemmel duyuyu sonuna kadar hissedebilme derdiyle; yaşamın, şimdiki anın tadını çıkartmaya çalışıyordum. Bulunduğum dengenin müthiş huzuruyla derin bir mutluluk yaşıyordum. Affetmenin ve sevginin iyileştirici gücüyle tenim aynı filmdeki gibi bir sarmalanma deneyimliyordu adeta. Geleceğe dair tek bir endişem yoktu. Bütün duyularımı kaybetsem bile tüm ömürlük yetecek bir bilgiyle donanmıştım sanki. Ta ki dün gece annemi kaybetme korkusunu yaşayana kadar.

Dün gece kısa bir süre uzaklara gitti annem. Bu dünyadakilerin bilmediği bir yerlere yolculuk yaptı. Açık kalmış gözleriyle bedeni yerde hareketsiz yatarken, ablamın acı çığlığı sarmıştı evi. Kendimi hatırlamıyorum bile. Her şey bir anlık bu evrende. Gelmek bir anlık. Gitmek bir anlık. Belki öğrendiklerimi daha iyi anlamam, hayatın değerini daha iyi bilmem gerekir böyle zamanlarda. Ama tam tersi oldu. Korkularımla, öfkelerimle, nefretlerimle boğuştum bütün gün. O yüzden çok yorgunum. Kendimi yaptıklarım ve yapmadıklarım için ne zaman tümüyle affedebilirim bilemiyorum. Bu yazı bununla ilgili bir adım olsun istedim.

Son Kulis Haber / 17 Nisan 2012

Masumiyet, Savaş, Sanat

Sierra Exif JPEG 02Bir dünya düşünün ki içinde çocuk olmasın. Kurşun sesleriyle dönsün dünya. Kuşlar cıvıldamasın. Hatta tek bir kuş uçtuğu görülmesin gökyüzünde. Ağaçlar yeşermesin. Yeşermesin ki kağıda dönüşemesin. Tarih; yanmış, parçalanmış kağıtlara yazılabilsin ancak. Toprak hep ıslak kalıp, ölü bedenleri çürütsün telvelerinde. Yaşayan bedenlerin dili olmasın. Dili varsa kalbi olmasın. Parayı sadece parası olan alsın. Kafası büyük olana çıksın piyango. Elleri küçük olanın dolsun cebi. Cep ne kadar küçükse o kadar yırtık olsun dibi. Dikiş bilmekse dünyanın en büyük ahlaksızlığı sayılsın. Ve bu düzende yaşayan herkes ahlaklı olsun.

Bir sergi izledim bugün. İçinde sadece çocuğun olduğu bir dünya gördüm. Yaşadığımız dünya gibi kimsenin dengesini bozmadan kendi etrafında dönüyordu. Kurşun seslerine rağmen; cıvıldayan kuşlar, yeşeren ağaçlar, kalbi olan canlı bedenler dillenmişti resimlerde. Gazete küpürlerindeki dili bilmem gerekmiyordu, okuduklarımı anlamak için.

Karanlık bir odaya girdim bugün. Gözleri kapalı insanlara dönmüştü ışık yüzünü. Onlar aydınlandıkça içimdeki karanlığı gördüm. Nelere gözümü kapamışsam, her biri kafa tuttu bana, acizliğimi fırsat bilerek. Başka bir odaya attım kendimi, huzurumu kurtarabilmek için. Oysa gerçek; oturmuş odada, çay keyfi eşliğinde benim gelmemi bekliyordu.

Didem Ünlü’nün, Nişantaşı’nda yeni açılan Mim Art & Antiques’deki sergisine gittim bugün. Duvarlarda soğuk savaş, sanatla belgelenirken; masumiyet, varlığını kara çarşafa rağmen koruyordu.

Son Kulis Haber / 04 Nisan 2012

Sağlık Olsun

Dönem dönem sağlığını kaybedebilen varlıklar olarak, her birimiz sağlıklı olmanın önemini biliriz temelde. Ancak daha çok kendimizin ya da sevdiklerimizin sağlığı bozulduğunda aklımıza gelir değeri. Esas beceri sağlıklıyken kıymetini bilmekte. Maalesef benim de bu satırları yazmama sebep olan, 35 yaşında bilincini yitirmiş bir tanıdığımın yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyor olması. İşte, ufacık umutlu bir haber beklediğimiz şu anda “Sağlık olsun,” demenin, diyebilmenin erdemini hatırlıyoruz. Hani en sevdiğimiz bardak kırılır ya dikkatsizlikten, ya da işimizi kaybedebiliriz hırslarımız yüzünden, hatta doğup büyüdüğümüz ev bile satılabilir yabancılara elde olmayan nedenlerden… Böyle anlarda, yitirdiğimiz ne olursa olsun, “Sağlık olsun,” diyebiliyorsak ne mutlu bize.

Varlığının korunması gereken değerler var; huzur, mutluluk, özgürlük gibi… Hatta bence huzurlu ve mutlu olmayı becerebildiğimizde hem özgür olabiliyoruz, hem de sağlık konusuna farklı açıdan bakabiliyoruz. Çünkü sağlıklı olmaktan çok, sağlıklı bakış açısına sahip olabilmek daha önemli. Doğuştan engelli de doğabiliriz, ya da beklenmedik bir kaza sonucu sağlığımız sekteye uğrayabilir, ölümcül hastalık davetsiz misafir gibi ansızın gelebilir. Davetsiz misafire nasıl davranılıyorsa, işte öyle davranılmalı hayatın bütün getirdiklerine… Güler yüzlü bir “Hoş geldin,” ile sıcacık bir kabulleniş, “Neden ben, niye ben?” diye sorgulamadan. “Nasıl iyileşebilirim? Başka neler yapabilirim?” sorularına cevaplar arayarak. Sahip olduğumuz güzellikleri görmekten hiç vazgeçmeden ve içimizdeki sevgiyi hiç kaybetmeden. Sevginin evrensel gücünü iyileşmek, iyileştirmek için hissetmek ve hissettirmek.

Arkadaşlıklar, dostluklar hatta aileler biraz da bunun için varlar. Sevdiklerimizle ve bizi sevenlerle iyi, kötü her duyguyu paylaşmak; bizi daha sağlıklı bireyler haline getiriyor. Paylaştığımız sevgiyle büyüyoruz, güzelliklerle mayalanıyoruz, çoğalıyoruz. Hastanede yatmakta olan tanıdığımın sevenleri her an yanı başında. Sevgili eşi yaşama geri dönmesi, onunla yeniden hayatı paylaşması için sabırla, sevgiyle bekliyor. Onun gücüne hayranlık duyuyorum. Sürekli dua ediyor, sıcak ve sevgi dolu masajlarla sevgilisinin bedenini rahatlatmaya çalışıyor. Benim elimden başka bir şey gelmediği için, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum bugüne kadar bütün kaybettiklerim için; “Sağlık Olsun!” diye…

Son Kulis Haber / 30 Mart 2012

Gün Gelir Ayrılsak Da Seninle Arkadaş

Yazıyı Didem Elif’in sesinden dinlemek için aşağıdaki ses dosyasına tıklayın.

Yıllar içinde etrafınızdaki arkadaşlarınız hep değişir. Aynı kalmaz hiçbir zaman. Mahallenizde başka, ilkokulda, ortaokulda, lisede, üniversitede başka, işyerinizde başka, hatta bilgisayarınızla dünyaya bağlandığınızda bile başka arkadaşlarınız olur. Ne de olsa ortam değiştirdikçe arkadaş edinmek mayanızda vardır.

Acı tatlı geçerken hayat; acıdan, tatlıdan çok kendinizi paylaşırsınız arkadaşlarınızla. Ama hayatın acıları, tatlıları değişmeye zorlar sizi. Bazen de arkadaşlarınız bu değişimde rol oynamak ister. Gün gelir Zeynep sevmediği için Mehmet’i çağırmazsınız, o geldiğinde; Fikret, Zeynep var diye gelmez, çağırdığınızda; ve Zeynep, bozulur Arzu geldiğinde onu çağırmadığınızda… Belki de bazen bu yüzden beş sene önceki arkadaşlarınızla oturmazsınız bugün sofraya. Başkalarının sağlığına kaldırırsınız kadehleri, beş sene sonra kimlerle içeceğinizi bilmeden… Yine de içkinin şişede durduğu gibi durmadığı anlarda, hep bir ağızdan “Arkadaş” şarkısını söylersiniz bütün coşkunuzla. Ne de çok arkadaşınız vardır saymaya başladığınızda…

Zaman artık teknoloji zamanıdır. Anılar bilgisayarınızın harddiskinde depolanır. Facebook diye bir arkadaş sitesi yapılır, gelmiş geçmiş bütün arkadaşlarınızı bulmanız, onlara bir çırpıda ulaşabilmeniz, yeni arkadaşlar edinebilmeniz için. Bir artırıp, üç eksilterek çoğaltırsınız, ekranda dondurduğunuz arkadaş listenizi.

Yılların, değişimlerin, teknolojinin hayatınızdan hiçbir şekilde çıkaramadığı kişiler de olur sayıları az da olsa. Zeynep, Fikret ve Mehmet gibilerle arkadaşlık yapmanıza bakmayan kişilerdir bunlar. Değişimlerinize, umduğuyla değil bulduğuyla yetinen bir misafir edasıyla yaklaşabilen; beş yıl aradan sonra bile aradığınızda sitem yapmayan; sırf sesinizi duyduğu için gülümseyerek konuşan; hasretini ekrandan gideremeyen; başarınıza sevinen; kayıplarınıza üzülen; hatta tanrıya inanmadığı halde sizin için dua eden kişiler bile vardır…

Onlar hep aklınızdadır. Ama bir türlü aramazsınız, arayamazsınız. Çünkü hızlı yaşamaktasınızdır zamanı arkadaşlarınızla…

Didem Elif

Bizim Avrupa / 2006

Son Kulis Haber / 13 Mart 2012

Sonuçlardan Memnunum

Birkaç gündür “Verimlilik nedir?” diye düşünüyorum. İktisat Bölümü mezunu olarak “Verimlilik” kavramının tanımını öğrenmiştim oysa. Üzerinden yıllar geçti. Hafızamda teknik açıklamalar gitti geldi. Fakat sonuçtan tatmin olamadım. Tam da o an anladım ki aradığım, verimliliğin net açıklaması değildi. Verimliliğin tanımını ararken hissettiğim duyguydu. “Sonuçtan tatmin olmak ya da olmamak. İşte bütün mesele buydu…”

Verimliliğin direkt açıklaması bu olmayabilir elbette ama bence kişinin tatmini yoksa verimlilik söz konusu olamaz. Yani zamanını çok eğlenerek geçirmiş olabilir insan yaptığı şey her ne ise. Hatta zaman su gibi akıp gitmiş olabilir. Yüzde bir gülümseme ve bomboş bir kafayla dolaşabilir. Ancak eğer ki yaptıklarının sonuçlarından memnun değilse verimsiz geçirilmiş bir zaman gibi hissedebilir. Çünkü gerçekte doyuma ulaştırılmak istenen noktalar aç kalmıştır. Tabi bunu anlayabilmek için ne istediğini bilmek gerekiyor. Kişi kendi hayat dilimini nasıl geçirmek istediğini tanımlayabilmeli. Bunun açılımını spesifik olarak yapabilmeli.

Düşündükçe verimli olmayı tek başına istemek yanlış geldi. “Para istiyorum,” demek ne kadar yanlışsa… Sonuçta 1 Lira da para, 1000 Lira da. İçilen kahve siparişi verilirken, nasıl şekerinden sütüne kadar detay veriliyorsa aynen öyle açık olmalı. Diyelim ki ben günde beş sayfa yazı yazmam gerektiğini düşünüyorsam ve bir sayfa mutlaka yazıyor ama daha fazlasını bir türlü yazamıyorsam, yazdıklarımın sonuçlarından tatmin olamam. Kendimi sürekli verimsiz hissederim. Bu duygu beni gün içinde aşağıya çeker durur.

Demek ki spesifik hedefler belirlerken gerçekçi olmalı. Yere çakılmamak için havada kalacak hayaller kurmamalı. En azından işe tutturabileceğimiz hedefler belirleyerek başlamalı. Mesela ben! Ben bugün beş sayfa yazı yazdım. Sonuçtan memnunum. Günümü verimli kullandım. Peki gelelim sana: Sen ne yapmak istiyorsun? Sen ne yaparsan verimli hissedeceksin kendini?

Son Kulis Haber / 06 Mart 2012

Facebook
Twitter
Instagram