Bana Blogunu Söyle

Kendimi bildim bileli defterlere yazılar yazardım ama günlük tutmaya karşıydım. Çünkü onu bir başkasının okuma ihtimali beni hep korkuturdu. Nitekim bu korkuda haksız da sayılmazdım. Ortaokuldayken Almanca öğretmenim için tuttuğum şiirsel defterim, başka bir derste (galiba Tarihçiydi) ele geçirildi. Sıranın altında karıştırdığım defterimi yakaladığında, onun yüzünde bir başarı, bende ise utanma duygusundan yola çıkan bir suçluluk ifadesi… Ders bitti. Hoca defterimle gitti. Bundan sonra ne olacaktı? Her şeyden önce Almanca öğretmeninin yüzüne nasıl bakacaktım? Defteri ona gösterecek miydi? Bir sonraki ders arasında defteri alan öğretmene gidip defterimi istedim. Tarihçi olmasa da benim için tarih olmuş bu zat (çünkü kendisini gerçekten hiç hatırlamıyorum), bana defterimi Müdür Yardımcısı’na verdiğini söylemez mi? Önce kafamdan aşağıya kaynar sular boşaldı, sonra o sular buz oldu ayaklarımdan beynime kadar beni uyuşturmaya başladı… Aradan bir hafta geçtikten sonra Müdür Yardımcısı’nın odasına çağrıldım. Nutkuna “Hepimiz öğrenci olduk, hepimiz geçtik bu yollardan…,” diye başladı okulumuzun en anlayışlı ve saygıdeğer Müdür Yardımcısı; tabii ki özel bir eşya olduğunu anlamış, tabii ki okumamıştı, tabii ki Almanca öğretmenimin bundan haberi yoktu ve olmayacaktı, ve tabii ki ben de bütün bunları yutmuştum. Bir daha ne günlük tuttum, ne de Almanca öğretmeni için şiir yazdım. Gene de Almanca en sevmediğim derslerden biri olduğu halde en yüksek notları o dersten aldım. Kabul etmek lazım ki iyi bir öğretmendi. Defterden haberi varsa ya da okumuşsa da hiçbir zaman renk vermedi.

Bu anı aklıma geldi çünkü artık günlük mantığını internetten direkt paylaşıma açan blog yazarlığı diye bir şey var. Hiç de yabana atılmayacak bir alan olduğunu itiraf etmek gerek. Üstelik bu sene Okyanus Yayınevi’nin sahibi Cem Mumcu sayesinde, “Dizüstü Edebiyat” adının verildiği blog yazarlarından oluşan seri fikri doğdu. Blogcu yazarlarımızın yazdıkları böylece okuyuculara kitap olarak sunuluyor. Ve bence samimiliği sayesinde de Pucca hem bu alanda bir ilk hem de en çok satan isim oldu. Baskı keyfi başkadır elbette. Kitap sayfalarının kokusunu hiçbir şeye değişmem. Bu konuda tutuculuğumdan ömür boyu vazgeçmemeyi umut ediyorum. Blogları takip edip, iyi blog yazarlarını keşfedip onlarla kitap hazırlığına giriştiği için Cem Mumcu’yu öngörüsünden dolayı tebrik etmek lazım. Az kitap okunan bir ülkede, blogların tutuluyor, okunuyor olmasında önemli bir detay var. Kullanılan üsluptaki samimiyet. Hiçbir zorunluluk olmadan, hiçbir sanatsal ve maddi kaygı duyulmadan, çalakalem yazılmış “içtenlik”.

Geçmişte benim de böyle bir şansım olsaydı, yani duygularımı yazmak için bir blogum olsaydı, ben de böylece bir rumuz kullanırdım. Fakat bu rumuzum bir şekilde açığa çıksaydı, Müdür Yardımcısı’nın odasına daha sık giderdim o kesin. Ve sanırım bu gidişler de o kadar masum nedenlerden ötürü olmazdı…

Bugün iletişim bir yandan kolaylaşırken, uzaklık kavramı yakınlaşırken; birbirimizle yüzyüze görüşmek, beraber programlar yapmak zorlaştı. Hem tanımadığımız insanlar olsun herkesle bir saniyelik mesafe uzaklığındayız, hem de en yakın aile dostlarımızla bile paylaşım eksikliğinden dolayı birbirimize çok uzağız. Bunu yadırgamamak da lazım. Sonuçta hayat hızlı ve herkes kendi yolunda ilerliyor.

Günümüzde artık nasıl bir sanatçının bile web sitesi olması önemliyse ve nasıl bir iş yerinin web sitesinin kurulumu onun kurumsallığına dair bir fikir veriyorsa, kişilerin blogları da onlar hakkında bize ipuçları veriyor aslında. Ben bu yüzden bilgisayarla haşır neşir her yaştan insanın; okuduğu kitapları, izlediği filmleri ve tiyatro oyunlarını, katıldığı söyleşileri, yaptığı resimleri, çektiği fotoğrafları, yazdığı yazıları bloglarında paylaşmasını çok önemsiyorum. En azından ben kendi yakın arkadaşlarımın bloglarını takip ettiğim zaman günlerini nasıl geçirdiklerini öğreniyorum. Neler edindiklerini, neler ürettiklerini görüyorum. Kendimi onlarla sürekli iletişim halinde hissediyorum. Bildik atasözünü bu zamanda şöyle söylemek yanlış olmaz sanırım: “Bana blogunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim…”

Bizim Avrupa – 29 Aralık 2010