Ben De İsterdim Yaşamayı

Üniversiteden mezun olalı 14 sene oldu. Ama ben hala okulumu bitiremediğime dair sık sık kabuslar görüyorum. Rüyalarımda çoğunlukla sınava giriyor oluyorum. Ya yollardayım yetişmeye çalışıyorum ya da sınava hiç çalışmamışım. Üstelik alttan bir sürü dersim kalmış. Mezun olabilmem imkansız görünüyor. “Bunu aileme nasıl anlatacağım?” kaygısıyla dönüp duruyorum yatağın içinde.  Kendime geldiğimde, okulu çoktan bitirmiş olmanın rahatlıyla derin bir “ohh!” çekiyorum. Bir süre sonra benzer bir kabus gecenin karanlığında yeniden çöküyor üstüme. Sıkça olmasına rağmen hala alışamadım bu rüyaların varlığına. Her seferinde ilk kez görüyormuşum gibi etkisi altına alıyor beni. Demek ki okurken ne kadar baskı yaratmışım üzerimde ki, bir türlü atamıyorum içimden.

Bu seneki SBS (Seviye Belirleme Sınavı) stresi yüzünden, Ankara’da ilköğretim okulu 8’inci sınıf öğrencisi olan 15 yaşındaki Nazik Kıraç, adı gibi nazik olmadı kendi canına karşı. Üzüntüleriyle, korkularıyla, çaresizlikleriyle, acılarıyla kuşatılmış bedenini tavana astı. Bir elektrik kablosuyla, bağını kopardı bu hayattan. Mutfak masasının üstüne bıraktığı not her şeyi özetliyordu; “Sevgili ailem! Böyle olmasını istemezdim. Ben de isterdim bu dünyada yaşamayı… Ancak başarılı olamıyorum.”

Başaramamak! Benim de kabuslarımda boğuştuğum bu değil miydi?

Oysa okumakla yükümlü olduğum dört yıllık bölümü dört buçuk yılda bitirmiştim. Yani sadece yarım dönem uzadı. Alttan dersim yoktu. Sadece tez yazıyordum. İtiraf etmem gerek onu da evde oturarak rahat bir şekilde bitirmiştim. Üstelik danışman hocam Sami Güçlü’nün bana duyduğu güven, gösterdiği anlayış, yazdıklarıma ve fikirlerime karşı sergilediği takdir ifadeleri, bugün bile varlığını ruhumda idame ettirecek kadar kuvvetlidir. Onun sayesinde kendimi başarılı hissetmiştim. Kendisini her daim sevgi ve şükranla anımsarım.

Peki bitmiş bir kavga neden hala korkutuyordu beni? Geçip gitmek bilmeyen kabuslarımın kaynağı neydi?

Elbette Hayat Okulu hiç bitmiyordu. Bu zaten bu dünyada varolmanın en sevdiğim yanıydı. Ama Başarı Kaygısı dersinden bir türlü geçemiyordum besbelli. Albert Camus’un Sisifos karakteri gibi olamadığım zamanlar çoğunluktaydı maalesef. Sisifos, bir kayayı dağın tepesine çıkartmakla cezalandırılmış bir ölümlüdür. Tam çıkarmak üzereyken kaya aşağıya yuvarlansa da, Sisifos vazgeçmez, aşağıya inip yeniden dener. Her denemesinde düşeceğini bile bile çabalamaya devam eder. Sisifos başaramadığı için mutsuz değildir. Çünkü aslolan çabanın kendisidir.

Eğitmen, danışman ve koç olan Kemal İslamoğlu geçenlerde benim ilginç bir deneyim yaşamamı sağladı. Önce sordu, “Bir ucunu boynuna, diğer ucunu duvara yasladığın bir ‘ok’u, hiç dokunmadan kırabilir misin?” diye. “Yapamam,” demeyi sevmediğimden, “Olur,” dedim ve yapamayacağımı kabullenmek istemeyeceğimden Kemal İslamoğlu’nun gözetiminde ok kırmayı denedim. Derdim, “Biliyor musunuz, ben boynumda ok kırdım!” demek değil. Hatta daha evvel biri bana bunu yaptığını söylese, içinde küçümseme ve alaycılık barındırıcı cümleler kurmak isteyebilirdim belki de. Fakat okun kırılmasına saniyeler kala kafamın içinde öyle bir farkındalık yaşadım ki, “saçma” kavramı düşüncelerimde boyut değiştirdi.

İlk başta “Bunu daha evvel birileri yaptıysa, ben neden yapamayayım?” diyerek motive ettim kendimi. Bütün gücümle duvara doğru ittim boynuma dayanmış oku. Onu hiçbir şekilde kıpırdatamadım. Ne kadar sert olduğunu ve hiç değişmediğini fark edince, boynumdaki acıyı hissettim. Durdum. İşte o anda yapamayacağımı söyleyen sesler duymaya başladım beynimin içinde. Yalnız olsaydım cahil cesaretiyle yarattığım motivasyonumu çok kolay kırardı bu sesler muhtemelen. O zaman danışmanımın cahilliğimi bilgiyle doldurmaya çalışmak için, oku kırmayı denemeden evvel söylediği cümle geldi aklıma: “Sen bu oktan daha dayanıklısın.” Oku yeniden boynumdaki boşluğa yerleştirip tekrar denedim. Bir kere bu sefer daha başlamadan acıyı hissediyordum. Bu acı devam etmemi zorlaştırıyordu. Yine de acıya değil de oku kırmaya odaklanmaya çalıştım. Daha evvel kullandığım gücün aynısıydı tükettiğim. Ama bir fark vardı, acıyı hissettiğim anda kendimi bırakmadım. Acıya rağmen güç sarf etmeyi sürdürdüm. Kısa bir süre sonra okun esnediğini fark ettim. İşte tam o sırada bütün acı geçti ve ok nasıl olduğunu anlamadan kırıldı. Boynumda ne bir sızı ne de bir yara izi vardı. Esas mesele oku kırmak değildi, esnetebildiğimi hissettiğim anda onu kırabileceğimi anlamıştım zaten. Ne olursa olsun çabalamaya devam etmek gerekiyordu. Başarısızlık, başaramamak değildi; başarmaya çalışmaktan vazgeçmekti.

Fotoğrafçılıkta Pan Tekniği denilen bir çekim tekniği vardır. Hareket halindeki objeler Pan tekniği ile çekilir. Elinizdeki makinayı hareketli objenin hızında ve aynı yönde hareket ettirirsiniz. Böylece hareket halindeki nesne oldukça net çıkarken, arka plan hareket ve hızı yansıtacak şekilde karelenir. Elleri oldukça titreyen benim gibi biri için Pan Tekniği oldukça zor bir teknik.

panfircasi

2007 yılıydı. “Pan tekniğinin örneklerini araba, uçak, motosiklet, bisiklet karelerinde çok fazlaca gördük,” diye düşündüm. “Farklı ne yapabilirim?” derken; bir elime resim fırçası aldım, diğer elime fotoğraf makinasını. Oturdum bilgisayar sandalyesine ve kendimi döndürdüm. Böylece elimde duran fırça hareket halindeydi ve onu netleyip etrafı hızı yansıtacak şekilde boyamış oldum. Kendime “Benim elim titrer, ben başaramam,” demek yerine; “Başarmak için ne yapabilirim?” diye sormuştum. 2007 yılında bir fotoğraf sitesinde paylaştığım bu fotoğraf “Günün Fotoğrafı” seçildi.

Okulda başarılı olamadığımı gördüğüm kabuslar, bir gün geçer mi bilmiyorum ama Nazik Kıraç’ın acı mektubundaki gibi hemen hemen her gün şu cümleyi kurduğumu biliyorum; “Ben de yaşamak istiyorum.” Bunu başarmak için kaybettiklerimden çok, kazandıklarıma odaklanmayı tercih ediyorum.

Felsebiyat Dergisi / Temmuz 2012