Gönüller Bir Olsun

Bugün zihnimi susturup kendimle başbaşa kaldığımda, Mustafa dedemin hayali canlandı gözümde birden. Gözlerim ansızın yaşla doldu. Onu özlemekten daha çok, aklıma geldiği anda yüreğimi taşırırcasına dolduran sevinçtendi bu. Biraz da neredeyse 30 yıldır kendisini hiç hatırlamamış olmanın verdiği utanç da vardı tabi.

Mustafa dede benim dedem değildi aslında. Çocukluğumun en delidolu yoldaşı Mihrican’ımın dedesiydi. Daha çok bizde kalırdı. Tanıdığım en aydınlık yüzlü insanlardan biriydi. İsmimle seslendiğinde “Efendim?” derdim; ne de olsa diğer büyüklerim tarafından “Ha? Hı?” gibi cevaplar vermemem gerektiğini uzun çabalar sonucunda öğrenmiştim. Her “Efendim?” cevabının Mustafa dede için standart bir karşılığı vardı. Buruşmuş yumuşacık elleriyle kavradığı küçücük çenemi iki parmağının arasına sıkıştırır; “Efendiler nikahını kıysın,” diyerek gülümserdi. Bu seromoninin ne anlama geldiğini bilmezdim. Ama bunu söylerken öyle güzel bir enerjisi vardı ki, beni her seferinde gülümsetmeyi becerirdi.

İnsan uzak bir şehirde yaşayınca, aslında gerçekte mesafenin kilometrelerle ölçülemeyecek bir şey olduğunu fark ediyor. Şu anda yeryüzünde yaşamayan birini düşündüğünde, ışık hızından daha hızlı yanı başında belirebiliyor anısı. Düşüncesinin bile varlığı içini ısıtabiliyor. Oysa bazen yanı başında olan biri ile aranda binlerce kilometre uzaklık varmış gibi hissedebiliyorsun. Üşüyorsun o zaman. Çok üşüyorsun…

Bazense 20 yıldır görmediğin ve o zamanlar çok az tanıdığının biri ile yıllar sonra karşılaştığında, bakıyorsun hayat sizi aynı kıyıya vurmuş. Yaşanan bütün mutlu ve acı anlar benzer şekilde yoğurmuş ruhunuzu. Görür görmez hissediyorsun bunu. Daha önce kayda değer bir şeyler paylaşmamış olmanın önemsizliği beliriyor içinde o zaman. Çünkü bazen paylaştıkça uzaklaşır insanlar birbirinden. Nedeni sanırım bir türlü paylaşmayı beceremediklerinden…

Bu yüzden… Kimin uzakta, kimin yakında olduğunun pek bir önemi yok. Mesafeyi aşmak kolay, yeter ki gönüller bir olsun…