Hayattan Al Haberi

Herkesin kabus olarak gördüğü 2020 yılı bitti ve malumunuz yeni bir yıla girdik. Elbette ki bütün dünya adına sarsıcı ve can sıkıcı bir seneydi ama ben kendi hayatımı göz önünde bulundurduğumda bireysel anlamda 2020 yılını kötü geçirdiğimi söyleyemem. Hatta yaklaşık üç yıldır yoğun bir şekilde üzerine eğildiğim üretim sürecimin gittikçe artan bir ivme kazandığını deneyimledim. Büyük bir sonuç elde etmedim belki ama kendi sınırlarımın epeyce üzerine çıktım ve çıkmaya devam ediyorum. Ben dile getirmesem de -aldığım geri bildirimlerin de etkisiyle- bu söylediğimin dışardan gözle görülebilir olduğunu düşünüyorum. Krizi fırsata çevirdiğimi söyleyen bile oldu. Ben böyle ifade etmezdim gerçi. Bugüne kadar elime geçen fırsatları değerlendirebilen biri olsaydım şu an çok daha başka bir yerde olacağımı çok net biliyorum.

Benim hikayem biraz mecbur kalmakla ilgili. Acizliği sonuna kadar hissettiğim için bir çıkış yolu bulma çabasıyla başladı her şey aslında. Herkesin yaklaşık bir sene önce deneyimlediği duygularla ben üç sene önce yüzleşmek zorunda kalmıştım çünkü. Hatta yokluğu o kadar derin duyumsamıştım ki, artık var olmaktan başka çarem kalmamıştı. Kendimden daha fazla kaçmanın bir faydası olmadığını çok iyi anlamış; tüm korkularıma rağmen karşıma çıkan yolları değerlendirmeyi bırak, kendime resmen yeni yollar açmak zorunda kalmıştım.

Bugün etrafımda, yazdıklarımın sadece birkaç tanesini okuyarak bile ne kadar iyi bir kalemim olduğunu düşünen pek çok insan olsa da, aslında yazma dürtüsü benim için yine bir acizlik duygusuyla ortaya çıkıyor. Oldum olası bulunduğum ortamlarda kendimi ifade etmekte o kadar çok zorlanıyorum ki; suyun betonda ince bir açık bulduğunda sızarak ilerlemesi gibi, yazarak o duyguyu akıtacak bir yol bulmaya çalışıyorum.

Bazen o yolu bulmak hiç de kolay olmuyor. Bazen de içindeki su o kadar coşup taşıyor ki; hiçbir açığı olmayan bir beton bile olsa önünde, onu delip geçecek gücün oluyor.

Açıkçası son zamanlarda bu gücü bulmakta zorlanıyordum. Bu kadar üretken geçen bir yılın daha iyi sonuçlar getirmesini beklediğim için olsa gerek, yılın son haftalarında üzerimde biraz umutsuzluk bulutları gezmeye başlamıştı. Geçen sene niyetlendiğim kitap dosyamı hiçbir yayınevinin kabul etmemesi bu bulutlardan bir tanesiydi mesela. Yine de yeni bir dosya ile tekrar şansımı denemekle geçirdim son günlerimi. Ardından, bir süredir çok ciddi emek harcadığım Likya Sohbetleri’nin yaşantıma finansal katkı da sağlayacağına olan inancımın zedeleneceği olumsuz haberler aldım. Oysa bu inancımın yüksek olduğu çok yakın bir tarihte, Türkiye’nin en iyi kurumlarından birinden 10 hafta sürecek Sunuculuk ve Spikerlik Kursu almaya karar vermiştim. Madem hiç bilmediğim bir işe kalkışmıştım, madem Zoom üzerinden böyle bir imkanım vardı, madem hafta sonları tek başıma eve kapanacaktım; neden olmasındı ki. Fakat haberi gelene kadar olumlu olacağından neredeyse çok emin olduğum olumsuz gelişmeler sonrasında, yani yılbaşına sadece bir kaç gün kala “belki de artık bu kadar çabalamaktan vazgeçmeliyim, olmuyor işte,” demeye başlamıştım ki; gece yarısını geçmişti, ilginç bir teklif çıktı karşıma. Yılbaşında Moderatörlük!

Hayat’a inanırım. Biz ne kadar kör, sağır, dilsiz olsak da onun bizimle konuştuğunu düşünürüm. Kendini duyurmaya çalıştığını… Bazen bir çocukla anlatır derdini, bazen bir aşıkla, bazen sokakta yanımızdan öylesine geçen biriyle…

Yılbaşında moderatörlük teklifi üzerine hiç düşünmeden kabul ettim bu yüzden. Her şeyden önce kafamın üstüne çöreklenmiş bulutları bir anda dağıtan, odağımı başka bir yöne çeken bir teklifti sonuçta. “Doğru mu yanlış mı, acaba yapsam mı?” diye düşünmenin sırası değildi. Belki de hayatın bir bildiği vardı. Zaten yasak günlerle birleştiği için yılbaşında kızım da babasında olacaktı.

Bulutlar dağılınca, yılbaşından iki gün önce yılbaşı ağacını ortaya çıkartıp süsleme enerjisi kapladı beni bu sefer. Komşunun çocuklarını ve Likya Sohbetleri’nde son aylarda bana yardımcı olan sevgili arkadaşım Gülizar’ı çağırdım ve hep birlikte süsleyelim istedim. Daha çocuklar eve geleli iki dakika bile olmamıştı ki, kızım Duru’nun “Anne şişe kırıldı,” dediğini duydum. Ne şişesi demeye kalmadan; yerde yarım parça halinde, üzerinde Chopin resmi olan votka şişesini gördüm. Duru coşkuyla zıplarken büfeye çarpmış ve şişe o darbeyle yere düşmüştü.

Normalde kırılan eşyalara hiç üzülmem. Temizlik için iş çıktı diye sinir olurum sadece. Fakat o an resmen kalbimden bir parça koptu. Yaklaşık 25 sene önce Viyana’dan aldığım bu şişe, kimsenin anlayamayacağı bir şekilde benim için o kadar değerliydi ki. Babamın kendisine klasik müzik cdleri ve opera VHS kasetleri aldığı, Viyana’nın göbeğindeki hediyelik eşya dükkanında bu şişeyi gördüğüm an takılıp kalmıştım. Ona baktıkça sadece benim duyduğum bir müzik dinliyordum sanki.

Elimde şişenin neredeyse kusursuz biçimde ayrılmış iki parçasına bakarken, bir şey kırdığımızda babamın her daim rahatlatan klasik cümleleri çınladı kulaklarımda: “Canın sağ olsun kızım.” Ardından hayatın, “Artık geçmişi tamamen geride bırak Elif, her şeye sil baştan başla,” dediğini duyar gibi oldum.

Çocukların büyüdüğünde belki de hatırlayacağı ilk yılbaşı olacaktı. Kırılmış şişe parçalarını hemen kenara kaldırdım ve yeniden onların coşkularına katıldım. Neşe içinde ağacı süslediler. Hep birlikte kelime türetme, tıp gibi oyunlar oynadık. Yılbaşı gecesi ise; internet ortamı üzerinden de olsa adeta bir aile ortamı içinde hissederek -bir oyunla- hayata sil baştan başladım.

Sevgilerimle,

Didem Elif