Bana Blogunu Söyle

Kendimi bildim bileli defterlere yazılar yazardım ama günlük tutmaya karşıydım. Çünkü onu bir başkasının okuma ihtimali beni hep korkuturdu. Nitekim bu korkuda haksız da sayılmazdım. Ortaokuldayken Almanca öğretmenim için tuttuğum şiirsel defterim, başka bir derste (galiba Tarihçiydi) ele geçirildi. Sıranın altında karıştırdığım defterimi yakaladığında, onun yüzünde bir başarı, bende ise utanma duygusundan yola çıkan bir suçluluk ifadesi… Ders bitti. Hoca defterimle gitti. Bundan sonra ne olacaktı? Her şeyden önce Almanca öğretmeninin yüzüne nasıl bakacaktım? Defteri ona gösterecek miydi? Bir sonraki ders arasında defteri alan öğretmene gidip defterimi istedim. Tarihçi olmasa da benim için tarih olmuş bu zat (çünkü kendisini gerçekten hiç hatırlamıyorum), bana defterimi Müdür Yardımcısı’na verdiğini söylemez mi? Önce kafamdan aşağıya kaynar sular boşaldı, sonra o sular buz oldu ayaklarımdan beynime kadar beni uyuşturmaya başladı… Aradan bir hafta geçtikten sonra Müdür Yardımcısı’nın odasına çağrıldım. Nutkuna “Hepimiz öğrenci olduk, hepimiz geçtik bu yollardan…,” diye başladı okulumuzun en anlayışlı ve saygıdeğer Müdür Yardımcısı; tabii ki özel bir eşya olduğunu anlamış, tabii ki okumamıştı, tabii ki Almanca öğretmenimin bundan haberi yoktu ve olmayacaktı, ve tabii ki ben de bütün bunları yutmuştum. Bir daha ne günlük tuttum, ne de Almanca öğretmeni için şiir yazdım. Gene de Almanca en sevmediğim derslerden biri olduğu halde en yüksek notları o dersten aldım. Kabul etmek lazım ki iyi bir öğretmendi. Defterden haberi varsa ya da okumuşsa da hiçbir zaman renk vermedi.

Bu anı aklıma geldi çünkü artık günlük mantığını internetten direkt paylaşıma açan blog yazarlığı diye bir şey var. Hiç de yabana atılmayacak bir alan olduğunu itiraf etmek gerek. Üstelik bu sene Okyanus Yayınevi’nin sahibi Cem Mumcu sayesinde, “Dizüstü Edebiyat” adının verildiği blog yazarlarından oluşan seri fikri doğdu. Blogcu yazarlarımızın yazdıkları böylece okuyuculara kitap olarak sunuluyor. Ve bence samimiliği sayesinde de Pucca hem bu alanda bir ilk hem de en çok satan isim oldu. Baskı keyfi başkadır elbette. Kitap sayfalarının kokusunu hiçbir şeye değişmem. Bu konuda tutuculuğumdan ömür boyu vazgeçmemeyi umut ediyorum. Blogları takip edip, iyi blog yazarlarını keşfedip onlarla kitap hazırlığına giriştiği için Cem Mumcu’yu öngörüsünden dolayı tebrik etmek lazım. Az kitap okunan bir ülkede, blogların tutuluyor, okunuyor olmasında önemli bir detay var. Kullanılan üsluptaki samimiyet. Hiçbir zorunluluk olmadan, hiçbir sanatsal ve maddi kaygı duyulmadan, çalakalem yazılmış “içtenlik”.

Geçmişte benim de böyle bir şansım olsaydı, yani duygularımı yazmak için bir blogum olsaydı, ben de böylece bir rumuz kullanırdım. Fakat bu rumuzum bir şekilde açığa çıksaydı, Müdür Yardımcısı’nın odasına daha sık giderdim o kesin. Ve sanırım bu gidişler de o kadar masum nedenlerden ötürü olmazdı…

Bugün iletişim bir yandan kolaylaşırken, uzaklık kavramı yakınlaşırken; birbirimizle yüzyüze görüşmek, beraber programlar yapmak zorlaştı. Hem tanımadığımız insanlar olsun herkesle bir saniyelik mesafe uzaklığındayız, hem de en yakın aile dostlarımızla bile paylaşım eksikliğinden dolayı birbirimize çok uzağız. Bunu yadırgamamak da lazım. Sonuçta hayat hızlı ve herkes kendi yolunda ilerliyor.

Günümüzde artık nasıl bir sanatçının bile web sitesi olması önemliyse ve nasıl bir iş yerinin web sitesinin kurulumu onun kurumsallığına dair bir fikir veriyorsa, kişilerin blogları da onlar hakkında bize ipuçları veriyor aslında. Ben bu yüzden bilgisayarla haşır neşir her yaştan insanın; okuduğu kitapları, izlediği filmleri ve tiyatro oyunlarını, katıldığı söyleşileri, yaptığı resimleri, çektiği fotoğrafları, yazdığı yazıları bloglarında paylaşmasını çok önemsiyorum. En azından ben kendi yakın arkadaşlarımın bloglarını takip ettiğim zaman günlerini nasıl geçirdiklerini öğreniyorum. Neler edindiklerini, neler ürettiklerini görüyorum. Kendimi onlarla sürekli iletişim halinde hissediyorum. Bildik atasözünü bu zamanda şöyle söylemek yanlış olmaz sanırım: “Bana blogunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim…”

Bizim Avrupa – 29 Aralık 2010

Özlük Haklarımız Kalsın!

Tekel işçilerinin, 15 Aralık 2009 tarihinde Ankara’da başlattıkları eylemleri devam ediyor. Kar, kış, soğuk demeden tüm zorluklara dayanarak, inandıkları amaç uğruna sebat gösteriyorlar.

“Biz çalışmak, üretmek, rızkımızı kazanmak istiyoruz,” diyorlar. Ne güzel bir istek. “Biz bu işletmelerde üretim yaptık, yan gelip yatmadık,” diyorlar. Doğrudur. Şu anda da yaptıkları yan gelip yatmak değil zaten. Yoksa şu an sokaklarda değil, merhamet duygusuyla onlara yardım eli uzatacak bir yakınlarının sıcak evinde yatarlardı. Uğradıkları haksızlığı onlarla paylaşır, öfkelerini dağıtır, lanet okur, nefret saçarlardı. Oysa azimle inandıkları, hak ettikleri “özlük hakları” için direniyorlar.

Özlük Hakkı; genel memur statüsü içinde kişinin, kanunların öngördüğü şekil ve şartlarla bağlı olduğu hak olduğuna göre; merhamet istemiyorlar, ya da yardım dilenmiyorlar. Ve bunun için de en temel aracı kullanıyorlar: Özlerini! Zaten öz dediğimiz, bir “şey”in en kuvvetli bölümü değil midir? Başka ne, içinde bulundukları olumsuz şartlara, bu kadar büyük bir dayanma gücü verebilir?

İşçilerin bazıları soğuk yüzünden geceleri yakınlarındaki barda yatıyor. Bu bar, işçilere kucak açıyor, çorba veriyor, çay veriyor. Kapılarını kapatan camiler olduğu için, sabah namazı kılan bile oluyor bu barda. Sarhoşun girdiği yere, nur girer mi? Giriyor işte. Özlük hakkından vazgeçmeyen adam, namazını kılacak cami bulamadı diye inancından vazgeçer mi? Neticede barın kendisi değildir sarhoş yapan. İçeri girdi diye adamın kafası bulanmaya başlamaz. Elif Şafak’ın “Aşk” kitabındaki bir sahne yaşanıyor sanki. Şems nasıl gönderiyorsa Mevlana’yı meyhaneye, bir güç aynı böyle sokuyor nuru barın içine. İçki için değil elbet. Denize düşen yılana sarılırmış ya, işte o misal… Bir de düşenin dostu olmaz derler, oysa bar sahibi dost oluyor işçilere, yoldaş oluyor.

İşçilerin kontrolden çıkmaması için polisler başlarında bekletiliyor. Polisler işçilere, işçiler polislere üzülüyor, “üşüyorlar,” diye. Çaresiz haldeyken bile, empati yapabiliyorsa bir insan, kendini diğerinin yerine koyup, onun adına üzülebiliyorsa, kendi gibi olmayana düşman gözüyle bakmıyor, onun halinden anlayabiliyorsa, o insan ne kadar yücedir. Sanki gazetelerde bahsi geçen insanlar; gerçek hayat karakterleri değil de, roman karakterleri gibi. Umarım bu hikayenin sonu onlar adına güzel biter.

Bizim Avrupa / 30 Ocak 2010

Sus Yoksa Ağzına Biber Sürerim

Polis 17 Aralık 2009 günü, Abdi İpekçi Parkı’nda üç gündür eylem yapan Tekel işçilerine ve onlara destek vermeye çalışan milletvekilleriyle öğrencilere; biber gazı, gaz bombası ve su ile müdahale etti. Eylemi bu şekilde dağıttı. Doğrusu manzara içler acısıydı. İşçilerin Ak Parti Genel Merkezi’ne ilerlemeye kalkışmasıyla başladı her şey. Tazyikli sudan etkilenen işçilerin bir kısmı parkta baygınlık geçirdi, bir kısmı polisten kaçmak için bu soğukta parkın havuzuna girdi. İşçilere destek vermek için eylemcilerin yanında bulunan milletvekilleri de bu uygulamadan nasibini aldı. İnsanların gözlerine sıkılan biber gazı, eylemi dağıtmada etkili bir araç oldu şüphesiz.

Tekel işçilerinin esas derdi nedir? Ne olabilir? Aş, iş. Haklarını korumak için eylem yapanlara müdahale edenler ne diyor? Eylemleri yasal değilmiş. Provokasyona alet edilmişler. Böyle bir müdahale yapmazlarsa daha sıkıntılı günler bizi bekliyormuş.

Sorunlarımız böyle biber gazlarıyla korkutularak çözülecekse, kesinlikle bizi daha sıkıntılı günler bekliyor. Ama merak etmeyelim. Sıcak evlerimizde otururken, gözümüz alışır nasılsa yakında bu manzaraya da. Çekirdek çıtlatarak izlemeye bile başlayabiliriz haberleri. Ha bir de yanına mısır patlağı iyi gider doğrusu. Aksiyon filmi izler gibi seyrederiz.

Çocuklar istenmeyen şeyler söylediğinde, ebeveynleri tarafından korkutulmak için “Ağzına biber sürerim senin!” sözü kullanılır. Korkutarak insan susturmak bizim alışık olduğumuz bir sistem yani. Oysa bilinçli davranış konuşmayı gerektirir. Çocuklarıyla konuşarak onlara yol göstermeyi seçen anne baba, çağdaş bir insan kazandırıyor topluma.

Çıplak Kral masalı herkes tarafından bilinir. Giyim kuşamına pek düşkün kral, terzinin oyununa gelir. Tezi diktiği elbiseyi sadece aptalların görebileceğini söyleyerek, gerçekte olmayan bir giysi giydirir krala. Aptal yerine konmamak için, kralı çıplak gören halk sessiz kalır. Ta ki bir çocuk “Kral çıplak!” diye haykırana kadar, kimse cesaret edip krala gerçeği söyleyememiş. Aptal olmaktan korkan kral ve halk daha da çok aptal durumuna düşer. Nihayetinde kral, çocuktan alır haberi! Bu bir masal elbette. Ama gördükleri ve duydukları hakkında bu kadar açık ve dürüst bir çocuğun diline biber sürüp susturan olsaydı, gerçeği kimse belki de itiraf etmeyecekti.

Acı biberlerle mi susturulmalı çocuklar? Biber gazlarıyla mı dağıtılmalı hak arayan meydanlar? Sorunlarla karşılaştığımızda bulabildiğimiz çözüm yolu bu mu? Duymak istemediklerimizi duymaktan kaçtıkça, sorunlarımız daha çok büyüyor. Geçici çözümler bu yöntemler. Bunu değiştiremediğimiz sürece; toplum olarak geride kalmaktan kurtulamayacağız gibi gözüküyor.

Bizim Avrupa / 18 Aralık 2009

Vampir Kim?

Bu yaz Vampir adında yeni bir oyun öğrendim. Aslında eski bir oyunmuş, fakat ben daha önce ismini bile duymamıştım. Doğrusu tatil günlerinde kalabalık bir grupla gecenin geç saatlerinde oynamaya başladığımız Vampir, pek de öyle neşeli bir oyun sayılmaz. Tersine psikolojik olarak insanı çok yoran, suçlamaya yönlendiren, paranoyak yapan, yalana teşvik eden; zihnin algısını bozan, kişinin güven duygusunu sarsan bir eğlence. Eğlence diyorum, çünkü bütün bu olumsuz semptomlara rağmen inanmayacaksınız ama eğleniyorsunuz.

Vampir oyununu her yerde oynamanız mümkün. Oynamak için sadece gerekli olan; kişi sayısı kadar küçük kağıtlar ve bir kalem. Küçük kağıtlardan birine Vampir yazılıyor, diğerlerine de köylü. Herkes bir kağıt seçiyor. Köylülerin amacı Vampir’i bulmak ve tabiki Vampir’in amacı da köylüleri öldürmek. Kimse bir diğerinin kağıdında ne çıktığını bilmediğinden, herkes birbirine Vampir kuşkusuyla bakıyor. Ortada hiçbir bulgu yokken sırf davranışlarınızdan, belki sadece bakışlarınızdan birileri sizden şüpheleniyor ve bunu dile getiriyor. Ya da siz şüphelerinizi ortaya koyuyorsunuz. Emin olmadığınız kişileri Vampir olmakla suçlayabiliyor, olmadığınız halde Vampir olmakla itham edilebiliyorsunuz. Saldırıya uğramış olanlar elbette kendilerini savunuyorlar. Vampir olan kişi gerçekten masumu iyi oynuyorsa iş o zaman çok zorlaşıyor. Oylama yapılıyor. Çoğunluğun seçtiği kişinin kağıdını açması isteniyor. Eğer kağıdından Vampir çıkarsa köylüler oyunu kazanıyor. Ama eğer köylü çıkarsa, bir masum köylüyü öldürmüş oluyorlar. Ve o kişi oyunu terk ediyor. Masum birini oyundan çıkarmanın vicdan azabını duyuyorsunuz bir yandan. Ama çok çabuk başka birine vampir suçlamasını getirebiliyorsunuz.

Masum köylü ölünce bir daha hiç konuşamıyor. Fakat oyunu terk etmeden önce tüm oyuncular gözlerini kapatıyor. Ölen köylü vampir olanın gözünü açmasını ve masum bir köylüyü göstermesini istiyor. Böylece vampirin işaret ettiği kişi de ölüyor. Herkes gözünü açtığında ilk ölen köylü, öldürülen diğer köylüyü herkese açıklıyor. Böylece bir kişi daha oyundan çıkıyor. Vampir bulunana kadar oyun böyle devam ediyor.

Oyun boyunca kafanız hep karışık. Masumlar ölüyor. Suçlu içinizde. An geliyor en yakın arkadaşınızdan, hatta eşinizden bile şüphe duyuyorsunuz. Vampir sizseniz, hiç acımadan siz öldürüyorsunuz birilerini ya da ölmelerine bile bile göz yumuyorsunuz, sırf oyunu kazanmak için.

Çok anlamsız bir oyun gibi gözüküyor okurken biliyorum. En azından ben kuralları ilk dinlediğimde böyle düşünmüştüm. Ama oynarken hayatın gerçekleriyle yüzleşiyorsunuz. Ve yaşamakla ölmek söz konusu olduğunda ne kadar yalnız olduğunuzu fark ediyorsunuz bir kez daha.

Türkiye, kurulduğundan beri çok ilginç olaylar yaşamış bir ülke. Gün geldi başbakanını astı, gün geldi öğrencisini. Gazetecisini de suikasta kurban verdi, iş adamını da. İçlerinde sanat tarihçisinin bile olduğu birçok faili meçhul cinayetler gördü.

Uzun zamandırsa Ergenekon üzerine duyuyoruz, okuyoruz, konuşuyoruz. Bir sürü isimler anılıyor, haklarında pek çok şey söyleniyor. Karanlık konular giderek aydınlanıyor. Ya da aydın sandıklarımızın karanlık yanlarını öğreniyoruz. Kafamız iyice karışıyor. Çoğu zaman neye, kime inanacağımızı bilemiyoruz. Galiba yıllarca birçoğumuz inanmak istediklerimize inandık, politika söz konusu olduğunda. Sanırım bundan sonra da böyle olacak.

İçimizde gerçekten vampirler var. Buna kuşku yok. Hatta galiba boyutları düşündüğümüzden bile büyük. Ama bir taraftan da hep soruyorum kendime: “Masum birileri de bu arada kurban gitmiyor mudur?” diye. İçimdeki ses; “Mutlaka gidiyordur,” diyor, “her zaman yaşın yanında kuru da yanar.” Üstelik bu bir oyun da değil. Ortada bir eğlence yok. Maalesef yine de Türkiye Cumhuriyeti’nde bir sürü oyunlar dönüyor. Peki ama gerçek vampirler kim?

Bizim Avrupa / 26 Ağustos 2008

Dünyanın En Sıcak Günü

Haberlerde son on yılın en sıcak günü demelerine rağmen, çıktım yine de Çarşamba günü sokağa. Aciliyeti yoktu işlerimin, ama içimdeki arı dedi ki bana;
“Bugünün işini yarına bırakma.” İyiki de bırakmamışım.

Bir gece öncesinden yapmıştım programı. Yapayalnız koskaca bir gün geçirmeyi planlıyordum. Sabah erkenden kalkacak; Kadıköy’e inip işlerimi halledecek; hazır inmişken Kadıköy’e, hem kitap alıp hem de kitap okuyabileceğim büyük kitapçılardan birine gidecektim. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı tabii…

Evden tam çıkmak üzereydim ki telefon çaldı. Annemin biricik sesi, evinin bahçesinde beni bir şeyler içmeye çağırıyor. Ne iyi fikir, ama arı işini ertelememekte kararlı. Allahtan bunu en iyi anlayacak kişiyle konuşuyorum.
“Ben de geleyim seninle,” diyor.
“Olur gel,” diyorum hiç düşünmeden.

Kitaplara bakarken yanımda birinin olmasını hiç sevmem. Rahatça bakmak isterim çünkü. Ayrıca yanımda başkası varken nasıl kitap okuyabilirim ki? Arıyla, kitap üzerine yaşayacağım yalnızlık planlarını ertelemekte, hemfikiriz bu sefer. Nede olsa o da annemi en az benim kadar seviyor.

Hakikaten bunaltıcı bir sıcak var sokakta. Asfalt yüzümüze yapıştı yapışacak. İşlerim halledilirken beklediğimiz yerlerde annem yanımda gezdirdiğim uğur böceği gibi. Sıcaktan hiç sızlanmadan şans dileyip duruyor yanıbaşımda. Herşeyi yoluna koyduktan sonra,
“Hadi yiyecek bir şeyler alalım, gidip bizim bahçede oturalım” diyor. Gene iyi fikir diye düşünürken gözüm Mine Cafe’ye takılıyor:
“Anne bak! Buranın özel bir mantısı var. İstersen burada yiyelim öyle gidelim bahçeye. Yıllardır gelmedim buraya,” diyorum. Annem bir, kafenin bahçesindeki bomboş sandalyelere; bir de, bana bakıyor kuşkuyla.

“Nasıl mantı?”
“Sosyete Mantısı.”
“Sosyete nasıl oluyormuş?”
“Normal mantı değil. Gözleme gibi. Üzerindeki sos mantı sosu sadece. Değişiklik olur bizim için bence. Ne dersin?”

Gözlerindeki kuşku devam ediyor ama ağzı,
“Olur,” diyor, “oturalım.”
Onun içindeki arı da beni seviyor olmalı…

Gözlemeler yani Sosyete Mantıları gelene kadar annemin mekandaki huzursuzluğu devam ediyor. Neyse ki en az benim kadar beğeniyor yediğini.
“Haklıymışsın,” diyor ama sorgulamaya devam ediyor hala, “burası neden bu kadar boş?”

Kafe sahipleri sanki bunu duymuş gibi, ki duymalarına imkan yoktu, yanımızdaki masaya kuruluyorlar ailecek. Anne, baba ve kafeye ismi verilen kızları Mine. Bizim yediğimizin bir başkasını yiyerek yudumluyorlar çaylarını. Annemin onlara,
“Çayınız taze mi?” diye sormasıyla biz de çay söylüyoruz. Kızı çayları getirirken bu sefer anneye soruyor annem mekanın boşluğuyla ilgili sorularını. Ve öylesine atıştırmak için uğradığımız bu yerde saatlerce sürecek sohpetimiz başlamış oluyor.

“Cuma günü son günümüz. Kapatıyoruz,” diyor kadın. Sadece kafeyi değil İstanbul’u kapatıyorlar hayatlarında, Datça’ya yelken açmak üzere. Her yaz Datça’ya gitmek ve mümkün olduğunca uzun kalmak için çırpınan ben, iki kez şaşırıyorum bu habere. Annemin yüzünde kuşkudan eser yok. Eski bir komşusuna kavuşmuş gibi mutlu ve rahat. Evinin bahçesi gelmiyor aklına artık.

Datça’nın ve Sosyete Mantısı’nın hakim olduğu muhabbetin en koyu yerinde bize doğrulan ince ve yaşlı bir sese doğru yöneliyoruz hepimiz:
“Gözlemeniz var mı gözlemeniz?”

Bastonuyla yavaş yavaş yürürken ağzında bir şeyler mırıldanıyor. Benim dışımda herkes söylediklerini anlıyor galiba. Yüzüne takılmış durumdayım. Gözleri ışıl ışıl. Teninde yaşamının haritası.

“Hem gözleme yemek istedim, hem de şunun bir tarifini alayım sizden,” diyerek oturuyor kafe sahibinin masasına. Haklısın teyzecim öğrenmenin yaşı yok!

Muhabbetimiz bir kişinin daha katılımıyla devam ediyor. Çok üzülüyor o da kafenin kapanacak olmasına. Defalarca gittiği haccı; kocasını ve oğlunu kaybettiğini; yalnız yaşadığını; depremde Yalova’da binadan tek canlı kendisinin çıktığını; Albay eşi olduğunu; her gün üşenmeden Fenerbahçe Orduevi’ne gittiğini anlatıyor. Bir yandan da tadına doyamadığı gözlemeden bolca sipariş veriyor, evde ısıtıp yemek için. Hayata bağlılığını sevgiyle dinliyoruz. Kalkarken,
“Gitmenize çok üzüldüm, artık seneye görüşürüz,” diyor 85 yaşındaki teyzem. Yaşamaya kesinlikle kararlı. Onun arısı iyi çalışıyor olmalı. Kafenin sadece yaz için kapanacağını sandığını anlıyoruz kurduğu cümleden.

“Seneye yokuz. Temelli gidiyoruz Datça’ya.”

Teyzemin gözleri doluyor:
“Keşke daha önce gelseydim. Şuracıkta oturuyorum. Ama hergün geçerken sizin için dua edeceğim,” diyerek, merdivenleri çıkmasına yardım desteğimizi reddedip, yavaş yavaş mekanı terk ediyor.

Bir süre sonra biz de kalkıyoruz, birbirimizin hayatlarına dair güzel dilekler dileyerek.

“Hadi kocanı ara, bize gidelim, bahçede otururuz.”

Bu sefer daha da iyi fikir annem benim! Çünkü haberler doğruymuş, bugün dünyanın en sıcak günü….

Bizim Avrupa / 28 Haziran 2007

Bak Şu Konuşana

Dönem dönem televizyonda izlemeye tahammül edemediğim şahıslar ya da programlar olmuştur. Burada ismini telaffuz edecek olmaktan bile vicdan azabı duyacağım Ajdar da, bugünlerde bunlardan biri. Kendini sanatçı hatta hiperstar olarak nitelendiren, ne kulağa ne göze hitap etmeyen bu şahısa zerre kadar kızamıyorum doğrusu. Bütün öfkem onu programlara çıkartanlara. Bu yolla bir yandan kendisiyle dalga geçip kendilerince eğleniyorlar, diğer yandan da onun popüleritesini artırıyorlar. Niyetim kimsenin ekmeğiyle oynamak değil, ancak ilerde ekmek kavgasına girişecek çocuklarımızın böyle örneklerle uyutulmasına da gönlüm razı olmuyor. Çünkü gerçek hayat bu değil.

Yazık ki televizyon kutusunun sanatla yakından uzaktan bir alakasını olmadığını uzunca bir süre önce öğrenmiş durumdayım. (Bunun en güzel örneğini Sezen Aksu hepimize gösteriyor aslında. Yıllardır ekranlara hiç çıkmamasına rağmen şarkıları dillerden düşmüyor.) Ama artık günümüzde haber programları bile eğlence programı formatında. İzlenebilecek kalitede programlar ise nerdeyse gece yarısından sonra başlıyor. Çalışan bir kadın olmanın en güzel yanlarından biri, gündüzleri yayınlanan kadın programlarına hiç rastlamıyor olmak. Eskiden onların yerine kötü mü kötü Meksiya ya da Brezilya dizileri yayınlanırdı. Daha çok ev kadınlarının ve çocukların ekran başına oturduğu bu saatlerde, dört köşeli iletişim aracımız neden bu kadar bilinçsizce kullanılıyor anlamıyorum.

Bunların yanı sıra bir şeyi kabul etmek gerekir ki, işitme engelliler için yapılan tek bir program türü var. O da magazin programları. Eskiden beri vasat olan magazin programlarındaki altyazılar sayesinde evde 100 kişilik parti varken bile, bu önemli haberlerden geri kalmamak mümkün. Ama toplam üç haber, 1 saat boyunca ellişer defa gösterilince biraz zeka deforme oluyor tabii.

Son zamanlarda birbirinin benzeri tartışma programları başladı. Dört ünlü kişinin bir araya gelip, bütün bir hafta boyunca kanallardaki en ilginç buldukları konuların tartışıldığı bu programlar da, magazinsel olmaktan öteye gidemiyor. Bazen bu kişiler birbirlerinin üzerine kahve dökerek haberlerde bile yer alabiliyorlar. Böylece en tuhaf, en ilginç belki de en garip kendileri oluyorlar.

Başladığında tam anlamıyla bir furyaya dönüşen Popstar Yarışması da yeniden gündemi doldurmakta. Alaturka Popstar yani Türk usulü müzik, yine dört ünlü kişiden oluşan jürinin, yarışmacıları eleştirdiği ve oylama sonucu her hafta bir yarışmacının elendiği bir program. Müzik keyfi açısından lafım yok doğrusu, ancak şu da var ki müzikten çok jürinin konuşmalarını dinliyoruz.

Bence son yapılan televizyon programları ve reytingler öyle gösteriyor ki, biz millet olarak konuşmayı ve konuşanı çok seviyoruz. Hele boş konuşana hayran hayran bakıyoruz. Eskiden dinlemeyen bir toplum olduğumuz söylenirdi. Galiba bunları izleye izleye biz dinlemeyi öğrendik. İyi ama ufacık tefecik içi dolu fıçıcık olan büyülü kutudaki bu görüntü kirliliği ne zaman sona erecek?

Bizim Avrupa / 26 Aralık 2006

Dönüş

Hastalıklarla fazlaca boğuştuğum yaz günlerinde dişçiye de gitmeyi ihmal etmedim. Çok uzun bir aradan sonra bu alanda ilk kez gittiğim bu doktora yoksa diş doktoru mu demeliydim? (Sanırım dişçi daha amiyane bir tabir oldu. Bu yüzden bundan sonra diş doktoru tabirini kullanmayı tercih edeceğim.) Uzun zamandır derken yabana atmayın, 17 yıldan bahsediyorum. En son 13 yaşımdaydım. 4 ya da 6 tane dolgu yapılmıştı.

Sağlık sektöründe hastalar açısından en korkulan bölüm budur sanırım. Öyle olmalı ki, doktor benle tanışır tanışmaz korkup korkmadığımı sordu. Ve muayenemiz boyunca bu soruyu tekrar edip durdu. Korkmuyordum. Kaldı ki hiçbir acı hissetmiyordum, neden korkacaktım ki. Ama diş doktoruna 17 yıldır gitmedim diye, çok mükemmel dişlerim vardı sanmayın. Tersine bir sürü çürük çıktı.

17 yıllık yokluğumda Diş Sağlığı sektöründe epeyce gelişme olmuş tabii. Bana en ilginç gelen; ağzıma sokulan bir aletle, anında dişlerimin filminin çekilmesi ve yine anında bilgisayara aktarılabilmesi. Koltukta oturmuş şaşkın şaşkın bir monitördeki dişlerime, bir doktora bakıyordum. Bir ara doktor ve asistanı hiç bilgisayar görmediğimi sandılar sanırım. Halbuki ben o ara, bilgisayarın ağzımıza kadar girdiğini düşünüyordum.

Yaz dönemi boyunca, elbette ki pek çoğumuz kısa süreliğine de olsa tatile gittik. Ama tatilin geri kalan kısmında, özellikle sıcağın tahammül edilemez günlerinde İstanbul’u yaşamak epeyce zordu. Anadolu yakasının Atatürk Kültür Merkezi (AKM) sayılan Caddebostan Kültür Merkezi (CKM), serin mekanıyla aslında tam yazı İstanbul’da geçirenler içindi bence. Çünkü CKM’nin içinde; 660 Kişilik Dev Konser Salonu, 2 ayrı tiyatro salonu, 8 sinema salonu, Sanat Galerisi (Sergi Salonu), D&R Mağazası ve Hayal Kahvesi’nin şubesi var. Dolayısıyla sinemaydı, kitaptı, çay kahveydi derken, CKM’de tüm gününüzü geçirmek bile mümkün. Tabi sadece yazın değil kışın da burası ideal mekanlardan biri bence.

Ve yaz bitti, tatillerden dönüldü, okullar açılmaya başladı artık. İçinde olduğumuz şu sonbahar sanki herkes için bir dönüş zamanı. Kiminiz yaz boyu dinlenmiştir, capcanlıdır; kiminiz birilerini ya da bir şeylerini geride bırakmıştır, hüzünlüdür; kiminiz kavuşmuştur, sevinçlidir; kiminiz kaybetmiştir, üzgündür. Ama herkes dönmüştür. Çünkü hayat da dünya gibi döner. Bize, yaşama dair verdiği tüm fırsatlarıyla sürekli döner. Ben de yaşamdan paylaşmak istediklerimi sizlere aktarmak için kendi dönüşümü yaşıyorum.

Ne de olsa dönmek zamanı.

Bizim Avrupa / 21 Eylül 2006

Su Akar Güldür Güldür, Tuvaletler Yüzümüzü Güldür

Son yıllarda sıklıkla sağlık uzmanları tarafından, her gün içmemiz gereken su miktarı söylenip duruyor. Normal bir insanın her gün en az 1 litre su içmesi gerekirken, diyet yapılması söz konusu ise -ki kadınların ömrünün yarısı diyetle geçiyor- bu miktar 3 litreye kadar çıkabiliyor. Bu anlamda su içme eylemi, bana hep “İşleyen Demir Işıldar” atasözünü hatırlatır. Su içmek, böbrek ve bağırsakların işlevini artırarak vücudu toksin ve artıklardan temizliyor. Ayrıca böbrek taşı oluşmasına da engel olabiliyor. Bunlar gözle görülebilir işlevler olmayabilir ama su içtikçe tuvalete daha sık gidilir olması, bence işleyen demirin ışıldadığının en bariz göstergesi. Belli ki su içtikçe, böbrek normal durağan durumundan daha çalışır duruma geçiyor.

Bol bol su içtik ve böbrekleri daha çalışır hale getirdik diyelim, peki işleyen demirin ışıldama faaliyetini gerçekleştirdiği tuvaletlerimiz acaba ne kadar ışıldamakta? Vücut sağlığında en önemli şeylerden birinin hijyen olduğunu, bulaşıcı birçok hastalığın en çok tuvaletlerden yayıldığını hepimiz biliriz. Bu anlamda kendi evinin dışında tuvalete girmek, özellikle kadınlar için işkence gibidir.

Son yıllarda cafe ve restoranların tuvalet temizliğinde ciddi bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Geçen yaz 15 gün boyunca Ege ve Akdeniz kıyılarının değişik bölgelerinde konaklayarak gezmiş biri olarak belirtmeliyim ki; özellikle bu bölgelerde tuvaletler kabus olmaktan çıkmış. Hatta bir keresinde ismini hatırlayamadığım salaş bir meyhanede, sanki tuvalete giren ilk kişi benmişim hissine kapıldığımı da söylemeden edemeyeceğim. Bu durum hakikaten halkımızın bu konuda bilinçlendiğini gösteriyor. Tabii bu alandaki teknolojik gelişmelerin payını da göz ardı etmemek lazım.

Her kullanımda değiştirilen klozet örtüsü, bence yüzyılın en güzel icadı. Kumarhanedeki para döken makinaların koluna benzer bir kol, tam klozetin yanında bulunuyor. Bir iki kez bu kolu aşağıya doğru çekince para değil belki ama, yepyeni klozet örtüsü geliyor. Bir de elinizi uzatmanızla otomatik çıkan kağıt havlu makinaları var. Sensör mantığıyla çalışan bu makinalar sayesinde, kağıt havlu hem ilk kez sizin elinize değmiş oluyor, hem de ihtiyacınız olan kadar kullandığınız için, tüketimi daha verimli hale geliyor.

Etrafımızda bu yeni teknoloji şaheserlerinin giderek yaygınlaştığını gördükçe, tuvaletlerde bir standart yerleşmeye başladığını düşünüyorum. O zaman bunun hakkını vermek için, bize de bol su içmek düşmez mi sizce de?

Bizim Avrupa / 30 Mayıs 2006

Erdal Öz’ün Anısına

Haftasonu. Pazar günü. Sapanca’dayım. Eşimi sürüklemişim sabahın köründe, “Kahvaltıyı Sapanca’da yapacağız bu hafta,” diye. Üniversiteden arkadaşım karşılıyor bizi. Güzel bir yerde kahvaltı ediyoruz. Manzaramız; Sapanca Gölü. Hiç gazete okumuyorum o gün. Hiçbirimiz okumuyor. Aklımıza defalarca geliyor, ama elimiz gitmiyor. TV yok. Sohbet koyu. Hayattan bir günlüğüne kopmuşuz. Ama sanki hiç olmadığımız kadar hayattayız. Arkadaşımın kardeşi geliyor; bizi Kırkpınar’da çok güzel bir yere bırakıp, kendi hayatına geri dönüyor.

Bir yandan geçmişimi ve geleceğimi bağladığım bu iki insanla olmaktan mutluyum; bir yandan da, o kadar harika bir yerdeyim ki, yalnız kalmak istiyorum. İskelenin en ucunda duran, göle çevrili sandalyede saatlerce oturup, tek başıma kitap okumak… Bu sahneyi kafama kazıyıp, geçmişim ve geleceğimin birlikteliğinin keyfini çıkarıyorum. Güzel bir günün sarhoşluğuyla dönüyorum İstanbul’a. TV’ye kesinlikle o gece yer yok. Pazartesi’ye bile devrediyorum keyfimi.

İşe giderken Zincirlikuyu’dan geçiyorum her zamanki gibi. Zincirlikuyu Mezarlığındaki ‘Her Canlı Ölümü Tadacaktır’ yazısına kayıyor gözüm. Bu yazıyı sevmediğimi ve her gün bunu görmenin ne kadar sinir bozucu olduğunu düşünüyorum. Yazmalıyım bunu, hatta Bizimavrupa’da yazmalıyım.

İşyerindeyim. Masama oturuyorum. Kulağımda başka bir arkadaşımın sesi. Gözüm masadaki elle yazılmış bir kağıt parçasına kayıyor. Bütün sesler siliniyor o anda. Hiçbirşey duymuyorum. Erdal Öz’ün vefatı için başsağlığı yazısı. Gazeteye faks çekmişler belli ki. Arkadaşım susmuş. Konuşma sırası bende mi?

“Bir dakka! Dinlemiyorum ben seni. Erdal Öz ölmüş! Can Yayınları’nın sahibi.”
“Evet biliyorum. Sen de biliyorsun sanıyorum. Dün hep haberlerde vardı.”
“Hayır bilmiyordum.”

Ona veda için Yeni Melek Gösteri Merkezi’ndeyiz. O, sahnedeki kocaman fotoğrafından, tüm sıcaklığıyla bize gülümsüyor. Yine böyle bir tebessümle, okumamı söylediği kitaplar aklıma geliyor. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asıldığı günde öldüğünü öğreniyorum. Yazdığı Gülünün Solduğu Akşam’ını düşününce, sanki bilerek seçmiş ölmek için o günü. Diğerlerinin ölüm gününe karar veren ise; biz insanlık!

Arkadaşları sahneye çıkıp konuşuyor; dostları, yakınları, yazarları… Ünlenmiş yazarlar; Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Doğan Hızlan, Pınar Kür, Oya Baydar, başkaları… Oğlu Can Öz… Herkes zor konuşuyor. Ölümün karşısında; kim, ne konuşabilir ki? Hele ki, o kişi konuşulanları duyamayacaksa… Aynen böyle diyor Can; “Ne anlamı var ki, babam onun hakkında söylediklerimi duyamayacaksa. ‘İyi konuştun,’ diye enseme vurmayacaksa…”

O yüzden burada benim ne hissettiğimi söylemem de anlamsız geliyor…

Hayat devam ediyor… Kızmıyorum bu sabah Zincirlikuyu Mezarlığı’nın önünden geçerken. Ne de olsa, ölüm hep yanıbaşımızda… Yolun orta yerinde, gözümüze sokarcasına büyük harflerle, her gün bize o yazının bunu hatırlatması lazım.

Başımız Sağolsun! Tanıdıklarını kaybeden herkesin başı sağolsun!

Bizim Avrupa / 12 Mayıs 2006

Lale Biter Gül Başlar

İstanbul’a dikilen 3 milyon lale üzerine olumsuz bir sürü şey söylendi, ama itiraf etmeliyim ki; Emirgan dışında da, İstanbul’un birçok bölgesine lale dikilmesine, ben şahsen çok sevindim. En sevdiğim çiçeğin lale olmasının, böyle düşünmemde çok büyük bir etkisi var tabi ki. Yıllardır bir lale bahçem olmasını hayal ederken, bugün en sevdiğim şehir; İstanbul’um, lalelerle doldu. Üstelik başka başka renklerde… Keyfime diyecek yok doğrusu.

Lalenin ömrünün çok az olmasının, ve lale soğanının birçok çiçek tohumuna göre pahalı olmasının, Büyükşehir Belediyesinin bu yıl yaptığı lale masrafını gereksiz gösterdiğini biliyorum. Lalenin ömrünün çok az olması, aslında onu özel yapan bir özellik. İstanbul’un her yanının lalelerle donatılması da; zaten güzel olan İstanbul’u, geçirmekte olduğumuz bu ayda, daha da özel bir şehir haline getirdi, diye düşünüyorum. Bu bana, badem ağaçlarının Şubat ayında beyaz çiçekler açtığı, Datça’yı anımsattı. Türkiye’nin birçok bölgesini kar beyazlarla kapatırken, Datça’yı beyaz badem çiçekleri kaplıyor.

Lalelerin açtığı bu kısa dönemde, İstanbul’da uluslararası bir festival düzenlense; lale için harcanan para, elde edilecek gelir karşısında hiç de göze batmazdı. Hatta bana kalsa, ben lalelerin hepsini pembe seçip, bütün İstanbul’u pembeye boyardım. Bu kısacık döneme de Pembe İstanbul derdim. Turizm patlamasını hedefleyeceğim bu projeden önce, trafik sorununa biraz çözüm üretmek gerekirdi tabii. Yoksa nüfüsu kısa süreliğine bir hayli artacak şehrin durumu, hiç de pembe bir tablo çizmeyebilir.

Bahar mevsimlerin en güzelidir. Baharın gelmesinin en güzel göstergesi de doğada açan çiçeklerdir: Erguvan, Filbahri, Akasya, Sümbül… ve Bahardalı, Lale, Gül…

İstanbul’da; İngiltere, Fransa, Almanya gibi birçok Avrupa ülkelerinde mevcut olan, yılın 10 ayında çiçek açan, her renkte binlerce gülün bir arada olduğu bir bahçe var: Göztepe Gül Bahçesi. Burada, isimleri metal plakalara yazılmış, 100’den fazla çeşitte gül bulunuyor. Leonardo Da Vinci, James Pereire, Frederic Mistral, Orange Symphonie, Paul Ricard, Corneila, Jade, Zambra, Atoll bu gül çeşitlerinden bazıları. Şu anda tomurcuklanan güller kısa bir süre içinde açacak. Belki de tam da lalelerin ömrünün bittiği günlerde, Göztepe Gül Bahçesi güllerle çoşacak.

Yaşınız ne olursa olsun, “Baharda, Göztepe Gül Bahçesi’ne mutlaka uğrayın,” derim ben. Sevgilinizle gidin; eşinizle, çocuğunuzla, annenizle, dedenizle ya da torununuzla… Ama mutlaka gidin. Çünkü bazı şeyler anlatılamaz, bizzat gidip görmeniz gerek.

Bizim Avrupa / 01 Mayıs 2006

Facebook
Twitter
Instagram