En İyi Olmak

İnsan içinde yaşadığı ülkenin dinamiklerinden etkilenmeden yapamıyor. Bu yüzden herkes için olduğu kadar benim için de zor bir aydı Aralık. Şimdi, 2013’ün son saatlerinde, içimde biriken son kelimelerle vedalaşmak istiyorum.

İnsan için en zor şeylerden biri “bırakmak”tır. Çok kolay ayrılamayız hayatımızda var olan şeylerden. Hele ki sevdiklerimizden.

Oysa gün gelir çok sevdiğiniz birinden sonsuza kadar ayrılmanız gerekebilir bazen. Beyaz bir kefen, avuçlar dolusu toprak ve yürekten gelen bir duadan başka verecek bir şeyiniz yoktur üstelik ayrılırken.

Bazen de işiniz, eviniz, birikmiş paranız, şehriniz, ülkeniz, arkadaşlarınız, dostlarınız, ailenizden ayrılmanız gerekebilir.

Henüz hala manevi dünyadan çok maddi dünyaya önem veren varlıklar olduğumuz için, bizim tercihimiz bile olsa, ayrılıklar genelde zorlar bizi.

En kolay vazgeçebildiğimiz şey biten bir yıldır. Önümüzde umut ve yeniliklerle dolu bir yıl olduğunu bildiğimiz için belki, bir çoğumuz kutlamalarla yeni yılı kucaklarız. Güzel dileklerin, iyi niyetlerin havalarda uçuştuğu yılın son karanlık gecesini renkli ışıklarla aydınlatırız.

2013 yılı benim için işimden, evimden, şehrimden ve ailemden ayrılmak durumunda kaldığım bir yıl oldu. Bunun yanında da müthiş yenilikler ve güzellikler sundu aynı yıl bana. Şimdi 2013 yılını geride bırakırken yaşadığım her an için ona çok teşekkür ediyorum.

2014 yılında beni neyin beklediğini hiç bilmiyorum. Umarım güzel şeyler bekliyordur. Ancak en büyük dileğim; hayat bana ne sunarsa sunsun, hem kendim hem de başkaları için elimden gelenin en iyisini yapabilmek. Herkes için de böyle olmasını diliyorum.

Önümüzdeki yıl bana ve başkalarına zarar veren içimde olan bir çok şeyi bırakmak istiyorum.

Sigarayı…

Kibiri…

Düşüncesizliği…

Tembelliği…

Kavgayı…

Kararsızlığı…

Cesaretsizliği…

Anlayışsızlığı…

Tahammülsüzlüğü…

Sabırsızlığı…

Doyumsuzluğu…

Karamsarlığı…

Korkuyu…

Ve bir taraftan da içimdeki bana ve başkalarına iyi gelen şeyleri daha çok açığa çıkartmak istiyorum. Kalbimde biriken kelimeleri daha fazla satırlara bırakabilmek istiyorum mesela. Ve içimde var olan daha bir çok şeyle daha fazla kucaklaşmak istiyorum.

Coşkuyla…

Sevgiyle…

Anlayışla…

Sabırla…

İyimserlikle…

Huzurla…

Metanetle…

Şükürle…

Barışla…

Mütevazilikle…

Doğallıkla…

Samimiyetle…

Umarım başarabilirim…

2014 yılının, yeryüzünde yaşayan tüm varlıkların elinden gelenin en iyisini yaptığı bir yıl olmasını diliyorum…

Mutlu yıllar!

Hapishane Dediğin

Şu anda oturduğum evin ön cephesi bir hapishaneye bakıyor. Balkona çıkınca; bakımsız ve eski, yüksek kiremit rengi çirkin duvarlar, göz hizzamın hemen aşağısında kalıyor. Göz hizzamda ise bulutlarla ve denizle boyanmış Meis adası var.

Yaklaşık beş yıldır hapishanede yatan Mustafa Balbay önceki gece özgürlüğüne kavuştu. Bu fiziksel bir özgürlüktü tabi. Ben onun gibi birinin hiç bir zaman hapse tıkılabileceğini düşünmedim. Kaç kitap yazdı bu sürede? Yedi mi? Kaç köşe yazısı? Yüzlerce mi?

Sayıların öyle pek de bir önemi yok. “Kelebek Kaç Tondur?” adlı yazısını okuduğum zaman bir kez daha anlamıştım niceliğin ne kadar göreceli olduğunu. Bir kalbin nasıl bir saniyede tonlarca ağırlaşabileceğini, ruhun nasıl özgürce hafifleşip kanatlanabileceğini hissetmiştim.

Mustafa Balbay doğadan, ailesinden, arkadaşlarından, sevdiklerinden uzak yaşadı yıllarca belki ama kendi doğasından uzaklaşmadı. Kaderine küsüp özüne sırtını çevirmedi. Yüksek duvarların arkasındayken bile beni ve benim gibi onu okuyan başkalarını doğanın tam ortasına götürdü. Kelebeklerin yurduna. Öz vatanıma.

Dışarı çıktığında; kendisini çekmeye çalışan onlarca medyayla, o ana tanık olmaya çalışan deli kalabalıkla bile kendinden geçip öfkeyle böğürmedi. Bedeni kendisi gibi haksızlığa uğramışlar için adalet doluydu ama kinle, nefretle kavrulmamıştı. Elbette heyecanlıydı, sevinçli ve -bugüne kadar daha evvel ne sözlü ne de yazılı olarak hiç kullanmadığım bir kelimeyi onun için kullanacağım- vakurdu.

Çoğu insan bir hapishanede yaşar aslında. Kimi ilişkisinin içinde sıkışıp kalmıştır. Doğrusunu, yanlışını şaşırmıştır. İletişimsizlik en büyük iletişim aracı haline gelir.

Kimi işi ile kapatır kendini hapishaneye, hemen hemen her gün. Mesailerle dolu görünmez yüksek duvarlar arasında bir fiil kaybolmuştur.

Kiminin bedenindedir esareti. Her gün çektiği ağrıları koğuş arkadaşıdır. Sahi koğuş arkadaşı katil de olsa insanın elinden ne gelir ki?

Kimi, Zaman Hapishanesi’ne girmiştir, üstelik ömür boyu. Ya geçmiş vardır onlar için ya gelecek. Ve aslında her ikisi de gerçekte asla olmadığı için hiç bir zaman gerçekten var olamazlar. Onların hapishaneleri Ortaçağ’daki işkence odalarına benzer. Yeraltında, penceresiz, mum ışından başka ışığın olmadığı zindanlar gibidir.

Kimi, bu dünyada yaşamayan birinin yokluğunda hapsetmiştir ruhunu. Aldığı her nefes özlemle acır göğüs kafesinde.

Kimi egosunun kölesi olmuştur. Onun gölgesini en büyük ağaç gölgesi sanır. Bütün ağaçları yıkabilir sırf bu yüzden.

En büyük gardiyanı kendisidir insanın. Herkesin görüş hizzasının aşağısında insanların inşa ettiği bir hapishane manzarası vardır. Gardiyan olarak kafayı kaldırmaya izin vermezsek doğanın bize sunduğu harika manzarayı göremeyiz.

Kutsal Meslek

Dün Öğretmenler Günü’ydü. Gece ilk okul öğretmenim geldi aklıma. İkinci sınıfa başlayacağım yaz, yani yaklaşık sekiz yaşlarındaydım, başka bir semte taşınmıştık. Mecburen okulum da, öğretmenim de değişmişti. Bana sorarsanız bütün hayatım değişmişti. Yedi yıllık bir hayatı küçümsemeyin. İnsanın en önemli hayat dilimidir.

O zamana kadar el bebek gül bebek büyümüşüm. Ailenin en küçüğüyüm diye; gelen sevmiş, giden sevmiş. Birinci sınıfta bana okumayı, yazmayı öğreten öğretmenim beni kucağından indirmemiş. İlginin doruğunda bir yedi yıl geçirmişim. Yeni başlayacak hayatımda ise önceden tanıdığım tek kişi var. O da Lale. Yengemin yeğeni.

Lale ile aynı sınıfta okumam için bir hayli çaba sarfetti annemler. Zaten yeni bir mahalleye taşınılmış, bari sınıfında tanıdığı biri olsun çocuğun diye düşündüler. Nitekim diledikleri gibi oldu. Çocukluğumun en sarışın, en sıradışı hatırası Lale ile aynı sınıfta okudum. O zamanlar bana kabus gibi gelen bir öğretmen eşliğinde.

Öğretmen benim hamurumu pek sevmemiş miydi artık bilmiyorum beni herkesin içinde azarlıyordu. El yazımı bile beğenmiyor: “Sana yazı yazmayı kim öğretti böyle?” diyerek dünyalar tatlısı birinci sınıf öğretmenime de söylenmiş oluyordu. Benim gibi azarladığı başka öğrenciler de vardı, elbette kişisel bir mevzu değildi. Bir de sevdiği öğrenciler vardı. Onları yerlere, göklere sığdıramıyordu. Lale onlardan biriydi.

O öğrencileri kıskandığımı hatırlamıyorum ama öğretmenimden gerçekten çok korkuyordum. Okul saatleri içinde cıvıl cıvıl, güler yüzlü, girişken Elif gidiyor; yerine ürkek, çekingen, sessiz bir Elif geliyordu.

Okulda gün geçtikçe kötüleşen halime üzülen annem, beşinci sınıfa doğru halamın komşusu Handan öğretmenden bana ders aldırmaya başladı. Handan öğretmen! Tanrım, yeryüzüne inmiş en güzel insanlardan biriydi o. Bir de dünya tatlısı bir kedisi vardı. Herşeyi unutuyorum onunla ders çalışırken. Birlikte olacağımız zamanları iple çekiyordum. Matematik kabus olmaktan çıkıp, en büyük aşkım oluvermişti. Okuldayken bile başkalaşmıştım. Güvenle el kaldırıyordum, tahtada ben de soru cevaplayabilmek için. İlk okul öğretmenim bile bendeki değişimi fark etmişti. Tuhaf olan ben ondan korkmadıkça beni azarlamayı kesmesiydi. Böylece gülümseyen gözleriyle sık sık denk gelmeye başlamıştım. Gülümseyince ne kadar güzel bir kadın oluyordu.

Yalnız düne kadar onu zihnimde hala suçladığımı fark ettim. Bugün bende negatif olan ne varsa, biraz da ondan miras kaldığını düşündüm hep. Rahmetli Handan öğretmenimi sevgi ve minnetle anarken, onun adını bile hatırlamak istemiyordum. İtiraf ediyorum bugüne kadar Öğretmenler Günü bana hep onu hatırlattığı için de, Öğretmenler Günü’nün değerini de çok önemsemedim.

Dün gece ilk defa olarak Suna öğretmenimi, adı buydu Suna’ydı, saygıyla anımsadım. Belki Matematik’i sevmeyi ondan öğrenmemiştim ama aslında bana öğrettiği şeyler muhteşemdi. Bense ısrarla öğrenmek istememiştim. Beni her zorladığında biraz daha güçlü biri olmak yerine zayıf olmayı seçmiştim. Üstelik kendi seçimlerimin sorumluluğu almayarak bir başkasını suçlamayı da bunca yıldır tercih etmiştim.

Şimdi sekiz yaşındaki çömez Elif’i seçimlerinden dolayı suçlamayacağım elbette. Birini ya da kendimi suçlamanın bana hiç bir faydası olmadığını artık biliyorum. Geçmişle barışmanın özgürlüğünü de. Yalnız bu barışmaktan öte bir şey benim için. Çünkü bugün şundan adım kadar eminim; ben başardıkça en az Handan öğretmenim kadar Suna öğretmenim de bundan mutluluk duyuyordu. Dün gece gözlerindeki gülümsemeyi hatırlayana kadar bunu fark etmemiştim. Ayrıca bence biri sizi zorluyorsa, muhtemelen sizin daha fazlasını yapabileceğinizi bildiği içindir.

Öğrenmek insanı geliştiren en değerli şey. Üstelik ne zaman, nerede, kimden ne öğreneceğiniz hiç belli olmuyor.

Bütün öğretmenlerin gecikmeli de olsa Öğretmenler Günü’nü kutluyor, onları kutsal mesleklerinden dolayı sevgiyle ve minnetle kucaklıyorum.

Bırak Gitsin

Aylardır özel bir koşturmacanın içindeyim. Hayatım komple değişti. Doğduğum şehrin havasını solumuyorum artık. Şikayetim olmamalı. Çünkü her şey olmasını hayal ettiğim gibi. Fazlası var eksiği yok. Sevdiğim adam her gün daha bir güzelleşiyor. Bugün de uzun süredir planladığımız Ballı Balayı yolculuğumuza çıkmak için hazırlık yapmamız gerekiyor.

Sosyal medyada, #balayıbitmiyor #bizehergünbalayı #beklebiziAvrupa #havadabulutdenizdecruisegemisi #cruisesenbizimherseyimizsin hashtagleri atasım var. Ama sabahtan beri elim bir türlü bavula gitmiyor iyi mi?

Zar zor bir adet kıyafet çıkarıyorum dolaptan. Ardından mutfağa gidip bir kahve yapıyorum. Bir kıyafet daha seçiyorum. Sigara yakma isteği kaplıyor her yanımı. Zaten, alışkanlığı bir kenara atarsak, hep bir kaçış değil midir sigara? Hadi zorla kendini, bir kıyafet daha. Hay aksi. Ütü istiyor! Ben kıyafetlerle boğuşurken, biricik aşkım ellibir tane iş hallediyor sağolsun.

İçimdeki, “zamanı öteleme isteği” nereden çıktı şimdi. Normalde zamanı hızlandırmak ve bir an önce limana ayak basmak istemem gerekmez mi? Üstelik bir de İstanbul yapacağım öncesinde. Sevdiklerimin tepesine çıkacağım. Benden iyisi var mı şu an? Hadi ama gitsin üstümdeki atalet duygusu. Ben bu duyguyu sevmedim.

Nihayet ötelemeyi ve her şeyi bir yana bırakıp; kendimi dinleyip, anlamaya çalıştığım anda fark ediyorum. Olan şu: Hayatımın en önemli anlarını kaçırmayayım, her şeyi dolu dolu yaşayayım diye; bir yandan beni kendime getiren, bir yandan da beni benden alan yazma dürtüsünü uzun süredir öteleyip durmuşum. Yani bu ötelemek yeni bir şey değil. Sigara dediğin de bir yerde sönüyor kardeşim. Ki zaten söndür gitsin. Daha ne kadar kendinden kaçabilirsin.

Duvara toslamadan bir durup sakinleşmek -yavaşlamak kesinlikle demiyorum çünkü sabahtan beri kağnıdan daha yavaşım- ve kendine gelmek en iyisi dedim ve bilgisayarın başına geçtim. Olması gereken de oldu nihayet. Kelimeler klavyede yerlerini aldıkça enerjim yükseldi. Ekran başında yazı kayağı yapıyorum. Hem de en olmayacak bir zamanda. Acaba gerçekten öyle mi? Belki de benim için yazmak adına en doğru zamandır şimdi. Ve işte içime su serpen müthiş bilgi de geliyor hemen: “Sadeleşmek lazım.”

Atalete düşmemin sebebi besbelli. Ben sadeleşemiyorum. Öyle anlamsız teferruat var ki zihnimde. Dolaptan bir türlü seçemediğim kıyafetler bile aslında saatlerdir kafamın içinde savrulup duruyor. Düşündüklerimin hepsini yanıma alırsam bavul bavul olalı böyle eziyet görmemiş olacak. Üstelik muhtemelen yarısından fazlası ütülü ve katlı bir şekilde dokunulmadan geri gelecek. Tecrübe ile sabit bu ama yine de hiç birinden vazgeçemiyorum. Hatta tatil için yenibaştan bir alışveriş bile yapasım var.

Ben kendimle eylene duruyim, beynim susmuyor: “Sadeleşmek lazım.” Bunu bana birkaç defa daha tekrarlarsa, bavulu yakacağım o olacak. Zaten hiç bir zaman orta yol bulamamışımdır. Çayı ve kahveyi ya çok şekerli içtim ya da sıfır şekerle. Evet neyseki hiç şeker kullanmadığım bir dönemdeyim.

Neyse şaka bir yana, kısa hayatlarımızın içerisinde ihtiyacımız olmayan öyle çok şey biriktiriyoruz ki; ruhumuz ne yaparsak yapalım rahatlamıyor. Sadeleşmek ile ilgili önemli bu bilgiyi reel hayatıma ne zaman uyarlayabilirim bilmiyorum. Çünkü sahip olduklarımdan kolay kopabilen biri değilim. Malum sigaradan da belli. Ama gerçekten sadeleşene kadar da içim hiç bir zaman gerçek anlamda rahat etmeyecek bunu biliyorum.

Sadeleşmek içinse formülüm çok kolay aslında: “Daha özgür daha hafif mi yaşamak istiyorsun? Seni ağırlaştıran, sana yük gelen, sana kendini kötü hissettiren her şeyi ama her şeyi; bırak gitsin.”

Yeni Bir Şeyler Söylemek Lazım

Gezi Parkı direnişi için yapılan şarkılar dışında müzik dinlediğim yoktu 15 gündür. Bu sabah, hafızamda yarım yamalak kalmış, dilimden kendiliğinden dökülen bir Sezen Aksu şarkısıyla uyandım. İnternetten bulup yeniden dinlediğimde fark ettim ki, şarkının sözleri Mevlana’nın. Albümün adı “Işık Doğudan Yükselir”. Şarkının adı ise “Yeniliğe Doğru”. Ne diyeyim tüylerim ürperdi.

Gezi parkı direnişi sonrasında, nasıl acil ihtiyaç listesi giderek artıyorsa; ülkemiz için de farklı bir ihtiyaç listesi oluşmakta. Çünkü her zamankinden daha fazla kutuplaşıyoruz. Derin bir ayrışmaya doğru gidiyoruz. Türkiye “Yedirmezler” ve “Yemezler” olarak ciddi anlamda ikiye bölündü. Bu iki grubun birbirini “anlamaya” ihtiyacı var ki aynı ülkede “gazsız bir saha alanında” yaşayabilelim. Bunun için önce dinlemeyi, sonra da konuşmayı öğrenmemiz lazım tabi. Ama hepsinden önce en acil ihtiyacımız olan şey “güvenmek”, bana sorarsanız bu olmazsa olmazımız. Yedirmezlerin, kimsenin onları yemeyeceğine; Yemezlerin de olduğu gibi var olabileceklerine güvenmeye ihtiyacı var, ki buna her iki taraf da “özgürlük” diyor. Yani aynı şeyi iki farklı dilde anlatıyorlar.

Maalesef yalanın caizmiş gibi kullanıldığı bir platform üzerinde yaşıyoruz. Bu platformu oluşturan haddini aşmış bir şekilde medya, sosyal medya ve siyasi kurumlarla ilişiği olan insanlardır. Platformu bir şekilde kullanan dürüst insanların -hangi tarafta olursa olsun- kendini güvenli bir zemin üzerinde hissetmesi zordur. Bütün bu zihin bulanıklığının içinde, mevzu bir takım tutma durumundan öteye gidemezse; haliyle “En Büyük Kim?” yarışması kaçınılmaz olur. Bu da körlüğün dik alasıdır.

“Güç” kavramının göreceli hale geldiği yeni dünya düzeninde, sadece “büyüklük” gösterisinde bulunmak adına yapılan her türlü hareket iki tarafın insanına da zarar verdiği gibi; kendi adına ise onu en fazla komik duruma düşürür. Haklıyken haksız olma kısmı da cabası.

Bu yazıyı her ne kadar yaşananlara dışarıdan bakmaya çalışarak yazsam da; 15 gündür, Çapulculuk yapmaya başladığımdan beri yani, Yemezler olarak taraf tutmuş biri olduğumu itiraf etmem lazım. Her ne kadar bir tarafa zorla itildiğimi iddia edebileceksem de, böyle bir söylemle ancak kendimi kandırabilirim.

Bu yüzden, her şeyden önce kendi içimde oluşan bu ikiliği kabullenmeye çalışıyorum günlerdir. İçimdeki öfkeye neden hakim olamadığımı anlamaya çaba gösteriyorum. Henüz o erdeme vakıf olduğumu söyleyemem. Ne zaman ki durulur içim, belki o zaman, o da belki. Hala birilerini suçluyor, kendim gibi düşünen ve davrananları savunma çabasına giriyorum. Bütün bu yaşananlarda her birimizin sorumlu olduğunu bile bile üstelik.

Ne yalan söyleyeyim düne kadar; kendim dışında bir fikri, bir davranışı, bir inancı, bir değeri ve her şeyden önce bir insanı değiştirmenin mümkün olmadığına inanan biri olarak; “eylem” anlayışına karşı biriydim. İnsanın ancak ve ancak kendisini değiştirebileceğine inandım bu bağlamda. Bu da zorlamayla olabilecek bir şey değildi. Dayatmayla elde edilebilecek bir şeyse hiç değildi. Kendi gelişimini aktarmanın yolu bence edebiyattı, sanattı, bilimdi.

Peki neden Gezi direnişlerine destek verdim?

Nedenini anlatmak için nelere direndiğimi açıklamaya hiç niyetim yok. Bilenler biliyor zaten. Şu ana kadar anlamayan da ben ne dersem diyeyim gene anlamayacaktır. Nitekim günlerdir anlatılıyor bin bir güzel şekliyle. Sağır sultan bile duysun diye bir tencere tava kullanımı kısmı var ki, aslında o bu işin ne kadar naif olduğunun kanıtı bana sorarsanız.

Bu arada naiflik iyi bir şey midir peki? Benim için hayır. Çünkü yetersizdir. Ama yine de naiflik saflıktır, acemiliktir. Alanında profesyonel olan herkes bilir ki, “acemi ruh” başlangıç için bir gerekliliktir. Bu yüzden benim için çok anlamlıdır işte. Ayrıca bıçak, tabanca, tüfek gibi silahların yerine kullanılmış olduğundan; insanlık tarihine en masum savaş enstrümanı olarak geçecektir, her ne kadar kötü çalınmış olsa bile.

Çocuğu enstrüman çalmayı öğrenen bir ebeveyn; güzel bir parça dinlemek için, bir süre çocuğunun yarattığı ses kirliliğine maruz kalması gerektiğini bilir. Bu yüzden aynı parçayı defalarca kulaklarını tıkamadan sabırla dinler.

Bir inşaatçı; daha iyi ve yepyeni bir yapı inşa etmek için, önce eskisini yıkması gerektiğini bilir. Yıkım ve yapım anında tozu dumana katsa da, bir süre görüntü kirliliği yapsa da; oturup kendi kendine dövünmez. İleride elde edeceği yapı bitmiş haliyle onun gözünün önündedir.

Bir bahçıvan; daha güzel ve yemyeşil bir bahçe düzenlemek için, toprağı baştan başa sürmesi gerektiğini bilir. Karman çorman olmuş, özensiz ve düzensiz olan toprağın o anki görüntüsüne takılmaz. İleride meyvesini yiyeceği ağaçların gölgesinde dinlenirmişcesine nefes alarak çapalar.

Bu bağlamda bir insan olarak; daha iyi bir sistemde yaşamak için, eski inançlarımdan vazgeçerek bu eyleme katılmam gerektiğini düşündüm. Yalanın en adice kullanıldığı sosyal medyada direnişe olanca gücümle destek vermem bundan. Yoksa daha beter bölünelim, daha beter ayrışalım diye değil. Her zamankinden daha güzel ve daha güçlü birleşelim diye.

Ancak bundan sonrası çok önemli. Sabah dilime takılan “Yeniliğe Doğru” adlı Sezen Aksu şarkısındaki Mevlana’nın söylediği gibi:

Her gün bir yerden
Göçmek ne iyi
Bulanmadan donmadan
Akmak ne hoş

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım
Şimdi yeni bir şeyler
Söylemek lazım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni bir şeyler
Söylemek lazım

Ben Bir Çapulcuyum Paşam Affet Beni

Doğru söze ne denir? Haklısın paşam. Ben bir çapulcuyum. Sense feleğin çemberinden geçmişsin. Tam bir insan sarrafısın. Bir görüşte tanırsın adamı. En iyi sen bilirsin elbet çapulcunun ne olduğunu. Çapulcu demek; başkasının malını alıp talan eden, yağmalayan demektir.

Aynı memleketliyiz paşam. Annem babam Rizeli. Ama ben İstanbul’da doğdum paşam, tıpkı senin gibi. Belki farklı olarak ben boğaz çocuğuyum. O yüzden biraz rahat ve şımarık büyümüş olabilirim paşam affet beni.

Ben de şiir severim paşam en az senin kadar. Öyle ki ortaokulda bir dönem, okul panosunu İstanbul şiirleri ile dolduranlardanım. İstanbul benim çocukluğumda çok güzeldi paşam. Biz arkadaşlarla sokakta gece gündüz güvenle oyun oynardık. Tıpki senin sahalarda top oynadığın gibi. Her hafta sonu ailecek korulara, piknik alanlarına giderdik.

Fark etmişsindir, ben oldum olası biraz saftım paşam. Zannettim ki bu topraklar hepimizin. Yıllar önce bu ülkeden bütün düşmanları Atatürk kovdu sandım paşam. Kolayca aldattılar beni. Neden bilmem negatif ortamları sevmedim paşam. Siyaset bana hep kötü geldi. “Kavgaya, bağrışmaya, bu gürültülere ne gerek var, neyi paylaşamıyoruz?” dedim. Kenara çekildim. İçimdeki sakinliği dinledim.

Ben milli içeceğimiz ayranın verdiği rehavetle kendi halimde yaşamaya devam ederken, o ara İstanbul’u sen almışsın paşam; onu fark edemedim affet beni. Ben hala hepimizin sanıyordum paşam. Dedim ya çok safım affet beni.

Sonra diğer şehirler de seninmiş. Aslına bakarsan ne yalan söyleyeyim, alnının teriyle aldın sen onları. Bunca yıldır gece gündüz demedin uğraştın. Ben keyif yaparken sen çalıştın. Her emek takdire şayandır. Azmin zaferisin. Teşekkür ederim verdiğin emeklerin için paşam. Örnek adamsın.

Ama İstanbul, bu ülke çok güzel be paşam. Taşı, toprağı altın diyorlar ya hani hep. İşte öyle güzel. Öyle müthiş. Öyle değerli. Gönlüm değersiz bir taş yapı haline dönüşüp tek bir kişiye ait olmasına razı olmadı paşam.

Gezi parkında bir kaç ağaç vardı ya paşam. O ağaçları yıkacaklarını duydum. Söylemesi ayıp ben oldukça duygusalım paşam. Ne olduysa ondan oldu. İçimdeki sakinliği daha fazla koruyamadım. Meğer o ağaçlar seninmiş paşam affet beni. Ben hepimiz o ağaçlar altında ortak bir nefes alıyoruz sandım. Çapulculuk ettim paşam affet beni.

Senin malını alıp, bütün kardeşlerimle paylaşmak istedim paşam affet beni…

Bir Ağaç Gölgesi

Bir kadın olarak zaaflarım var. Alışverişi severim. Çikolatadan daha çok keyif verir bana. Bu yüzden görüntüm için bazen akılsızca para harcarım. Mutlu olur muyum? Evet olurum. Kısa bir süre için. Daha çok alamadıklarım için mutsuz olurum. Ne zaman bir alışveriş merkezine gitsem, para harcamasam bile enerjim biter. Yorulurum.

Bir taraftan çok şanslıyım, evime yürüme mesafesinde olan tam dört tane park var: Göztepe Parkı, Kalamış Parkı, Fenerbahçe Parkı ve Özgürlük Parkı. Hepsi birbirinden yeşil, hepsi birbirinden özel. Üstelik her mevsim ayrı güzel.

İstanbul gibi insanı yoran bir şehirde yaşarken, ne zaman bu parklardan birine gitsem, nefes aldığımı hissederim. İçim bambaşka bir mutlulukla dolar. Enerjim baştan başa değişir. Yalnız da olsam sıkılmam. Bunalmam. Özüme ulaşırım. Ana sevgiye bağlanırım.

Bugün ülkemde hükümete karşı bir direniş var. Türkiye’nin tüm bölgelerinde Taksim’deki Gezi Parkı’nın yıkılması protesto ediliyor. Polisin eylemlere gösterdiği tepkilerle ortalık savaş alanına döndü. Halkımın uyanmasına ve artık susmamasına seviniyor, hükümetimin kendinden yana olmayana gösterdiği duyarsızlığına üzülüyorum.

Tekamüle inanırım. Her olumsuzluğun insanı, evreni fiziksel olmasa da ruhen olgunlaştırdığını düşünürüm.

Bir gün mutlaka, şu anda ülkenin bu hale gelmesinin sebebi olan insanlar da uyanacak. Ancak o gün etraflarındaki dalkavuklar gidip kendi başlarına kaldıklarında; vicdanlarını rahatlatıp huzur bulabilmek ve özlerine ulaşabilmek için, umarım bir ağaç gölgesi bulabilirler.

İyi Ki Doğdum, Yaşasın!

Bazılarınızla belki şu ana kadar sadece bir kez karşılaştık. Bazılarınızla belki bu zamana kadar çok ağladık, çok güldük, daha da devam edeceğiz. Bazılarınızla şu an belki koptuk, eskisi gibi görüşemiyoruz. Bazılarınızla ise henüz tanışmadık bile belki de.

Beni tanıyanlar bilirler; 19 Mayıs, benim doğum günüm!

Çocukluğumuzdan beri okullar ve iş yerleri tatil oluyor ya hani, bütün Türkiye’de Atatürk’ü anarak Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz; işte böyle güzel ve özel bir günde doğdum ben. Bunun da etkisiyle mutlaka, 37 yaşıma bastığım şu günüme kadar her doğum günümde büyük bir coşku kapladı içimi.

Ne yalan söyleyeyim şu koskoca yıl içinde, en sevdiğim gündür bu gün benim. Ama varsın unutulsun atlansın. O arasın bu arasın diye beklemem. Kendime o günü dar etmem. Özellikle gider kendime hediye filan alırım. Mutlu olmak için dış faktörlerin harekete geçmesini beklemem. Kendimi memnun etmek için elimden geleni yaparım. Yine de sağ olsun sevdiklerim beni hiç yalnız bırakmaz. Coşkumu benimle paylaşırlar.

Yaşarken bazı günler sabahları umutsuz da uyansam, dönem dönem kendimi tamamen çaresiz de hissetsem, nadiren anlamsız gelse de yaşadıklarım, var olmayı çok seviyorum. Üstelik sadece gündüzü değil, geceyi de bir başka seviyorum. Çünkü ben genelde gündüzün aydınlattıklarını, gecenin karanlığında anca fark edip anlıyorum. Karanlığın sessizliğinde muhteşem bir ışıkla aydınlanıyor içim. Ertesi gün güneş daha bir başka doğuyor o zaman. İliklerime kadar ısınıyorum. Kendi özümü buluyorum.

İşte böyle bir yaş kutluyorum bu sene. 2013’te yaşım dolu dolu 37. Ünlü şairin yolun yarısı dediği yıl çoktan geçmiş. Oysa benim için yaşam yeni başladı sanki. Var olan yoldan çıkıp, yepyeni bir dönemece girdim, belki de ondan. Güzel bir heyecanla geçiyor şu yeni yaşımdaki ilk günlerim.

Ben ne yaşıyorsam, genellikle yazılarımda bunu paylaşıyorum. Belki bazen herkes kendinden bir şeyler buluyor, belki de bazen hiç kimseye hitap edemiyorum. Çoğu zaman kendimi ifade etmekten öteye geçemiyorum bile belki, kimbilir. Böyle de olsa; yeni yaşımı ve kesinlikle yaşamı, uzaktan ya da yakından, acısıyla tatlısıyla paylaşabildiğim herkese gönülden teşekkür etmek istiyorum. İyi ki varsınız. Hayat sizlerle güzel!

Anne Bitanedir

Hepimiz onunla gözlerimizi açtık dünyaya.

Kimimiz onu doğduğumuz an kaybettik. Kimimiz kokladık onu doya doya ömür boyunca.

Kimimiz çocuktuk, o başka diyarlara uçtuğunda. Kimimizin çocukken en büyük oyun arkadaşı o oldu.

Kimimiz onu tanıdığında kazık kadardık. Kimimiz en çok onu tanıdık.

Kimimiz çok korktuk gölgesinden. Kimimiz korkmamayı ondan öğrendik.

Kimimiz onu çocukmuş gibi azarladık sinirlendiğimizde. Kimimiz onu krallar gibi yaşattık elimizden geldiğince.

Kimimiz, o kötü bir hastalığın pençesinde günden güne erirken, hiçbir şey yapamadık. Kimimizin en kötü hastalığında bir tek o yanımızdaydı.

Kimimiz askere gittik, bir daha geri dönmedik. Kimimiz her izin gününde soluğu onun yanında aldık.

Kimimiz büyüdük, “Yalnız yaşayacağım,” dedik. Kimimiz onun dibinden asla ayrılmak istemedik.

Kimimiz uzak şehirlere evlendik. Kimimizin kocasının evi, onun evinden bir sokak ötedeydi.

Kimimizin çocuğu olmadı, onun gibi olamadık. Kimimiz aynı anda iki tane kucakladık.

Kimimiz başka bir ülkede kariyer peşindeydik. Kimimizin işyerine, o her gün ev yemekleri getirdi.

Kimimiz yaşadığımız her an ona hep kızgındık. Kimimiz zamanla onu anladık.

Kimimiz onu çok üzdük. Kimimiz onun en büyük gurur kaynağı olduk.

Anneler gününde; kimimiz kabristan başındaydık, kimimiz anneciğimizin yanı başında. Kimimiz onu telefonla aradık, kimimiz arayıp sormadık.

Ama hepimiz, koşulsuz hepimiz; onu bir başka sevdik. Çok başka…

 

12 Mayıs 2013 Anneler Günü

Adı Aşk Olsun

Çocukluğumdan beri bir gün Mars’a gidebileceğim hayalini içimde saklı tutar dururum. Dünya bir yere elbette ama Mars’a da ayrı bir sempatim var doğrusu. Uzaya özel bir merakım olduğundan değil. Gezegenlerin isimlerini saymaya kalksam karıştırırım büyük ihtimalle. Beni Mars’ta yaşam olabileceği ihtimali cezbediyor.

Bugün Ursula K. Le Guin’nin Mülksüzler adlı romanı geldi aklıma. Mülksüzler’de biri tamamen kapitalist biri de tamamen anarşist düzende olan iki ayrı dünya vardır. Le Guin; politik sistemleri, ütopik olan bu bilimkurgu eserinde çok güzel işlemiştir.

Ben de bugün 14 Şubat olunca, tamamen aşkla yönetilen bir dünya olsa diye düşündüm. Düzen nasıl olurdu acaba? Sadece aşık olanların yaşadığı, aşık olamayanların asla giremeyeceği bir dünya. Sevgili ya da çift olmaktan değil, aşkın doğasının ruhunuzu ele geçirmesinden bahsediyorum. Onun özünün havaya karışmasından. Suyla, nefesle, salgıyla iliklerinize kadar bulaşıp sizi komple değiştirmesinden. Aşkla durdurulamaz bir şekilde var olmanızdan. O dünya o zaman kim bilir ne güzel olurdu.

Bazı insanlar tarafından kapitalist düzenin uydurmacası diye düşünülen Sevgililer Günü, bence adı Aşk olan bir dünyada daha bir anlamlı olurdu. Orda kuşkuculara, hayatı negatif algılayanlara, başkalarının arkasından konuşanlara, kıskançlara, hasetlere, kuyu kazanlara yaşam hakkı olmayacak çünkü. Her güzel şeyin altında bir bit yeniği arayanlar anında bitlenip ölecekler. Bugün aynı zamanda Dünya Öykü Günü ya, ben de kendi çocuksu ütopyamı düşlüyorum işte. Aşkın olduğu yerde güzel bir öykü yaratıldığına inanıyorum çünkü.

Bir yandan da, kadına yapılan şiddete karşı bir eylem olarak; dünyanın her yerinde pembe giyinmiş kadınlar, sokakta aşkla dans etti bugün. ŞİDDETE KARŞI DANS etmek ne güzel bir eylem düşüncesidir. Negatif bir enerji, pozitif bir enerjiyle ancak bu kadar güzel giderilmeye çalışılabilir. Enerjisiyle katkıda bulunan herkese teşekkürler. Dünya sanki biraz daha pembe dönmeye başladı onlarla. Yoksa bana mı öyle geliyor?

Facebook
Twitter
Instagram