Bitti Gitti

İnsan hayatı ölümle son bulmadan önce bir sürü bitişler barındırır içinde. O bitişler korkutur bizi. Hatta bazen öyle korkarız ki, istemediğimiz sonun gelişini daha da hızlandırırız. Üstelik sonrasında yeni başlangıçlara bir türlü odaklanamayız. Geçmişin bilinirliği geleceğin bilinmezliğinden dolayı her zaman daha aydınlık görünür. Okula başlayan çocuk, gözyaşı akıtabilir sırf bu yüzden. Annesinin eteklerine sımsıkı tutunmak isteyebilir. Belki başka bir çocuk onun elinden tutuncaya kadar direnebilir. Yıl sonu gelip çattığında ise arkadaşının elini bırakırken aynı çocuğun gözünden yeni bir gözyaşı daha akar.

Doğan, ağlar; ölen, susar. Biz ise doğana güler, ölene ağlarız. Doğanın kanunlarına alışsak da onları bir türlü anlayamayız. Israrla anlamak istemeyiz. O bize her seferinde bıkmadan usanmadan yeniden anlatır. Korkularımız, öfkelerimiz, hırslarımız kendi merkezine çeker bizi. Geçmişin kayıplarını tuttuğumuz bir defteri, günlük gibi karalar dururuz. Böylece defter eskise bile, geçmiş hep taze kalır belleğimizde. Üstelik çoğu zaman kötü anıları güzel anıların üstüne yazarız, sanki hayat bilançosunda kötü olanı unutmamak daha çok işe yarıyormuş gibi.

Kimseye hayat dersi vermek değil niyetim. Herkes tek başına su gibi akıyor evrende ve kendi yolunu kendi kendine buluyor. Ben de kendi bitiş hikayemin içindeyim. “Bitti Gitti,” diyemediğim anlar oluyor benim de. Yeni başlangıçlar her zamankinden çok korkutuyor beni. Bu yüzden hayatımın en zor yazısını yazıyorum şu anda belki de. Kelimelerle dağıtmaya çalıştığım korkular, kelimelerin yetersizliği karşısında iyiden iyiye büyüyor sanki. Şimdiki zamanda kalmaya çabalıyorum. Haliyle yazdıklarım da en çok bana dair. Güzel anıların üzerini kapatmadan bu bitişin son gününün duygularını karalıyorum defterime. Bilançom nihayet eşit çıkıyor.

Öte yandan bilirim, bazı bitişler için gün sayılır. Hele ki ucunda tezkere almak varsa. Aslında tam da İspanyol filozof Seneca’nın dediği gibidir; “Başlayan her şey biter.” Bu anlayış sürekli hatırlansa, hem çileli günler daha rahat dolar, hem de bütün bitişler metanet ile karşılanabilir. Sonuçta herkes yeni güne uyanmak için gözlerini uykuya kapatır.

Son Kulis Haber / 28 Şubat 2012

Türkiye’nin İki Yüzü

Ocak ayının sonunda “Korkma, Susma, Boyun Eğme, Gülümse” sloganıyla yayın hayatına başlayan Yurt Gazetesi’nin dün kullandığı bir manşet dikkatimi çekti. Üstelik göz gezdirme adetim bile yoktur gazetelerin üçüncü sayfalarına. Tuhaf şekillerde can veren insan hikayelerini okumayı pek sevmiyorum. Ama “Türkiye’nin İki Yüzü” adlı başlığın yanında bikinisiyle gülümseyen kızın fotoğrafı, yazıya çekti beni. Haberde Türkiye’nin büyük bir bölgesi karla boğuşurken, Alanya’da turistlerin havuza girmesine değiniliyordu. Haber çok ısıtmasa da gazetenin diğer sayfalarını çevirirken sürekli bu başlığı düşünüp durdum.

Madımak Oteli’nin yakılmasıyla ilgili davanın zamanaşımına uğramasına ramak kaldı. Yakalanamayan sanıklar için son 21 günün içine girildi. Öte yandan Hidroelektrik santralini protesto eden genç kıza 9 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Aynı gazetede bu iki ayrı haber gazetenin siyaset sayfalarında yer almıştı. Birinde çevreyi koruma adına eylem yapılıyor; ölen yok. Diğerinde Madımak Oteli bir grup gözü dönmüş tarafından ateşe veriyor; Pir Sultan Abdal Şenlikleri için kente gelen 37 kişi, konakladıkları Madımak Oteli’nde yanarak ölüyor. Üstelik 51 kişi ağır yaralanıyor. Tanıklarının unutamayacağı bir katliam yaşanıyor.

İstanbul bu sene sık sık karlar altında kaldı. Gündelik hayat çoğu zaman zorlaştı. İstanbulluların şikayetlerine Ankara gibi karı daha yoğun yaşayan şehirlerdeki insanlar çok büyük tepkiler verdiler. Her ne kadar Alanya’da şu anda havuza giriliyor olsa da, yurtta badem ağaçları çiçek açmış olsa da, hala Türkiye’nin genelinde kış mevsimi yaşanıyor.

Siyasette de Türkiye’nin iki yüzü var elbette. Bir yandan Yurt Gazetesi gibi sistemi eleştirme cesaretini gösteren yeni oluşumlar doğuyor. Diğer taraftan hemen hemen her alanda AKP’nin borusu ötüyor. Türkiye’nin siyasetini ağırlıklı olarak onlar belirliyor. Hele son günlerde başbakan, Türkiye’nin sorunlarını çözecekmiş gibi; “dindar genç nesil yetiştirme,” derdine düşmüş. Ama istemeden merak ediyor insan: 1993 yılında Madımak Oteli’ni yakanlar kimdi? Onlar hepimizden daha dindar değil miydi?

Son Kulis Haber / 21 Şubat 2012

Dünyanın En Güzel Öyküsü: Aşk

Yıllar evvel çok yakın bir arkadaşım; “hayat, onu anlayalım ve içinden çıkamayalım diye elinden geleni yapıyor,” demişti sanal bir sohbetimizin arasında. Derinden etkilemişti bu söz beni. En azından benim gerçekliğimi yansıtıyordu. Anlamadığım değildi de hayat, içinden çıkamadığım bir şeydi. Hele ki “aşk” söz konusu olduğunda…

Bazen replikler duyuyorum arkadaşlarımın diğer arkadaşlarıma sarf ettiği: “Onunla birlikte olmak mı istiyorsun, bak beni dinle, aynen dediğim gibi davranmalısın…”, “sakın onu arama, o seni aradığında telefonunu beklemiyormuş gibi davran…”, “sen beni dinle beni, sakın içinden geleni yapma!” Bu diyalogları duyduğumda her zaman korkuyorum. “Aşk böyle olmamalı,” diyorum. Böyle yol tarifi verir gibi olmamalı. Sonra akıl veren arkadaşımın hayatına bakıyorum; evli ve çocuklu, dışarıdan bakıldığında düzenli bir hayatı var. Onun aklını dinlemeyen arkadaşımın ise elinde kalan aşk acısını dinleyen diğer arkadaşları. Sevgililer Günü gelmiş çatmış. O yine yalnız.

Yalnız olsa ne olur? Çok mu önemli Sevgililer Günü’nde biriyle birlikte olmak? Hani bir insanı sevmekle başlamayacak mıydı her şey? Sait Faik böyle söylememiş miydi bize? Bunu ne zaman unuttuk?

Biriyle birlikte olup yalnız hissetmektense, yalnız olup birini bütün varlığınla sevmek. Hileye yalana başvurmadan, kendini olduğun gibi gerçekleştirmek, var olmak. Bence sadece severek bile güzelleşiyor insan. Üstelik bu güzellik gözle görünüyor. Seven insanlar ışıl ışıl dolaşıyor ortalıkta. Sevgileri gözlerinden okunuyor. Varsın aramasın sevdiği, varsın “seni seviyorum,” demesin. O kendi sevgisini besliyor içinde, kendi sevgisiyle büyüyor, kendi aşk hikayesinin kahramanı oluyor.

14 Şubat, Sevgililer Günü olmasının yanı sıra aynı zamanda Dünya Öykü Günü (World Short Story Day). Aşk ise tek başına dünyanın en güzel öyküsü. Okumasını bilene…

Son Kulis Haber / 14 Şubat 2012

Erovizyon Mu, Eurovision Mı?

Eurovizyon’a Türkiye ilk kez 1975 yılında katılmış. O zamanlar ben -1 yaşındayım. “Seninle Bir Dakika” Eurovizyon’da sonuncu oluyor. Bir tek Monako bize üç puan vermiş. Dünya sevmesin ne yazar, şarkı ülkemizde öyle bir tuttu ki, anlaşılan o ki ömrümün sonuna kadar bu şarkıyı duyacağım. Yalnız Semiha Yankı gibi bir sesten sadece “Seninle Bir Dakika”yı bilmek garip geliyor bana. Mutlaka başka şarkılar da söylemiştir, ancak hiçbiri aynı etkiyi yaratmadı.

Eurovizyon deyince Johnny Logan, ABBA, Celine Dion gibi isimler geliyor aklıma. Türkiye ile ilgili benim net olarak hatırladığım ilk Eurovizyon ise, Çetin Alp’in “Opera” şarkısıyla katıldığı. Fakat o ne acı bir deneyimdi öyle. Ki kanımca opera Türkiye’de o zamanlar şimdikinden daha çok saygı görüyordu. En azından benim babam opera çok severdi. Başucundan eksik etmediği, ortadan kaybolduğunda evde kıyametin koptuğu bir opera kitabı vardı. Video dönemlerinde evimizde bazı operaların videoları bulunurdu. Opera, benim kişisel seçimim olmamakla beraber, dünyamda ufak çapta da olsa yer edinmişti yani. Fakat 1983 yılında dinlediğim “Opera” adlı şarkı işkence gibi gelmişti. Eurovizyon’dan sonra arkadaşlarımla birlikte Çetin Alp’i ve şarkısını taklit edip durduk. O yaşımda “tereciye tere satmak,” sözünü fiilen kullanmış olmasam da, bilinç düzeyinde o boyutta düşündüğümü hatırlıyorum.

Her ülkenin kendi dilinde katılma kuralı kalktığından beri de aynı şeyi düşünüyorum. Bence yıllardır tereciye tere satmaya çalışıyoruz. Fikrimi kısaca ifade etmem gerekirse; “ya Türkçe sözlerle Eurovizyon’a katılmalıyız, ya da hiç katılmamalıyız.” Sanıldığı gibi konuya “Müzik evrenseldir,” gibi bir yerden yaklaşmayacağım. Tam tersine bu noktada bireysel açıdan bakıyorum. Müziğin evrensel boyuta geçebilmesi için önce bireysel açıdan doyuma ulaşmalı. Sanatçı önce kendi hissettiği parçayı seslendirmeli. Ancak o zaman müzik karşı tarafa geçer. Şarkıcı en çok o zaman başarılı olabilir. Belki Avrupa’da birinci olamaz, ama yıllarca şarkısı ülkesinde dinlenir. Adı unutulsa bile sesi unutulmaz. Gün gelir bir filmin ya da bir kitabın esin kaynağı olur. Hatta şarkısı yabancı dillere çevrilir. Ayrıca şarkıcılardan çok ülkeler yarıştığı için Eurovizyon’un politik bir düzeyi var. Türkiye katıldığı için 1975 yılında Yunanistan katılmamıştır örneğin. 1979 yılında ise şarkısını seçmiş olmasına rağmen, Kudüs’te yapıldığı için Türkiye katılmaktan vazgeçmiştir. Son yıllarda ise kompleksimizden kurtulup kendi dilimizde Avrupa’lıya şarkı söylemeye cesaret edemiyoruz. Avrupa’lı gibi düşünmek başka, ona karşı değilim. Avrupa’lı gibi görünmek bizi komik duruma düşürüyor. Bu bağlamda imajımız şudur: “Biz sizin çok iyi taklidinizi yapıyoruz.”

Daha okuma yazma bilmezken İngilizce şarkılar dinliyordum. Çünkü ben çocukken abim ergendi ve yabancı müzik dinlerdi. Benim ergenliğimde de Türk şarkıcılara rağbet etmezdik. Zaten onların sayısı -biraz abartacağım ama- neredeyse bir elin parmağı kadardı. Hatta bir ara şu an asla dinlemeye tahammül edemeyeceğim sertlikte bir müzik zevkim vardı. Tam da o dönemlerde Eurovizyon günleri Türkiye için bayram günü gibiydi. Tüm aile o gün başka bir program yapmaz, ortak bir evde toplanırdı. Özellikle Türkiye’de seçimleri bir başkaydı. Herkes favori şarkısını söyler, bir yandan evin içinde de aile içi bir yarışma yaşanırdı. Israrcılığından dolayı en çok eniştemin seçimini hatırlıyorum. Her seferinde Nükhet Duru’nun kazanması gerektiğini söylerdi. Ben ise Sezen Aksu’yu tutardım. Gelgelelim eniştemin ve benim o dönemki seçimlerim Avrupa’da hiç denenmedi. Kendileri hala müzik dünyasında emek veren isimlerdir.

Sertab Erener ses ve yorumcu olarak dünyaca tanınması gereken bir şarkıcı. Ancak şahsen önce kendisinden ve sevenlerinden özür dilerim ki, dinlediğim en kötü şarkısıyla Eurovizyon’u kazanmıştır. Bu durumda onun kendini yüzde yüz ifade edeceği bir eserde açık ara farkla birinci olacağına inanıyorum. Zaten kazanmasının en büyük etkeni bence sahne şovuydu. Onu televizyondan izlerken hissettiklerimi bugün gibi hatırlıyorum. Bağlarından kurtulan güçlü bir Türk kadını, müzik eşliğinde ekranda devleşti de devleşti. Göbek atarak bize o ruhu Letonya’dan ulaştırdı. “Shake It Up Şekerim,”i ne Türkler ne yabancılar tam olarak anladı, ama Kenan Doğulu görsel açıdan benzer bir enerji yakaladı.

Eurovizyon’u yabancı dilde bir şarkıyla nasılsa kazandık. Gönlümde yatan, bu sene katılacak olan Can Bonomo da dahil olmak üzere, artık bundan sonra Türkiye’yi temsil eden şarkıcıların kendi dilimizde yarışması. Açıkçası İngilizce yerine Kürtçe parça seslendirilmesini bile çok daha anlamlı buluyorum.

Eğer bundan böyle son yıllarda olduğu gibi Avrupa’lı için yine İngilizce şarkılar yapılacaksa, “Eurovision”u “Erovizyon” olarak telaffuz ederek kendimizi kandırmayalım.

Son Kulis Haber / 08 Şubat 2012

Daha Tükürük Kurumamıştı Be Usta

Adı “İnsanlık Anıtı” olan bir heykel yıkıldı bu ülkede. Üstelik çok değil, daha altı yedi ay oldu yıkılalı. Tam bir yıl önce 01 Şubat’ta alınmıştı karar. Bundan böyle artık varolmayan bir sanat eseri, “ucube” olarak hafızamızda kalacaktı. Köylüsü, şehirlisi, Kars’lısı, Van’lısı duymayan kalmadı Mehmet Aksoy’un adını. Oysa onun başkentimizdeki “Asya-Avrupa Bienali Birincilik Ödülü” alan “Periler Ülkesine” isimli heykelinin üstüne atılan tükürük daha kurumamıştı.

Yıllar evvel Mehmet Aksoy’un adeta bir sanat eseri olan “Böcek” biçimindeki ev-atölyesine gitme şansım oldu. “İnsanlık Anıtı” daha kafasında bir projeydi ve ondan heyecanla bahsediyordu. Onu dinlerken, Kars’ta heykelin tam karşısında, karşı dağın eteklerinde hissetmiştim kendimi. Sonucunun böyle olacağı eminim o an aklından bile geçmiyordu. Ama geçseydi de, öyle bir inancı, öyle bir tutkusu vardı ki; bu düşünce onu yolundan çeviremezdi.

Tamam sanat süreç ister bazen. Kendi zamanının bir adım ötesinden gider. Öyle ya da böyle anlaşılacağı zamanı bekler. Ama hiçbir kaygı duymadan rahatça, “Ben böyle sanatın içine tükürürüm,” diyebilenlerin; o günden bugüne gelen süreçte sanat eserlerini aşağılamak yerine onlara saygı duyacaklarını, sanata karşı duyarlılıklarının artacağını umarken; tekbir sesleriyle kesilen heykel başlarının parçalanmasını kabullendik ulusça. Yine Mehmet Aksoy’un yaptığı, Datça’da yatan Can Yücel ustanın mezar taşının parçalanmasına engel olamadık.

Ben safça “daha ne kadar ileriye gidilebilir,” diye düşünüyorum; azıcık zaman geçiyor, önemli konumdaki bir bakan insanlığın kanını donduracak cümleler sarfediyor. Birliği, düzeni sağlaması gereken konuşmalar yerine, çatışma yaratacak bir gündem oluşturuyor. İnsan kendisini onun da ifade ettiği gibi arka bahçede hissediyor. Sanatçılar birlik olup en güzel cevabı bakana yazdıkları mektupla verdi gerçi. Mektubun altındaki her bir ismi yaratıcı bir dilde buluşmalarından ötürü sevgiyle kucaklıyorum. Değerlerine, cesaretlerine, varlıklarına sağlık. Ürettikleri işlere attıkları imzalarla onlar kendilerini yeterince riske atıyorlardı zaten.

Son Kulis Haber / 30 Ocak 2012

Dedemin Köyü

Benim hiç dedem olmadı. Daha doğrusu iki dedemi de tanımadım. Her ne kadar kalabalık bir aile olsak da, dede özlemi çeker dururdum. Bu yüzden, sık sık bizde kalan dedemin kardeşini yıllarca dede diye belledim. Kan bağım olmayan kiracımız yemci amca da bir başka dedeydi benim için. Fakat maalesef okul çağına gelmeden yemci dedem öldü. Ölümden biraz daha anladığımda ise diğer yalancı dedem.

14 Ocak 2012 tarihinde Rauf Denktaş vefat edince, yine dedemi kaybetmiş gibi üzüldüm. Çocukluğumdan beri yavru vatanı Kıbrıs (KKTC) bildik. Benim kuşağımdaki herkes gibi, benim için Kıbrıs demek Rauf Denktaş demekti. Atatürk’ü tanımadan iyisiyle kötüsüyle sevmiştik. “Atamız,” demiştik. Tanıdığım devlet büyüklerinden ise en çok Rauf Denktaş’ı sevmiştim. İyi bir devlet adamı, iyi bir siyasetçi olmasından öte bir şeydi bu. Bir kez bile yakından görmediğim, insan olarak hiç tanışmadığım halde, işlemişti insanlığı içime. Bazı arkadaşlarım bazen yazları dedelerinin köyüne giderdi ya da dedeleri köyden gelir bir süreliğine onlarda kalırdı. İşte sanki Rauf Denktaş benim köydeki dedemdi. Dedemin köyü de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti.

“Yaşasaydı Ergenekon’dan tutuklarlardı,” dediler. Çok sıkıntılı günler gördü elbette ama o günleri görmedi diye yaşamadığına dua eder hale gelecektik neredeyse. Birileri için kör öldü badem gözlü oldu. Timsah göz yaşları karıştı aralara. İki gün süren bir cenaze töreniyle uğurlandı ya, olsun varsın. Belki kalan sağlara sahip çıkmayı öğreniriz bir nebze ve umarım dedemin çok sevdiği köyüne iyi bakarlar onun yokluğunda.

Bu hafta benim için her yönüyle buruk bir hafta oldu. 18 Ocak Çarşamba günü Rauf Denktaş defnedilirken, o gün aynı zamanda iki aydır yoğun bakımda olan teyzemin ölüm haberini aldım. Her zaman yüzündeki gülücüğü eksik etmeyen melek teyzem, huzur içinde yatsın. 19 Ocak Perşembe günü, uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybeden Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, ölümünün 5. yıldönümünde Taksim’den Agos Gazetesi’ne düzenlenen yürüyüşle anılıyordu. Teyzemin cenazesinde olduğumdan, özellikle bulunmak istediğim bu yürüyüşe katılamadım. Hrant Dink ile ilgili son gelişmeleri izlemek de ayrı bir içler acısıydı. Mahkeme kararı sonucu sanıklardan Yasin Hayal ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılırken,Erhan Tuncel ise beraat etmişti. Çocuk mahkemesinde yargılanan Ogün Samat ise 22 yıl 10 ay hapisle cezalandırılmıştı. Gündemi takip etmeye çalışırken, sanal ortamdan Ahmet Hakan’a gelen yorumları okudukça irkildim. İçeridekileri, yargılananları, beraat edenleri bir kenara bırakın; Hrant Dink’in öldürülmesini resmen destekleyen bir kitle var dışarıda. Bu nasıl bir vicdandır. Bunu anlamak çok güç. Biz o dışarıdaki insanlarla aynı çatının altında yaşıyoruz üstelik. “Bir Ermeni olarak bunları okuduktan sonra bu ülkede yaşamak çok ağır bir yük,” yazmış Ahmet Hakan’ı takip edenlerden biri. En çok bu cümle burktu içimi. Oysa yaşananlardan sonra Ermeni olmak bir yana, insan olarak bu ülkede yaşamak gerçekten çok ağır bir yük.

Son Kulis Haber / 23 Ocak 2012

Kağıt Bebekler

15 gündür ev taşıyorum. Daha doğrusu taşınmaya çalışıyorum. Bitmedi. Bitmiyor. Tamamen ne zaman biteceğine dair hiçbir fikrim yok. Bu konuda “En Beceriksiz İnsan Ödülü” olsa kesin kazanırım. Böyle bir bakış açısıyla yorgunluğuma biraz teselli bulmayı umuyorum. Bu süre zarfında ne kadar çok gazete ellediysem, bir o kadar da az gazete okuyabildim. Bardak, tabak sararken eşten dosttan toplanan eski gazetelere yarım yamalak göz gezdirmeleri saymıyorum elbette. Başım döndü fotoğraflardan, manşetlerden, büyük puntolardan. Allahtan Ayşenur Aslan her gün CNN TÜRK’te Medya Mahallesi programını yapıyor. Sabah saatlerinde gazeteler ekrandan yıllardır aktarılır ama ben Medya Mahallesi kadar keyiflisine rastlamadım. Öncelikle programa çok değerli konuklar katılıyor bunun altını çizmek lazım. Ancak beni her gün aynı saatlerde ekrana bağlayan Ayşenur Aslan faktörü. Onun enerjisini, kendini kasmayan sunumunu, kısaca doğallığını çok beğeniyorum.

Ben 19 Mayıs’ta doğdum. Yani her sene o gün bir yaş daha alırım. Doğum günüm için arayan arkadaşlarıma, “bütün ülke doğum günümü kutluyor,” diye hava atmışlığım çoktur. Yeni yıla girerken; “seneye görüşürüz,” demek kadar kötü bir espri yaptığımı biliyorum elbette. Ama şu taşınma derdimin içinde öğrendim ki, birilerinin benden daha beter bir espri anlayışı var. “Gençlerimiz üşümesin diye”, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, Ankara dışındaki illerde sadece okullarda kutlanacakmış. Doğum günüm gelmeden doğum günümün vesilesiyle bir yaşıma daha girmiş oldum böylece. Büyümemi sağlayan 19 Mayıs kutlamalarının iptal edilmiş olması değil. 29 Ekim törenlerinin iptalinden sonra buna pek de şaşırmadım. Gençlerimizin üşümesinin düşünülmüş olması derinden etkiledi beni ve meğer doğum günümde gençlerimize faşist bir eylem yaptırılıyormuş da haberim yokmuş. Bardağın boş tarafından bakmayı anlıyorum da, bardağı ters çevirip içinin neden boşaltıldığını anlamıyorum doğrusu.

Geçtiğimiz sene Fatih Altaylı köşesinde 19 Mayıs kutlamalarını çok eleştirmişti. Günün benim için öneminden de anlaşılabileceği gibi eleştirisini gayet net hatırlıyorum. İnternetten aradım ve buldum yazıyı. Başlık şuydu: “19 Mayıs böyle mi kutlanır?” Fatih Altaylı’nın eleştirdiği kutlamanın kendisi değil, kutlama biçimiydi. Bu konuda ona kesinlikle hak veriyorum. Okul yıllarımda 19 Mayıs törenine hiç katılmadım. Öğrencilerin bazıları seçilir ve o gün için ayrıca çalıştırılırdı. Çok anlamsız ve gereksiz bulduğum hareketler ezberletilirdi. Hiçbir öğrenci bu çalışmalara katılmak istemezdi. Ben de seçilmediğim için çok sevinirdim. Ama katılan arkadaşlarımın üşümekten şikayet ettiklerini hiç hatırlamıyorum. 29 Ekim kutlamalarına ise okul korosunda olduğum için her sene katılırdım. Taksim meydanında Ekim’în son günleri de soğuk geçiyordu olsa gerek. Doğrusu yine aklımda pek mevsimsel özellikler kalmamış. Marşları söylerken, havai fişek yüzünden kafamıza düşenleri saymazsak, çok eğlenirdik. Hep bir ağızdan tek bir ses çıkartma çabası insanları bağlar birbirine. Bu yüzdendir ki hala Bağdat Caddesi’ndeki Fener Alayı’na katılmayı severim.

19 Mayıs kutlamalarını daha güzel hale getirmek yerine iptal eden zihniyetlerin niyeti nedir bilmiyorum. Eğer gerçekten gençler üşümesin diye düşünüyorlarsa, çevik gençlik anlayışı çok eskilerde kalmış demektir. Cumhuriyet elden gidiyor kaygısını bırakın bir tarafa; benim çocukluğumda kağıt bebeklerle oynanırdı, şimdi ise bebekleri kağıttan yapmak istiyorlar.

Son Kulis Haber / 16 Ocak 2012

Oyunun Oyunu

İngiliz yazar Michael Frayn’ın ‘Noises Off’ adlı tiyatro oyunu Türkçe’ye ‘Oyunun Oyunu’ olarak çevrilmişti. Sahne önü ile sahne arkasında yaşananların birbirine karıştığı, karmaşa dolu bir komedi. Aynı isimle sinemaya da uyarlanmıştı. Filmini defalarca izlememe rağmen her seferinde gülmekten kendimi alamadığımı söylemem lazım. Şu sıralar biraz gülebilmek için yeniden izlemeyi düşünüyorum. Trajikomiktir ki filmi aklıma düşüren, Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması oldu.

Emekli orgeneral, Genelkurmay tarafından kurulduğu öne sürülen internet sitelerine ilişkin İnternet Andıcı davası kapsamında yargılanıyor. Türk halkı böylece ilk kez, eski bir genelkurmay başkanının bir terör davasında sivil mahkeme tarafından yargılandığını da görmüş oldu. Anayasa Referandumu’na ‘Evet’ diyenlerin kararları sayesinde gerçekleşti bu elbette. İlker Başbuğ’a yöneltilen suçlama doğruysa da doğru değilse de, Türkiye’de oyunlar içinde oyunlar dönüyor bu çok açık. Benim son yıllarda gördüğüm manzaralardan tek anladığım bu. İzlediklerimiz Michael Frayn’ın farsı gibi dışarıdan seyredenler açısından pek de komik bir oyun değil tabii, ama yine de Nedim Şener’in ‘Odatv Davası’ndaki izleyicilere yönelik söylediğine sonuna kadar katılıyorum: “Tiyatroya hoşgeldiniz!”

Pop Art akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Amerikalı ressam Andy Warhol’un daha 60’lı yıllarda kullandığı, “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak,” sözü bugün hiç de yabana atılmayacak bir gerçekliğe sahip. Bazen bulunduğum bir mekânda bir yüze takılıyor gözüm. Bu vatandaşla bir yerden tanışıyoruz diye düşünüyorum, ama nereden bir türlü çıkaramıyorum. “Hay Allah,” diyorum kendi kendime, “Şimdi o beni hatırlayacak, ben onu hatırlamayacağım; çok ayıp olacak!” Hafızamı tek tek gözden geçiriyorum: ”İlkokul değil, yok yok lise de olamaz. Aynı üniversitede okumuş olsak kesin hatırlarım. Bitireli on yıldan fazla olmuş olsa da o kadar bunamadım. Mahalleden olmasın? Eski bir müşteri filan? Delirebilirim, çok iyi tanıyorum bu yüzü, ama hafızada hiçbir ortak anımız yok. Neyse o beni fark etmedi zaten. Görmemiş gibi yapayım, olsun bitsin!” Kendi kendime boşuna debelenirim oysa. Bilindik yüzlü şahısla hiçbir ahbaplık durumumuz söz konusu değildir. Kendisini hiç izlememiş olmama rağmen, belleğime televizyondan girmiş biri olduğunu anlarım sonunda.

Maalesef artık ünlü olmak için bir şeyler başarmak, kendi dalında iyi olmak gerekmiyor. Mesela şu an gündemde olan evlendirme programlarına katılanlar, tıpkı Andy Warhol’un dediği gibi 15 dakikalığına da olsa ünlü oluyorlar. Andy Warhol’un amacı tüketim toplumunu eleştirmekti. Mevcut sisteme gönderme yapıyordu. Başbakanımızın bile bir zamanlar hapis yattığını da hatırlatarak; ülkemizin şu anki mevcut adalet sistemine ithafen, ben bu sözü yeniden uyarlamak istiyorum: “Türkiye’de bir gün herkes bir günlüğüne de olsa hapis yatacak.”

Son Kulis Haber / 09 Ocak 2012

Çocuklar Öldürülmesin

Yıl 1984. Sekiz yaşındayım. Yer Şan Tiyatrosu. Bütün salon ayakta, seyirciler sahnedeki şarkıcıyla tek vücut olmuş gibi hep bir ağızdan; “Ey Özgürlük,” diye bağırıyor. Bağlama melodileri arasında büyüyen bir özgürlük şarkısı gözeneklerimden girip tenime işlerken, hafızamdan bir ömür boyu silinmeyecek bir konser manzarasıyla büyüleniyorum. Hangisi beni daha çok etkiliyor? Gördüklerim mi, duyduklarım mı? Kestiremiyorum. Bildiğim, o beş dakikalık görüntünün Zülfü Livaneli’nin Özgürlük şarkısını her dinlediğimde pekiştiği. Üstelik sadece o kadar da değildi o konserden arda kalan. Bir “Kız Çocuğu” şarkısı vardı ki – yıllar sonra bunun bir Nazım Hikmet şiiri olduğunu öğrenecektim – tüm acısıyla, tüm masumiyetiyle, tüm çaresizliğiyle ve tüm içtenliğiyle; bir kadın sesinde resmen ağlıyordu. Hiroşima’yı görmek, duymak, bilmek gerekmiyordu bunu anlamak için. O gece konser salonundan çıktıktan sonra artık bir kız çocuğu olarak kalamayacaktım. Bunu biliyordum. İçimdeki çocuk hep böyle bir şarkı eşliğinde ağlayacaktı. Dünyada olanlara karşı arkamı dönüp, yürüyüp gidemeyecektim. Sanki herkesle birlikte ayağa kalkarak, “Hey Özgürlük” diye bağırarak, bunun için gizli bir söz vermiştim kendime.

O günden beri bir kadın gözüyle öğrenmeye çalışıyorum dünyayı. Sanat yoluyla anlamaya, anlamlandırmaya çaba gösteriyorum. Çünkü sanatın gücünün bütün bombalardan daha güçlü olduğuna inanıyorum. Sanatın etkisinin daha uzun süre damarlarımızda kaldığını kendimden biliyorum. Zülfü Livaneli’nin sekiz yaşımda yüreğime koyduğu bomba, hala duruyor içimde. Gittiğim her yere onu da götürüyorum. Geçenlerde Kırkpınar’a gittim.

Dört beş yaşlarında su tabancasıyla oynayan iki çocuk takıldı gözüme. Tek bir tabancaları vardı. Paylaşamadıkları için tabancasız kalan çocuk, gözlerinden akıtmaya başladı sularını. Mermi acısından değil, tabanca yokluğundan ağlamasına uzaktan tanıklık ediyordum. Tabancalı olansa tam tersi kahkahalar atıyordu. Mutluluğu yanaklarında gamzeleniyordu. Ama bir süre sonra yalnız kaldı oyuncağını paylaşmadığı için. Önce umursamadı. Gözleri ışıl ışıl, çiçekleri suladı. Her tetikte fışkıran suyla birlikte bir kahkaha savuruyordu. Islak mermileri bitince etrafına bakındı. Arkadaşını bulunca gözleri, koşarak yanına gitti. Oyuncağını uzattı. Doldurup sırayla oynamaya başladılar. Artık ikisi de mutluydu. Su tabancasıyla ıslanan doğa, cıvıl cıvıl çocuk sesiyle sanki daha bir yeşeriyordu. Bu görüntü bana “Kız Çocuğu” şarkısını hatırlattı yeniden.

Yeni yıla girerken, umudumu kaybetmeden “Çocuklar Öldürülmesin,” diyorum kendi kendime ve “Özgürlük,” diye haykıran bedenimle, özgür habercilikle geçen günler diliyorum ülkeme:

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk

Çalıyorum kapınızı
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin,
Şeker de yiyebilsinler.

Son Kulis Haber / 02 Şubat 2012

Birdenbire

Hiç çocuğum olmadı. Ama hamile kaldım. İki kere. Yani doğurmayı değil, öldürmeyi bilirim. Başako’nun Destruction 2011 (Yıkım 2011)’de sergilenen Darmadağın adlı 39 desen ve bir metinden oluşan dijital enstalasyonunu seyrederken, öldürmeyen bir annenin de katil olabileceğini düşündüm. Dış dünyadan haberi olmayan doğmamış bir çocuğun, daha anne karnındayken neler hissedebileceğini, annenin onu istemeden de olsa nasıl zehirleyebileceğini… Bir annenin samimiyeti etkiledi beni.

Her şey daha var olmadan başlıyordu. Var oldukça eklenen kimliklerle de çetrefilleşiyordu hayat. Her birimizin içinde bir sürü çırpınışlar vardı. Dünyadaki savaş ve barış kadar önemliydi bu. Peki bir kadın mıydı bu resimleri yapan, bir anne mi? Yoksa bir çocuk mu? Kendi dünyasında, biraz olsun bir şeylerin ucundan tutma içgüdüsüyle, acılarına değmekten korkmadan duygularını paylaşıyordu.

Mark Twain, “Küçük bir çocuğun oyuncak tahta atını kaybetmesi bile, bir kralın krallığını kaybetmesinden daha ağır etki yaratır,” der. Başako’nun Oyuncaklar’ı ile anlıyordum ki, ellerimle yaptığım tahta atımı kaybetmiştim ben, hem de bir çok kere. Bu yüzden evimin içinde sıkışıp kalmıştım. Yalnızdım. Ne de olsa insan acı çekerken evrende yalnızdır. Belki de bu yüzden sürekli sevgi ve bağlanma ihtiyacı duyar. Evine pencere açar, merdivenler koyar, başkalarının girmesine izin verir. Fakat kaç kişi, evin duvarlarını kaldırıp içine dışarıdan bakabilir? Eschervari labirentlerimizle kusursuz olmayan yuvalarımızda yalnızlığımızla nasıl mücadele ettiğimizi kaçımız görebilir? Kaçımız sessizlik isteyebilir?

An gelir, acımızı vücudumuzdan çıkarabilecekmişcesine tüm gücümüzle saçımıza asılırız. Oysa bu eylem, o acıyı fiziksel olarak daha fazla hissetmekten öteye geçmez. Kendi ellerimizle her şeyi yeniden içimize geri göndeririz. Kafamız kimi zaman küçük gelir bedenimize, kimi zaman ellerimizin üstünde yürümeyi deneriz. Kendi çıkmazımızdan, kısırdöngümüzden de kurtulabiliriz elbet. Başkasına zarar verebiliriz. Ama o zaman, acımıza değmeye cesaretimiz olmadığı için, utanmalıyız kendimizden. Duygularımız anlaşılmasın diye giyinebiliriz. Pekala modaya uyabiliriz. Gene de içimiz görünür tenimizde.

Başako’nun işleriyle bir yandan bu düşünceler, duygular arasında gidip gelirken; bir yandan kağıdın onun için ne kadar uygun bir araç olduğunu fark ediyorum. Küçük boyutlardaki suluboya resimleri, renkleriyle ve biçimleriyle neşeli bir oyun gibi. Hikayesi ne olursa olsun, yorumunda çocuksu bir saflık var. Kağıt boyayı emdiği anda yumuşayarak, çizimlerindeki sakin anlatımına destek veriyor adeta.

Bir kedinin geldiğini, o yanınızda birden belirene kadar hissetmezsiniz. Başako 2003’den bu yana olan çalışmalarıyla, 2011 yılında bir Cat Walk edasıyla karşımda belirivermişti.

Bir çocuk, bir kadın, bir ressam olarak. Birdenbire.

Basako Resim Kataloğu 2011

Facebook
Twitter
Instagram