Akışına bırakmayan insanlar çıkmıştı karşıma. Başından beri. En başından beri. Annem, babam, öğretmenlerim, eski karım… Yoluma çıktılar hep. Önüme geçtiler. Küçük bir çocuk gibi razı oldum ben de. İstemeye, istemeye istediklerini yaptım…
Oysa akışı seven biriydim. Yine de başkalarının çizdiği yollarda akmanın daha doğru olacağını sandım.
Ne yalan söyleyeyim, doğum gününde neden o kitabı yolladığımı bilmiyorum bu yüzden. Hiç bilmiyorum hem de. Hele ki neden başka bir kitap değil de o? Kesinlikle hiç bir fikrim yok. Gerçekten! Belki yıllar sonra anlarım… Bugüne kadar pek çok şeyi sonradan anladığım gibi, bunu da anlarım bir gün belki…
Anlamak için yola çıkmamıştım ki zaten. Çok uzaktım anlamaktan. Anlatmaktı sanki derdim ama nasıl anlatacağımı da bilemiyordum. Sürekli onu düşünüyordum. Benim için öyle özeldi ki. Doğum günü için farklı bir şey yapsam dedim kendi kendime ve çok da düşünmedim üstünde. Plan yapmadım.
Aslında özenmeli insan böyle zamanlarda, bense özenmedim. Sadece içimden gelen sesi dinledim. İşyerine postayla kitap gönderme fikri aklıma geldiği anda, odada komidinin üzerinde duran o incecik kitap gözüme ilişti birden: Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler! Dört yaşındaki yeğenim için alınmış bir masal kitabı…
Prenses
“Tabii yaa… Prenses!” dediğimi hatırlıyorum. O benim prensesimdi. Aşık olduğunda; insana sevdiği kadın, prenses gibi gelmez miydi? Yoksa tek budala ben miyim?
Sonrası tamamen akış ile geldi. Artık yapılması gerekenler neyse onu yapacaktım. Önce bir zarfa ihtiyacım vardı. Adres kısmı işin en kolayıydı. Kendisinin ve çalıştığı bankanın ismini yazmam yeterliydi. Nasılsa ona ulaştırırlardı.
Zarfın içine bir yazı ya da bir not koysa mıydım? Benden olduğu anlaşılsın istemiyordum. Bir bilgisayar çıktısına “40. yaş günün kutlu olsun!” yazabilirdim. İyi de daha kırk olmamıştı ki… Olsun! Neden bilmem aynı yaşta olmamıza rağmen kendini yaşlı hissetsin istiyordum. 🙂
Ne kadar çocukçaydı. Hele ki alelacele hazırladığım o aptal kağıt parçası. Süpriz hediyem, resmen 15 yaşında birinin elinden çıkmış gibi duruyordu. Acemi kağıt çıktısı toneri azalmış yazıcıdan silik bir baskı şeklinde çıkmıştı. Yaptığım şeyin üzerine kafa yorarsam, kendimi caydırmaktan korkuyordum açıkçası. Bir de ofiste kimse görmeden bir an önce halletmeliydim işimi sonuçta.
Hediye
Bazı insanların size hediye alması asla umrunuzda olmaz. Varlıkları zaten hediye gibidir. İşte onun varlığı benim için tam olarak böyleydi. O benim hediyemdi. Hayat tesadüfi bir biçimde onu karşıma çıkardığı anda ona vurulmuştum.
Yağmurlu bir kış gününde Taksim sokaklarında randevusuna yetişmeye çalışırken, yaşının ne kadar da altında görünmüştü gözüme. Atkısını tam önümde yere düşürünce, ister istemez durmuş ve göz göze gelmiştik. Eğilip yerden aldığı atkısını eliyle silkelerken, onu izleyen gözlerime gülümseyip telaşla yanımdan uzaklaşmıştı.
Bir programım yoktu. Öylesine tasasız bir şekilde dolaşıyordum sokaklarda. Yağmur birden hızlanınca korunmak niyetiyle, ilk önüme çıkan pasaja girdim. Arzu “Kemal!” diye seslenince, sesin geldiği yöne baktığımda Arzu’yu değil onu gördüm ilk önce. Yüzünde hala aynı gülümseme vardı.
Pasajın içinde bulunan tiyatroya girmek üzerelerdi. Arzu ile havadan sudan konuştuktan sonra ayrıldık. Sonrasında kaç kere Arzu’yu aradım bilmiyorum. Ayak üstü tanıştırıldığım Nihan’la aramızı yapsın diye dökmediğim dil kalmadı. Yine de yapmadı aramızı. “Hayatta böyle bir topa girmem abicim, bir şey söyleyeceksen Nihan’a kendin direk söyle,” dedi.
Gönlümde sürekli o melodi çalıyordu: “Nihansın dideden…”
Nihan… Onu tanıdığım andan itibaren ona bakan tüm gözlerden saklamak istediğim narin bir çiçek…
Belki de bir çiçek yollamalıydım ya da kadınların hoşlanacağı türden daha özel bir şey seçmeliydim. Pek tabi kesinlikle elden vermeliydim. Yüzüne ondan çok hoşlandığımı açıkça söylemeliydim.
Yapamadım hiçbirini yapamadım. Doğum günü gelip de çattığında doğal bir şekilde kutlayamadım bile. Sanki benim için herhangi bir günmüş gibi davrandım.
Kimden geldiği belli olmayan, içinde bir çocuk masalı olan aptal bir zarf yollayabildim en fazla işte. Paketi aldığından emin olduğum bir süre geçtikten sonra onu önemsediğimi göstermeye çalıştığım soruyu ancak cep telefonundan yolladığım bir mesajla sorabildim: “Paketi aldın mı? Sana bir masal göndermiştim.” dedim. Şaşırdı. “Aaa. O sen miydin?” dedi ve hemen peşinden uykusu geldiğini söyleyip konuyu kapattı. Yine konuşamadım. Söylemek istediklerimin hiç birini söyleyemedim. “Kalbim seninle dolu,” diyecek gibi oldum, anlamsız geldi devam etmedim.
Didem Elif
Not: Aklımda çok başka hikayeler vardı. Yarım kalmış başka hikayeler. Hiç aklımda olmayan Akış adlı bu öykü ani bir şekilde birden ortaya çıktı ve tüm diğer hikayelerin önüne geçti. Bazen öyle olur… Bir hikaye ana hikayenin önüne geçer. Daha önce duymadığım bir şarkı ise tesadüfen yazıyı yazarken karşıma çıktı… Elimden Gelen Bu Kadardı…
Edebiyatla Kalın,
Sevgilerimle…