Benim Adım Yahudi

Hava karanlık. Döşekler her geceki gibi rahatsız. Uyku bir çocukluk anısı. Gözlerim kapansa, burnum açılıyor. Ağzım açılsa, dilim kuruyor. Konuşamıyor tahta çarşaflar. Defterimle yatıyor, kalemimle uyanıyorum. Etrafta çocuklar var, büyüsünler diye. Uzaktan izliyorum çocukları. Ağlaşıyorlar dertli dertli. Onların benden soğuk kemikleri.

Dört bir yandan ayak sesleri geliyor. Kulaklarım sesten uyuşmuş, kalbim sessiz ve derinden atmakta. Soğukmuş, sıcakmış önemli değil. Rüzgara uyum sağlamaya çalışıyorum düzenli düzensiz. Yalnızım, sanıyorlar; tek başınayım bu sokaklarda. Kafama zorla soktukları insanları unuttular mı? Tanımadığım, sevmediğim, istemediğim halde susturamadığım demirbaşlarım onlar. Bir ses, bir nefes olarak kaldılar içimde. Kanım aktıkça damarlarımda var oldular. Bileklerimi kessem benden çok onların kanı akardı. Ben gittim, geldiler. Her adımda benimle birlikte yürüdüler. Giderek çoğaldılar. Yetmedi, büyüdüler. Tuvale gerdim. Uyandılar. Fırçaya bandım. Utandılar. Renk verdim. Usandılar. Affettim. Sarıldılar. Yine de kurtulamadım onlardan. Nerede olsam, hep yanı başımda: sırtımın gerisinde, önüme vuran gölgemde, saatimin kayışında, paltomun yakasında… Böyle olacağını bilseydi kuşlar, cıvıldayamazdı tepemde özgürce. Duysaydı çığlığımı balıklar, yüzemezdi rahatça derinlerde. Anlasaydı acımı ağaçlar, yeşeremezdi baharda gönlünce. Kuşların bilmediği, balıkların duymadığı, ağaçların anlamadığı iyi oldu. Karanlık saklarken gerçeği, ben de sustum böylece. Yoksa kuşlar da, balıklar da, ağaçlar da; şimdi benimle birlikte suçlu olurdu.

Ben bir Yahudi’yim. Nazi döneminde yaşayan genç bir Yahudi. Üstelik o günden beri yelkovanla akrep bir daha üst üste gelmedi. Hala suçluyorlar beni. Oysa insan olmayı ben istemedim ki. Yoksa ben de bilirdim kuş olup uçmayı, balık olup yüzmeyi. Ben de bilirdim ağaç olup her mevsim yenilenmeyi. Uçamıyorum, yüzemiyorum, yenilenemiyorum diye; korkuyorum, sanıyorlar; kaçıyorum köşe bucak ve yalnız başınayım kavgamda. Bilmiyorlar ki, bir tek kimliğimden korkmuyorum. En çok kendimleyken kalabalığım. Bir insan olarak kendimden başka tutunacak neyim var ki bu hayatta?

Ocak 2014

“Sanat Objesi Olarak Sanatçı” kitabından / Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

Ressam: Felix Nussbaum – Selbstbilnis mit Judenpass

Bayram Dediğin Böyle Olur

Oldukça kalabalık bir ailede büyüdüm ben. Hem baba tarafı, hem de anne tarafı hatırı sayılır bir sayıdaydı. Son yıllarda eski bayramlardan hasretle bahsediliyor ya hani, işte tam da öyle hasretlik bayramlarımız vardı.

Birinci günü, küçük büyük herkes orada olacağından, büyük amcamın evine gider, ikinci günü soluğu başka şehirde yaşayan dayımın köyünde alırdık. Nerdeyse bir düzine odası olan bir eve; teyzeler, enişteler, gelinler, kuzenler, kuzenlerin çocukları hep birlikte doluşurduk. İstanbul’daki evimize dönmek için yola koyulduğumuzda; dayım ve ailesi yollara dökülür, arkamızdan bize el sallarlardı. Çocukluğumun en güzel fotoğraflarından biriydi bu.

Her iki evde de ev sahiplerinin sevgi dolu gülen yüzleri en güzel bayram şekeriydi.

Bayramdan birkaç gün önce kaybettik dayımı. Çocukluğumun köyündeki cenaze evinden ayrılırken, aynı yolda teyzem ve kuzenlerim arkamızdan el salladığında, sararmış o fotoğraf renklendi yeniden. Hüzünden çok umutla doldu içim. Karakterimde ondan çok şey taşıdığıma inandığım dayım huzur içinde yatsın. Onun vesilesiyle bir kez daha sevdiğim bir yerde sevdiklerimi yeniden görebildiğim için mutluyum.

Herkesten uzak bambaşka bir şehirde yaşıyorum şimdi. Bayramda anne ve babamı bile görmek lüks oldu artık benim için. Uzak bir şehirde yaşama kararı alırken, bu koskocaman ailedeki her bir bireyi bu kadar çok özleyeceğimi hiç tahmin etmezdim. Meğer varlıkları ne kadar çok besliyormuş beni.

Bu bayram tam da bu yüzden çocukluğumu aratmayacak bir bayram oldu benim için. Arife günü, baba tarafındaki ailemin büyük bir kısmı-yaklaşık yirmi kişi; bizim jenerasyonun en küçüğü olan üç kuzenin evlerine, Kaş’a geldiler. Hoş geldiler. Evlerimize bereket, neşe, mutluluk getirdiler.

Bayram dediğin de böyle olur zaten.

Annem

Bugüne kadar Anneler Günü’nü her zaman sevgi ve coşkuyla kutladım. Çok küçük yaşlarımdan beri annemi tüm sevgimle kucaklarken onu mutlu edecek küçük bir hediye bulmaya çalışırdım. Babamdan öğrendiğim bir şeydi bu aslında. Zar zor hatırladığım çocukluk günlerim arasında sıkışıp kalmış bir duygu ve iki katlı ahşap evimizin gıcırdayan merdivenleri kadar da hafızama yer etmiş bir anı bu aynı zamanda. Annemin kendisine istediğini alabilmesi için, babam tarafından hazırlanmış bir zarf, güzel bir çiçekle biz çocukları tarafından kendisine iletilirdi. Her zaman sözel olarak dile getiremesek de, ailecek birbirimizin değerini hissettirmesini bilirdik. Bugüne kadar da iyi kötü her günde birbirimizin hep yanında olduk.

Böylesine güzel ve anlamlı bir günde bu defa içimde tuhaf bir burukluk var. Annem de, babam da, sevgili kardeşlerim de hayatta ve sağlıkları yerinde çok şükür. Ancak aynı şehirde değiliz ve annemin güzel yüzünden öpemiyorum bu sene. Koşullar malesef öyle gerektirdi. Büyük bir üzüntüyle anneme bunu telefonda açıklarken onun bana verdiği cevap beni derinden etkiledi: “Olsun kızım, sen olduğun yerde mutlu ve huzurlu ol, bu bana yeter.”

Derinden etkilendim çünkü annemin bu konudaki niyetinin ne kadar samimi olduğunu biliyorum. Her ne kadar göbek bağımız ben doğduğum an kesilmiş olsa da, hiçbir bıçağın kesemeyeceği gözle görünmeyen bağımız sayesinde, bunu tüm benliğimde hissediyorum.

Neredeyse bebekliğimden itibaren annemi çok üzmüş bir çocuğuyum. Üç aylıkken yakalandığım boğmaca hastalığı, üç yaşındayken gözlerimin bozulup kaymaya başlaması, sırf inatçılığımdan yaptığım yanlışlıklar ve elbette yapmam gereken ama yapmadıklarım; benden daha çok onu üzdü biliyorum.

İşte tam da bu yüzden anneme dünyanın en güzel hediyesini verebilmek için, olduğum yerde mutlu ve huzurlu olmak adına elimden geleni yapıyorum.

“İçin rahat olsun anneciğim. Seni çok seviyorum.”

Yeryüzünde yaşamış ve yaşamakta olan; çocuklu, çocuksuz bütün kadınların anneler günü kutlu olsun…

Sen Bir Kadını Sevdin Mi Hiç?

Sen bir kadını sevdin mi hiç?

Bir kadının gözlerinin içinde kayboldun mu mesela? Ve bir kadın kendini kaybetti mi, sen onun gözlerine bakarken? Sahi, sen kendini kaybettirecek kadar bakabildin mi bir kadının gözlerine?

Sen hiç bir kadının söylediklerinden daha fazlasını hissedebildin mi? Ve kendi söylediklerinden daha fazlasını hissettirebildin mi ona? Sahi, sen söylediklerinden daha fazlasını hissettin mi hiç bir kadına?

Sen hiç bir kadının kalbinin derinliğini merak ettin mi? Onun kalbindeki denizin, rahmindeki denizden daha doğurgan olduğunu fark edebildin mi? Ve orada aynı anda sadece bir erkeğin yaşayabildiğini bildin mi? Sahi, sen bir kadının kalbinde yeniden doğup orada sonsuza kadar yaşayabildin mi?

Sen hiç bir kadınla kaçak dövüşmeden sonuna kadar kavga edebildin mi? Öfkesinin fırtınasında boğulmayı göze alabilecek kadar yüzleşebildin mi onunla? Sahi, fırtınasında boğulmadan kalıp varabildin mi bir kadının kıyılarına?

Sen hiç, teninde biriktirdiği acılara sarılabildin mi bir kadının? Ve teninde biriktirdiğin acılarını hiç korkmadan sunabildin mi bir kadına? Sahi, sen bir kadını her koşulda kucaklayabildin mi?

Sen bir kadını, senin kadının olduğu için değil, o olduğu için sevebildin mi?

Sahi,

sen bir kadını sevdin mi,

hiç?

En İyi Olmak

İnsan içinde yaşadığı ülkenin dinamiklerinden etkilenmeden yapamıyor. Bu yüzden herkes için olduğu kadar benim için de zor bir aydı Aralık. Şimdi, 2013’ün son saatlerinde, içimde biriken son kelimelerle vedalaşmak istiyorum.

İnsan için en zor şeylerden biri “bırakmak”tır. Çok kolay ayrılamayız hayatımızda var olan şeylerden. Hele ki sevdiklerimizden.

Oysa gün gelir çok sevdiğiniz birinden sonsuza kadar ayrılmanız gerekebilir bazen. Beyaz bir kefen, avuçlar dolusu toprak ve yürekten gelen bir duadan başka verecek bir şeyiniz yoktur üstelik ayrılırken.

Bazen de işiniz, eviniz, birikmiş paranız, şehriniz, ülkeniz, arkadaşlarınız, dostlarınız, ailenizden ayrılmanız gerekebilir.

Henüz hala manevi dünyadan çok maddi dünyaya önem veren varlıklar olduğumuz için, bizim tercihimiz bile olsa, ayrılıklar genelde zorlar bizi.

En kolay vazgeçebildiğimiz şey biten bir yıldır. Önümüzde umut ve yeniliklerle dolu bir yıl olduğunu bildiğimiz için belki, bir çoğumuz kutlamalarla yeni yılı kucaklarız. Güzel dileklerin, iyi niyetlerin havalarda uçuştuğu yılın son karanlık gecesini renkli ışıklarla aydınlatırız.

2013 yılı benim için işimden, evimden, şehrimden ve ailemden ayrılmak durumunda kaldığım bir yıl oldu. Bunun yanında da müthiş yenilikler ve güzellikler sundu aynı yıl bana. Şimdi 2013 yılını geride bırakırken yaşadığım her an için ona çok teşekkür ediyorum.

2014 yılında beni neyin beklediğini hiç bilmiyorum. Umarım güzel şeyler bekliyordur. Ancak en büyük dileğim; hayat bana ne sunarsa sunsun, hem kendim hem de başkaları için elimden gelenin en iyisini yapabilmek. Herkes için de böyle olmasını diliyorum.

Önümüzdeki yıl bana ve başkalarına zarar veren içimde olan bir çok şeyi bırakmak istiyorum.

Sigarayı…

Kibiri…

Düşüncesizliği…

Tembelliği…

Kavgayı…

Kararsızlığı…

Cesaretsizliği…

Anlayışsızlığı…

Tahammülsüzlüğü…

Sabırsızlığı…

Doyumsuzluğu…

Karamsarlığı…

Korkuyu…

Ve bir taraftan da içimdeki bana ve başkalarına iyi gelen şeyleri daha çok açığa çıkartmak istiyorum. Kalbimde biriken kelimeleri daha fazla satırlara bırakabilmek istiyorum mesela. Ve içimde var olan daha bir çok şeyle daha fazla kucaklaşmak istiyorum.

Coşkuyla…

Sevgiyle…

Anlayışla…

Sabırla…

İyimserlikle…

Huzurla…

Metanetle…

Şükürle…

Barışla…

Mütevazilikle…

Doğallıkla…

Samimiyetle…

Umarım başarabilirim…

2014 yılının, yeryüzünde yaşayan tüm varlıkların elinden gelenin en iyisini yaptığı bir yıl olmasını diliyorum…

Mutlu yıllar!

Hapishane Dediğin

Şu anda oturduğum evin ön cephesi bir hapishaneye bakıyor. Balkona çıkınca; bakımsız ve eski, yüksek kiremit rengi çirkin duvarlar, göz hizzamın hemen aşağısında kalıyor. Göz hizzamda ise bulutlarla ve denizle boyanmış Meis adası var.

Yaklaşık beş yıldır hapishanede yatan Mustafa Balbay önceki gece özgürlüğüne kavuştu. Bu fiziksel bir özgürlüktü tabi. Ben onun gibi birinin hiç bir zaman hapse tıkılabileceğini düşünmedim. Kaç kitap yazdı bu sürede? Yedi mi? Kaç köşe yazısı? Yüzlerce mi?

Sayıların öyle pek de bir önemi yok. “Kelebek Kaç Tondur?” adlı yazısını okuduğum zaman bir kez daha anlamıştım niceliğin ne kadar göreceli olduğunu. Bir kalbin nasıl bir saniyede tonlarca ağırlaşabileceğini, ruhun nasıl özgürce hafifleşip kanatlanabileceğini hissetmiştim.

Mustafa Balbay doğadan, ailesinden, arkadaşlarından, sevdiklerinden uzak yaşadı yıllarca belki ama kendi doğasından uzaklaşmadı. Kaderine küsüp özüne sırtını çevirmedi. Yüksek duvarların arkasındayken bile beni ve benim gibi onu okuyan başkalarını doğanın tam ortasına götürdü. Kelebeklerin yurduna. Öz vatanıma.

Dışarı çıktığında; kendisini çekmeye çalışan onlarca medyayla, o ana tanık olmaya çalışan deli kalabalıkla bile kendinden geçip öfkeyle böğürmedi. Bedeni kendisi gibi haksızlığa uğramışlar için adalet doluydu ama kinle, nefretle kavrulmamıştı. Elbette heyecanlıydı, sevinçli ve -bugüne kadar daha evvel ne sözlü ne de yazılı olarak hiç kullanmadığım bir kelimeyi onun için kullanacağım- vakurdu.

Çoğu insan bir hapishanede yaşar aslında. Kimi ilişkisinin içinde sıkışıp kalmıştır. Doğrusunu, yanlışını şaşırmıştır. İletişimsizlik en büyük iletişim aracı haline gelir.

Kimi işi ile kapatır kendini hapishaneye, hemen hemen her gün. Mesailerle dolu görünmez yüksek duvarlar arasında bir fiil kaybolmuştur.

Kiminin bedenindedir esareti. Her gün çektiği ağrıları koğuş arkadaşıdır. Sahi koğuş arkadaşı katil de olsa insanın elinden ne gelir ki?

Kimi, Zaman Hapishanesi’ne girmiştir, üstelik ömür boyu. Ya geçmiş vardır onlar için ya gelecek. Ve aslında her ikisi de gerçekte asla olmadığı için hiç bir zaman gerçekten var olamazlar. Onların hapishaneleri Ortaçağ’daki işkence odalarına benzer. Yeraltında, penceresiz, mum ışından başka ışığın olmadığı zindanlar gibidir.

Kimi, bu dünyada yaşamayan birinin yokluğunda hapsetmiştir ruhunu. Aldığı her nefes özlemle acır göğüs kafesinde.

Kimi egosunun kölesi olmuştur. Onun gölgesini en büyük ağaç gölgesi sanır. Bütün ağaçları yıkabilir sırf bu yüzden.

En büyük gardiyanı kendisidir insanın. Herkesin görüş hizzasının aşağısında insanların inşa ettiği bir hapishane manzarası vardır. Gardiyan olarak kafayı kaldırmaya izin vermezsek doğanın bize sunduğu harika manzarayı göremeyiz.

Kutsal Meslek

Dün Öğretmenler Günü’ydü. Gece ilk okul öğretmenim geldi aklıma. İkinci sınıfa başlayacağım yaz, yani yaklaşık sekiz yaşlarındaydım, başka bir semte taşınmıştık. Mecburen okulum da, öğretmenim de değişmişti. Bana sorarsanız bütün hayatım değişmişti. Yedi yıllık bir hayatı küçümsemeyin. İnsanın en önemli hayat dilimidir.

O zamana kadar el bebek gül bebek büyümüşüm. Ailenin en küçüğüyüm diye; gelen sevmiş, giden sevmiş. Birinci sınıfta bana okumayı, yazmayı öğreten öğretmenim beni kucağından indirmemiş. İlginin doruğunda bir yedi yıl geçirmişim. Yeni başlayacak hayatımda ise önceden tanıdığım tek kişi var. O da Lale. Yengemin yeğeni.

Lale ile aynı sınıfta okumam için bir hayli çaba sarfetti annemler. Zaten yeni bir mahalleye taşınılmış, bari sınıfında tanıdığı biri olsun çocuğun diye düşündüler. Nitekim diledikleri gibi oldu. Çocukluğumun en sarışın, en sıradışı hatırası Lale ile aynı sınıfta okudum. O zamanlar bana kabus gibi gelen bir öğretmen eşliğinde.

Öğretmen benim hamurumu pek sevmemiş miydi artık bilmiyorum beni herkesin içinde azarlıyordu. El yazımı bile beğenmiyor: “Sana yazı yazmayı kim öğretti böyle?” diyerek dünyalar tatlısı birinci sınıf öğretmenime de söylenmiş oluyordu. Benim gibi azarladığı başka öğrenciler de vardı, elbette kişisel bir mevzu değildi. Bir de sevdiği öğrenciler vardı. Onları yerlere, göklere sığdıramıyordu. Lale onlardan biriydi.

O öğrencileri kıskandığımı hatırlamıyorum ama öğretmenimden gerçekten çok korkuyordum. Okul saatleri içinde cıvıl cıvıl, güler yüzlü, girişken Elif gidiyor; yerine ürkek, çekingen, sessiz bir Elif geliyordu.

Okulda gün geçtikçe kötüleşen halime üzülen annem, beşinci sınıfa doğru halamın komşusu Handan öğretmenden bana ders aldırmaya başladı. Handan öğretmen! Tanrım, yeryüzüne inmiş en güzel insanlardan biriydi o. Bir de dünya tatlısı bir kedisi vardı. Herşeyi unutuyorum onunla ders çalışırken. Birlikte olacağımız zamanları iple çekiyordum. Matematik kabus olmaktan çıkıp, en büyük aşkım oluvermişti. Okuldayken bile başkalaşmıştım. Güvenle el kaldırıyordum, tahtada ben de soru cevaplayabilmek için. İlk okul öğretmenim bile bendeki değişimi fark etmişti. Tuhaf olan ben ondan korkmadıkça beni azarlamayı kesmesiydi. Böylece gülümseyen gözleriyle sık sık denk gelmeye başlamıştım. Gülümseyince ne kadar güzel bir kadın oluyordu.

Yalnız düne kadar onu zihnimde hala suçladığımı fark ettim. Bugün bende negatif olan ne varsa, biraz da ondan miras kaldığını düşündüm hep. Rahmetli Handan öğretmenimi sevgi ve minnetle anarken, onun adını bile hatırlamak istemiyordum. İtiraf ediyorum bugüne kadar Öğretmenler Günü bana hep onu hatırlattığı için de, Öğretmenler Günü’nün değerini de çok önemsemedim.

Dün gece ilk defa olarak Suna öğretmenimi, adı buydu Suna’ydı, saygıyla anımsadım. Belki Matematik’i sevmeyi ondan öğrenmemiştim ama aslında bana öğrettiği şeyler muhteşemdi. Bense ısrarla öğrenmek istememiştim. Beni her zorladığında biraz daha güçlü biri olmak yerine zayıf olmayı seçmiştim. Üstelik kendi seçimlerimin sorumluluğu almayarak bir başkasını suçlamayı da bunca yıldır tercih etmiştim.

Şimdi sekiz yaşındaki çömez Elif’i seçimlerinden dolayı suçlamayacağım elbette. Birini ya da kendimi suçlamanın bana hiç bir faydası olmadığını artık biliyorum. Geçmişle barışmanın özgürlüğünü de. Yalnız bu barışmaktan öte bir şey benim için. Çünkü bugün şundan adım kadar eminim; ben başardıkça en az Handan öğretmenim kadar Suna öğretmenim de bundan mutluluk duyuyordu. Dün gece gözlerindeki gülümsemeyi hatırlayana kadar bunu fark etmemiştim. Ayrıca bence biri sizi zorluyorsa, muhtemelen sizin daha fazlasını yapabileceğinizi bildiği içindir.

Öğrenmek insanı geliştiren en değerli şey. Üstelik ne zaman, nerede, kimden ne öğreneceğiniz hiç belli olmuyor.

Bütün öğretmenlerin gecikmeli de olsa Öğretmenler Günü’nü kutluyor, onları kutsal mesleklerinden dolayı sevgiyle ve minnetle kucaklıyorum.

Bırak Gitsin

Aylardır özel bir koşturmacanın içindeyim. Hayatım komple değişti. Doğduğum şehrin havasını solumuyorum artık. Şikayetim olmamalı. Çünkü her şey olmasını hayal ettiğim gibi. Fazlası var eksiği yok. Sevdiğim adam her gün daha bir güzelleşiyor. Bugün de uzun süredir planladığımız Ballı Balayı yolculuğumuza çıkmak için hazırlık yapmamız gerekiyor.

Sosyal medyada, #balayıbitmiyor #bizehergünbalayı #beklebiziAvrupa #havadabulutdenizdecruisegemisi #cruisesenbizimherseyimizsin hashtagleri atasım var. Ama sabahtan beri elim bir türlü bavula gitmiyor iyi mi?

Zar zor bir adet kıyafet çıkarıyorum dolaptan. Ardından mutfağa gidip bir kahve yapıyorum. Bir kıyafet daha seçiyorum. Sigara yakma isteği kaplıyor her yanımı. Zaten, alışkanlığı bir kenara atarsak, hep bir kaçış değil midir sigara? Hadi zorla kendini, bir kıyafet daha. Hay aksi. Ütü istiyor! Ben kıyafetlerle boğuşurken, biricik aşkım ellibir tane iş hallediyor sağolsun.

İçimdeki, “zamanı öteleme isteği” nereden çıktı şimdi. Normalde zamanı hızlandırmak ve bir an önce limana ayak basmak istemem gerekmez mi? Üstelik bir de İstanbul yapacağım öncesinde. Sevdiklerimin tepesine çıkacağım. Benden iyisi var mı şu an? Hadi ama gitsin üstümdeki atalet duygusu. Ben bu duyguyu sevmedim.

Nihayet ötelemeyi ve her şeyi bir yana bırakıp; kendimi dinleyip, anlamaya çalıştığım anda fark ediyorum. Olan şu: Hayatımın en önemli anlarını kaçırmayayım, her şeyi dolu dolu yaşayayım diye; bir yandan beni kendime getiren, bir yandan da beni benden alan yazma dürtüsünü uzun süredir öteleyip durmuşum. Yani bu ötelemek yeni bir şey değil. Sigara dediğin de bir yerde sönüyor kardeşim. Ki zaten söndür gitsin. Daha ne kadar kendinden kaçabilirsin.

Duvara toslamadan bir durup sakinleşmek -yavaşlamak kesinlikle demiyorum çünkü sabahtan beri kağnıdan daha yavaşım- ve kendine gelmek en iyisi dedim ve bilgisayarın başına geçtim. Olması gereken de oldu nihayet. Kelimeler klavyede yerlerini aldıkça enerjim yükseldi. Ekran başında yazı kayağı yapıyorum. Hem de en olmayacak bir zamanda. Acaba gerçekten öyle mi? Belki de benim için yazmak adına en doğru zamandır şimdi. Ve işte içime su serpen müthiş bilgi de geliyor hemen: “Sadeleşmek lazım.”

Atalete düşmemin sebebi besbelli. Ben sadeleşemiyorum. Öyle anlamsız teferruat var ki zihnimde. Dolaptan bir türlü seçemediğim kıyafetler bile aslında saatlerdir kafamın içinde savrulup duruyor. Düşündüklerimin hepsini yanıma alırsam bavul bavul olalı böyle eziyet görmemiş olacak. Üstelik muhtemelen yarısından fazlası ütülü ve katlı bir şekilde dokunulmadan geri gelecek. Tecrübe ile sabit bu ama yine de hiç birinden vazgeçemiyorum. Hatta tatil için yenibaştan bir alışveriş bile yapasım var.

Ben kendimle eylene duruyim, beynim susmuyor: “Sadeleşmek lazım.” Bunu bana birkaç defa daha tekrarlarsa, bavulu yakacağım o olacak. Zaten hiç bir zaman orta yol bulamamışımdır. Çayı ve kahveyi ya çok şekerli içtim ya da sıfır şekerle. Evet neyseki hiç şeker kullanmadığım bir dönemdeyim.

Neyse şaka bir yana, kısa hayatlarımızın içerisinde ihtiyacımız olmayan öyle çok şey biriktiriyoruz ki; ruhumuz ne yaparsak yapalım rahatlamıyor. Sadeleşmek ile ilgili önemli bu bilgiyi reel hayatıma ne zaman uyarlayabilirim bilmiyorum. Çünkü sahip olduklarımdan kolay kopabilen biri değilim. Malum sigaradan da belli. Ama gerçekten sadeleşene kadar da içim hiç bir zaman gerçek anlamda rahat etmeyecek bunu biliyorum.

Sadeleşmek içinse formülüm çok kolay aslında: “Daha özgür daha hafif mi yaşamak istiyorsun? Seni ağırlaştıran, sana yük gelen, sana kendini kötü hissettiren her şeyi ama her şeyi; bırak gitsin.”

Yeni Bir Şeyler Söylemek Lazım

Gezi Parkı direnişi için yapılan şarkılar dışında müzik dinlediğim yoktu 15 gündür. Bu sabah, hafızamda yarım yamalak kalmış, dilimden kendiliğinden dökülen bir Sezen Aksu şarkısıyla uyandım. İnternetten bulup yeniden dinlediğimde fark ettim ki, şarkının sözleri Mevlana’nın. Albümün adı “Işık Doğudan Yükselir”. Şarkının adı ise “Yeniliğe Doğru”. Ne diyeyim tüylerim ürperdi.

Gezi parkı direnişi sonrasında, nasıl acil ihtiyaç listesi giderek artıyorsa; ülkemiz için de farklı bir ihtiyaç listesi oluşmakta. Çünkü her zamankinden daha fazla kutuplaşıyoruz. Derin bir ayrışmaya doğru gidiyoruz. Türkiye “Yedirmezler” ve “Yemezler” olarak ciddi anlamda ikiye bölündü. Bu iki grubun birbirini “anlamaya” ihtiyacı var ki aynı ülkede “gazsız bir saha alanında” yaşayabilelim. Bunun için önce dinlemeyi, sonra da konuşmayı öğrenmemiz lazım tabi. Ama hepsinden önce en acil ihtiyacımız olan şey “güvenmek”, bana sorarsanız bu olmazsa olmazımız. Yedirmezlerin, kimsenin onları yemeyeceğine; Yemezlerin de olduğu gibi var olabileceklerine güvenmeye ihtiyacı var, ki buna her iki taraf da “özgürlük” diyor. Yani aynı şeyi iki farklı dilde anlatıyorlar.

Maalesef yalanın caizmiş gibi kullanıldığı bir platform üzerinde yaşıyoruz. Bu platformu oluşturan haddini aşmış bir şekilde medya, sosyal medya ve siyasi kurumlarla ilişiği olan insanlardır. Platformu bir şekilde kullanan dürüst insanların -hangi tarafta olursa olsun- kendini güvenli bir zemin üzerinde hissetmesi zordur. Bütün bu zihin bulanıklığının içinde, mevzu bir takım tutma durumundan öteye gidemezse; haliyle “En Büyük Kim?” yarışması kaçınılmaz olur. Bu da körlüğün dik alasıdır.

“Güç” kavramının göreceli hale geldiği yeni dünya düzeninde, sadece “büyüklük” gösterisinde bulunmak adına yapılan her türlü hareket iki tarafın insanına da zarar verdiği gibi; kendi adına ise onu en fazla komik duruma düşürür. Haklıyken haksız olma kısmı da cabası.

Bu yazıyı her ne kadar yaşananlara dışarıdan bakmaya çalışarak yazsam da; 15 gündür, Çapulculuk yapmaya başladığımdan beri yani, Yemezler olarak taraf tutmuş biri olduğumu itiraf etmem lazım. Her ne kadar bir tarafa zorla itildiğimi iddia edebileceksem de, böyle bir söylemle ancak kendimi kandırabilirim.

Bu yüzden, her şeyden önce kendi içimde oluşan bu ikiliği kabullenmeye çalışıyorum günlerdir. İçimdeki öfkeye neden hakim olamadığımı anlamaya çaba gösteriyorum. Henüz o erdeme vakıf olduğumu söyleyemem. Ne zaman ki durulur içim, belki o zaman, o da belki. Hala birilerini suçluyor, kendim gibi düşünen ve davrananları savunma çabasına giriyorum. Bütün bu yaşananlarda her birimizin sorumlu olduğunu bile bile üstelik.

Ne yalan söyleyeyim düne kadar; kendim dışında bir fikri, bir davranışı, bir inancı, bir değeri ve her şeyden önce bir insanı değiştirmenin mümkün olmadığına inanan biri olarak; “eylem” anlayışına karşı biriydim. İnsanın ancak ve ancak kendisini değiştirebileceğine inandım bu bağlamda. Bu da zorlamayla olabilecek bir şey değildi. Dayatmayla elde edilebilecek bir şeyse hiç değildi. Kendi gelişimini aktarmanın yolu bence edebiyattı, sanattı, bilimdi.

Peki neden Gezi direnişlerine destek verdim?

Nedenini anlatmak için nelere direndiğimi açıklamaya hiç niyetim yok. Bilenler biliyor zaten. Şu ana kadar anlamayan da ben ne dersem diyeyim gene anlamayacaktır. Nitekim günlerdir anlatılıyor bin bir güzel şekliyle. Sağır sultan bile duysun diye bir tencere tava kullanımı kısmı var ki, aslında o bu işin ne kadar naif olduğunun kanıtı bana sorarsanız.

Bu arada naiflik iyi bir şey midir peki? Benim için hayır. Çünkü yetersizdir. Ama yine de naiflik saflıktır, acemiliktir. Alanında profesyonel olan herkes bilir ki, “acemi ruh” başlangıç için bir gerekliliktir. Bu yüzden benim için çok anlamlıdır işte. Ayrıca bıçak, tabanca, tüfek gibi silahların yerine kullanılmış olduğundan; insanlık tarihine en masum savaş enstrümanı olarak geçecektir, her ne kadar kötü çalınmış olsa bile.

Çocuğu enstrüman çalmayı öğrenen bir ebeveyn; güzel bir parça dinlemek için, bir süre çocuğunun yarattığı ses kirliliğine maruz kalması gerektiğini bilir. Bu yüzden aynı parçayı defalarca kulaklarını tıkamadan sabırla dinler.

Bir inşaatçı; daha iyi ve yepyeni bir yapı inşa etmek için, önce eskisini yıkması gerektiğini bilir. Yıkım ve yapım anında tozu dumana katsa da, bir süre görüntü kirliliği yapsa da; oturup kendi kendine dövünmez. İleride elde edeceği yapı bitmiş haliyle onun gözünün önündedir.

Bir bahçıvan; daha güzel ve yemyeşil bir bahçe düzenlemek için, toprağı baştan başa sürmesi gerektiğini bilir. Karman çorman olmuş, özensiz ve düzensiz olan toprağın o anki görüntüsüne takılmaz. İleride meyvesini yiyeceği ağaçların gölgesinde dinlenirmişcesine nefes alarak çapalar.

Bu bağlamda bir insan olarak; daha iyi bir sistemde yaşamak için, eski inançlarımdan vazgeçerek bu eyleme katılmam gerektiğini düşündüm. Yalanın en adice kullanıldığı sosyal medyada direnişe olanca gücümle destek vermem bundan. Yoksa daha beter bölünelim, daha beter ayrışalım diye değil. Her zamankinden daha güzel ve daha güçlü birleşelim diye.

Ancak bundan sonrası çok önemli. Sabah dilime takılan “Yeniliğe Doğru” adlı Sezen Aksu şarkısındaki Mevlana’nın söylediği gibi:

Her gün bir yerden
Göçmek ne iyi
Bulanmadan donmadan
Akmak ne hoş

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım
Şimdi yeni bir şeyler
Söylemek lazım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni bir şeyler
Söylemek lazım

Ben Bir Çapulcuyum Paşam Affet Beni

Doğru söze ne denir? Haklısın paşam. Ben bir çapulcuyum. Sense feleğin çemberinden geçmişsin. Tam bir insan sarrafısın. Bir görüşte tanırsın adamı. En iyi sen bilirsin elbet çapulcunun ne olduğunu. Çapulcu demek; başkasının malını alıp talan eden, yağmalayan demektir.

Aynı memleketliyiz paşam. Annem babam Rizeli. Ama ben İstanbul’da doğdum paşam, tıpkı senin gibi. Belki farklı olarak ben boğaz çocuğuyum. O yüzden biraz rahat ve şımarık büyümüş olabilirim paşam affet beni.

Ben de şiir severim paşam en az senin kadar. Öyle ki ortaokulda bir dönem, okul panosunu İstanbul şiirleri ile dolduranlardanım. İstanbul benim çocukluğumda çok güzeldi paşam. Biz arkadaşlarla sokakta gece gündüz güvenle oyun oynardık. Tıpki senin sahalarda top oynadığın gibi. Her hafta sonu ailecek korulara, piknik alanlarına giderdik.

Fark etmişsindir, ben oldum olası biraz saftım paşam. Zannettim ki bu topraklar hepimizin. Yıllar önce bu ülkeden bütün düşmanları Atatürk kovdu sandım paşam. Kolayca aldattılar beni. Neden bilmem negatif ortamları sevmedim paşam. Siyaset bana hep kötü geldi. “Kavgaya, bağrışmaya, bu gürültülere ne gerek var, neyi paylaşamıyoruz?” dedim. Kenara çekildim. İçimdeki sakinliği dinledim.

Ben milli içeceğimiz ayranın verdiği rehavetle kendi halimde yaşamaya devam ederken, o ara İstanbul’u sen almışsın paşam; onu fark edemedim affet beni. Ben hala hepimizin sanıyordum paşam. Dedim ya çok safım affet beni.

Sonra diğer şehirler de seninmiş. Aslına bakarsan ne yalan söyleyeyim, alnının teriyle aldın sen onları. Bunca yıldır gece gündüz demedin uğraştın. Ben keyif yaparken sen çalıştın. Her emek takdire şayandır. Azmin zaferisin. Teşekkür ederim verdiğin emeklerin için paşam. Örnek adamsın.

Ama İstanbul, bu ülke çok güzel be paşam. Taşı, toprağı altın diyorlar ya hani hep. İşte öyle güzel. Öyle müthiş. Öyle değerli. Gönlüm değersiz bir taş yapı haline dönüşüp tek bir kişiye ait olmasına razı olmadı paşam.

Gezi parkında bir kaç ağaç vardı ya paşam. O ağaçları yıkacaklarını duydum. Söylemesi ayıp ben oldukça duygusalım paşam. Ne olduysa ondan oldu. İçimdeki sakinliği daha fazla koruyamadım. Meğer o ağaçlar seninmiş paşam affet beni. Ben hepimiz o ağaçlar altında ortak bir nefes alıyoruz sandım. Çapulculuk ettim paşam affet beni.

Senin malını alıp, bütün kardeşlerimle paylaşmak istedim paşam affet beni…

Facebook
Twitter
Instagram