Dedemin Köyü

Benim hiç dedem olmadı. Daha doğrusu iki dedemi de tanımadım. Her ne kadar kalabalık bir aile olsak da, dede özlemi çeker dururdum. Bu yüzden, sık sık bizde kalan dedemin kardeşini yıllarca dede diye belledim. Kan bağım olmayan kiracımız yemci amca da bir başka dedeydi benim için. Fakat maalesef okul çağına gelmeden yemci dedem öldü. Ölümden biraz daha anladığımda ise diğer yalancı dedem.

14 Ocak 2012 tarihinde Rauf Denktaş vefat edince, yine dedemi kaybetmiş gibi üzüldüm. Çocukluğumdan beri yavru vatanı Kıbrıs (KKTC) bildik. Benim kuşağımdaki herkes gibi, benim için Kıbrıs demek Rauf Denktaş demekti. Atatürk’ü tanımadan iyisiyle kötüsüyle sevmiştik. “Atamız,” demiştik. Tanıdığım devlet büyüklerinden ise en çok Rauf Denktaş’ı sevmiştim. İyi bir devlet adamı, iyi bir siyasetçi olmasından öte bir şeydi bu. Bir kez bile yakından görmediğim, insan olarak hiç tanışmadığım halde, işlemişti insanlığı içime. Bazı arkadaşlarım bazen yazları dedelerinin köyüne giderdi ya da dedeleri köyden gelir bir süreliğine onlarda kalırdı. İşte sanki Rauf Denktaş benim köydeki dedemdi. Dedemin köyü de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti.

“Yaşasaydı Ergenekon’dan tutuklarlardı,” dediler. Çok sıkıntılı günler gördü elbette ama o günleri görmedi diye yaşamadığına dua eder hale gelecektik neredeyse. Birileri için kör öldü badem gözlü oldu. Timsah göz yaşları karıştı aralara. İki gün süren bir cenaze töreniyle uğurlandı ya, olsun varsın. Belki kalan sağlara sahip çıkmayı öğreniriz bir nebze ve umarım dedemin çok sevdiği köyüne iyi bakarlar onun yokluğunda.

Bu hafta benim için her yönüyle buruk bir hafta oldu. 18 Ocak Çarşamba günü Rauf Denktaş defnedilirken, o gün aynı zamanda iki aydır yoğun bakımda olan teyzemin ölüm haberini aldım. Her zaman yüzündeki gülücüğü eksik etmeyen melek teyzem, huzur içinde yatsın. 19 Ocak Perşembe günü, uğradığı silahlı saldırıda hayatını kaybeden Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, ölümünün 5. yıldönümünde Taksim’den Agos Gazetesi’ne düzenlenen yürüyüşle anılıyordu. Teyzemin cenazesinde olduğumdan, özellikle bulunmak istediğim bu yürüyüşe katılamadım. Hrant Dink ile ilgili son gelişmeleri izlemek de ayrı bir içler acısıydı. Mahkeme kararı sonucu sanıklardan Yasin Hayal ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılırken,Erhan Tuncel ise beraat etmişti. Çocuk mahkemesinde yargılanan Ogün Samat ise 22 yıl 10 ay hapisle cezalandırılmıştı. Gündemi takip etmeye çalışırken, sanal ortamdan Ahmet Hakan’a gelen yorumları okudukça irkildim. İçeridekileri, yargılananları, beraat edenleri bir kenara bırakın; Hrant Dink’in öldürülmesini resmen destekleyen bir kitle var dışarıda. Bu nasıl bir vicdandır. Bunu anlamak çok güç. Biz o dışarıdaki insanlarla aynı çatının altında yaşıyoruz üstelik. “Bir Ermeni olarak bunları okuduktan sonra bu ülkede yaşamak çok ağır bir yük,” yazmış Ahmet Hakan’ı takip edenlerden biri. En çok bu cümle burktu içimi. Oysa yaşananlardan sonra Ermeni olmak bir yana, insan olarak bu ülkede yaşamak gerçekten çok ağır bir yük.

Son Kulis Haber / 23 Ocak 2012

Kağıt Bebekler

15 gündür ev taşıyorum. Daha doğrusu taşınmaya çalışıyorum. Bitmedi. Bitmiyor. Tamamen ne zaman biteceğine dair hiçbir fikrim yok. Bu konuda “En Beceriksiz İnsan Ödülü” olsa kesin kazanırım. Böyle bir bakış açısıyla yorgunluğuma biraz teselli bulmayı umuyorum. Bu süre zarfında ne kadar çok gazete ellediysem, bir o kadar da az gazete okuyabildim. Bardak, tabak sararken eşten dosttan toplanan eski gazetelere yarım yamalak göz gezdirmeleri saymıyorum elbette. Başım döndü fotoğraflardan, manşetlerden, büyük puntolardan. Allahtan Ayşenur Aslan her gün CNN TÜRK’te Medya Mahallesi programını yapıyor. Sabah saatlerinde gazeteler ekrandan yıllardır aktarılır ama ben Medya Mahallesi kadar keyiflisine rastlamadım. Öncelikle programa çok değerli konuklar katılıyor bunun altını çizmek lazım. Ancak beni her gün aynı saatlerde ekrana bağlayan Ayşenur Aslan faktörü. Onun enerjisini, kendini kasmayan sunumunu, kısaca doğallığını çok beğeniyorum.

Ben 19 Mayıs’ta doğdum. Yani her sene o gün bir yaş daha alırım. Doğum günüm için arayan arkadaşlarıma, “bütün ülke doğum günümü kutluyor,” diye hava atmışlığım çoktur. Yeni yıla girerken; “seneye görüşürüz,” demek kadar kötü bir espri yaptığımı biliyorum elbette. Ama şu taşınma derdimin içinde öğrendim ki, birilerinin benden daha beter bir espri anlayışı var. “Gençlerimiz üşümesin diye”, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, Ankara dışındaki illerde sadece okullarda kutlanacakmış. Doğum günüm gelmeden doğum günümün vesilesiyle bir yaşıma daha girmiş oldum böylece. Büyümemi sağlayan 19 Mayıs kutlamalarının iptal edilmiş olması değil. 29 Ekim törenlerinin iptalinden sonra buna pek de şaşırmadım. Gençlerimizin üşümesinin düşünülmüş olması derinden etkiledi beni ve meğer doğum günümde gençlerimize faşist bir eylem yaptırılıyormuş da haberim yokmuş. Bardağın boş tarafından bakmayı anlıyorum da, bardağı ters çevirip içinin neden boşaltıldığını anlamıyorum doğrusu.

Geçtiğimiz sene Fatih Altaylı köşesinde 19 Mayıs kutlamalarını çok eleştirmişti. Günün benim için öneminden de anlaşılabileceği gibi eleştirisini gayet net hatırlıyorum. İnternetten aradım ve buldum yazıyı. Başlık şuydu: “19 Mayıs böyle mi kutlanır?” Fatih Altaylı’nın eleştirdiği kutlamanın kendisi değil, kutlama biçimiydi. Bu konuda ona kesinlikle hak veriyorum. Okul yıllarımda 19 Mayıs törenine hiç katılmadım. Öğrencilerin bazıları seçilir ve o gün için ayrıca çalıştırılırdı. Çok anlamsız ve gereksiz bulduğum hareketler ezberletilirdi. Hiçbir öğrenci bu çalışmalara katılmak istemezdi. Ben de seçilmediğim için çok sevinirdim. Ama katılan arkadaşlarımın üşümekten şikayet ettiklerini hiç hatırlamıyorum. 29 Ekim kutlamalarına ise okul korosunda olduğum için her sene katılırdım. Taksim meydanında Ekim’în son günleri de soğuk geçiyordu olsa gerek. Doğrusu yine aklımda pek mevsimsel özellikler kalmamış. Marşları söylerken, havai fişek yüzünden kafamıza düşenleri saymazsak, çok eğlenirdik. Hep bir ağızdan tek bir ses çıkartma çabası insanları bağlar birbirine. Bu yüzdendir ki hala Bağdat Caddesi’ndeki Fener Alayı’na katılmayı severim.

19 Mayıs kutlamalarını daha güzel hale getirmek yerine iptal eden zihniyetlerin niyeti nedir bilmiyorum. Eğer gerçekten gençler üşümesin diye düşünüyorlarsa, çevik gençlik anlayışı çok eskilerde kalmış demektir. Cumhuriyet elden gidiyor kaygısını bırakın bir tarafa; benim çocukluğumda kağıt bebeklerle oynanırdı, şimdi ise bebekleri kağıttan yapmak istiyorlar.

Son Kulis Haber / 16 Ocak 2012

Oyunun Oyunu

İngiliz yazar Michael Frayn’ın ‘Noises Off’ adlı tiyatro oyunu Türkçe’ye ‘Oyunun Oyunu’ olarak çevrilmişti. Sahne önü ile sahne arkasında yaşananların birbirine karıştığı, karmaşa dolu bir komedi. Aynı isimle sinemaya da uyarlanmıştı. Filmini defalarca izlememe rağmen her seferinde gülmekten kendimi alamadığımı söylemem lazım. Şu sıralar biraz gülebilmek için yeniden izlemeyi düşünüyorum. Trajikomiktir ki filmi aklıma düşüren, Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması oldu.

Emekli orgeneral, Genelkurmay tarafından kurulduğu öne sürülen internet sitelerine ilişkin İnternet Andıcı davası kapsamında yargılanıyor. Türk halkı böylece ilk kez, eski bir genelkurmay başkanının bir terör davasında sivil mahkeme tarafından yargılandığını da görmüş oldu. Anayasa Referandumu’na ‘Evet’ diyenlerin kararları sayesinde gerçekleşti bu elbette. İlker Başbuğ’a yöneltilen suçlama doğruysa da doğru değilse de, Türkiye’de oyunlar içinde oyunlar dönüyor bu çok açık. Benim son yıllarda gördüğüm manzaralardan tek anladığım bu. İzlediklerimiz Michael Frayn’ın farsı gibi dışarıdan seyredenler açısından pek de komik bir oyun değil tabii, ama yine de Nedim Şener’in ‘Odatv Davası’ndaki izleyicilere yönelik söylediğine sonuna kadar katılıyorum: “Tiyatroya hoşgeldiniz!”

Pop Art akımının en önemli temsilcilerinden biri olan Amerikalı ressam Andy Warhol’un daha 60’lı yıllarda kullandığı, “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak,” sözü bugün hiç de yabana atılmayacak bir gerçekliğe sahip. Bazen bulunduğum bir mekânda bir yüze takılıyor gözüm. Bu vatandaşla bir yerden tanışıyoruz diye düşünüyorum, ama nereden bir türlü çıkaramıyorum. “Hay Allah,” diyorum kendi kendime, “Şimdi o beni hatırlayacak, ben onu hatırlamayacağım; çok ayıp olacak!” Hafızamı tek tek gözden geçiriyorum: ”İlkokul değil, yok yok lise de olamaz. Aynı üniversitede okumuş olsak kesin hatırlarım. Bitireli on yıldan fazla olmuş olsa da o kadar bunamadım. Mahalleden olmasın? Eski bir müşteri filan? Delirebilirim, çok iyi tanıyorum bu yüzü, ama hafızada hiçbir ortak anımız yok. Neyse o beni fark etmedi zaten. Görmemiş gibi yapayım, olsun bitsin!” Kendi kendime boşuna debelenirim oysa. Bilindik yüzlü şahısla hiçbir ahbaplık durumumuz söz konusu değildir. Kendisini hiç izlememiş olmama rağmen, belleğime televizyondan girmiş biri olduğunu anlarım sonunda.

Maalesef artık ünlü olmak için bir şeyler başarmak, kendi dalında iyi olmak gerekmiyor. Mesela şu an gündemde olan evlendirme programlarına katılanlar, tıpkı Andy Warhol’un dediği gibi 15 dakikalığına da olsa ünlü oluyorlar. Andy Warhol’un amacı tüketim toplumunu eleştirmekti. Mevcut sisteme gönderme yapıyordu. Başbakanımızın bile bir zamanlar hapis yattığını da hatırlatarak; ülkemizin şu anki mevcut adalet sistemine ithafen, ben bu sözü yeniden uyarlamak istiyorum: “Türkiye’de bir gün herkes bir günlüğüne de olsa hapis yatacak.”

Son Kulis Haber / 09 Ocak 2012

Çocuklar Öldürülmesin

Yıl 1984. Sekiz yaşındayım. Yer Şan Tiyatrosu. Bütün salon ayakta, seyirciler sahnedeki şarkıcıyla tek vücut olmuş gibi hep bir ağızdan; “Ey Özgürlük,” diye bağırıyor. Bağlama melodileri arasında büyüyen bir özgürlük şarkısı gözeneklerimden girip tenime işlerken, hafızamdan bir ömür boyu silinmeyecek bir konser manzarasıyla büyüleniyorum. Hangisi beni daha çok etkiliyor? Gördüklerim mi, duyduklarım mı? Kestiremiyorum. Bildiğim, o beş dakikalık görüntünün Zülfü Livaneli’nin Özgürlük şarkısını her dinlediğimde pekiştiği. Üstelik sadece o kadar da değildi o konserden arda kalan. Bir “Kız Çocuğu” şarkısı vardı ki – yıllar sonra bunun bir Nazım Hikmet şiiri olduğunu öğrenecektim – tüm acısıyla, tüm masumiyetiyle, tüm çaresizliğiyle ve tüm içtenliğiyle; bir kadın sesinde resmen ağlıyordu. Hiroşima’yı görmek, duymak, bilmek gerekmiyordu bunu anlamak için. O gece konser salonundan çıktıktan sonra artık bir kız çocuğu olarak kalamayacaktım. Bunu biliyordum. İçimdeki çocuk hep böyle bir şarkı eşliğinde ağlayacaktı. Dünyada olanlara karşı arkamı dönüp, yürüyüp gidemeyecektim. Sanki herkesle birlikte ayağa kalkarak, “Hey Özgürlük” diye bağırarak, bunun için gizli bir söz vermiştim kendime.

O günden beri bir kadın gözüyle öğrenmeye çalışıyorum dünyayı. Sanat yoluyla anlamaya, anlamlandırmaya çaba gösteriyorum. Çünkü sanatın gücünün bütün bombalardan daha güçlü olduğuna inanıyorum. Sanatın etkisinin daha uzun süre damarlarımızda kaldığını kendimden biliyorum. Zülfü Livaneli’nin sekiz yaşımda yüreğime koyduğu bomba, hala duruyor içimde. Gittiğim her yere onu da götürüyorum. Geçenlerde Kırkpınar’a gittim.

Dört beş yaşlarında su tabancasıyla oynayan iki çocuk takıldı gözüme. Tek bir tabancaları vardı. Paylaşamadıkları için tabancasız kalan çocuk, gözlerinden akıtmaya başladı sularını. Mermi acısından değil, tabanca yokluğundan ağlamasına uzaktan tanıklık ediyordum. Tabancalı olansa tam tersi kahkahalar atıyordu. Mutluluğu yanaklarında gamzeleniyordu. Ama bir süre sonra yalnız kaldı oyuncağını paylaşmadığı için. Önce umursamadı. Gözleri ışıl ışıl, çiçekleri suladı. Her tetikte fışkıran suyla birlikte bir kahkaha savuruyordu. Islak mermileri bitince etrafına bakındı. Arkadaşını bulunca gözleri, koşarak yanına gitti. Oyuncağını uzattı. Doldurup sırayla oynamaya başladılar. Artık ikisi de mutluydu. Su tabancasıyla ıslanan doğa, cıvıl cıvıl çocuk sesiyle sanki daha bir yeşeriyordu. Bu görüntü bana “Kız Çocuğu” şarkısını hatırlattı yeniden.

Yeni yıla girerken, umudumu kaybetmeden “Çocuklar Öldürülmesin,” diyorum kendi kendime ve “Özgürlük,” diye haykıran bedenimle, özgür habercilikle geçen günler diliyorum ülkeme:

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk

Çalıyorum kapınızı
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin,
Şeker de yiyebilsinler.

Son Kulis Haber / 02 Şubat 2012

Mola

Yola çıkmayı bekliyor, heyecandan uyuyamıyordum. Daha kaç saat vardı? Saymayı bırakmıştım. Gün çoktan batmıştı. Her yanı çiçekler kaplamıştı. Lavanta kokusu eşliğinde kuşlarla sohbet ediyorduk. Ne ben onları anlıyordum, ne onlar beni. Gene de sırayla dinliyorduk birbirimizi. Sanki derdimiz aynıydı…

Otobüs hareket ederken, diğer bütün koltukların boş olması korkuttu beni. Şoför suratsızın biriydi. Yüz ifadesini anlamlandıramıyordum. Bütün konuşma girişimlerimi başıyla reddetti. Belli ki sessizce görevini tamamlamak istiyordu. Muavini bulurum diye arka tarafa yöneldim. Otobüste şoför ve benden başka kimse yoktu. Ortalarda bir koltuğa oturdum. Karanlıktan, nereye gittiğimizi kestirmek güçtü. Yolun ancak birkaç metre ilerisini görebiliyordum. Ne lavanta kokusu vardı şimdi, ne bir kuş sesi. Gözlerimi kapadım. Kuşların otobüsle aynı güzergahta uçtuğunu hayal ettim. Böylece kapalı gözlerimle camdan görür gibi oldum onları. Bu sefer hiç konuşmadan dinledim cıvıltılarını. Bana adeta yol müziği yapıyorlardı.

Vakit nasıl geçecek derken ilk mola yerine gelmiştik bile. Gece yarısı olmuştu. Sonradan anlayacaktım ki bu en kısa mola, en güzeli olacaktı. Aşk Medresesi diye bir yerde durduk. Benim gibi yalnız başına geldi biri. Medresenin avlusunda boş tek bir masa vardı. Bakıştık. Gözlerimizle bu anı paylaşmak konusunda anlaştık. Bir saat kadar avluda oturduk. Hava hafif serindi. Zaman zaman esen ılık rüzgar titretti içimi. Sarılır, sandım. Sarılmadı.

Onun tanıdığı biri öldü o an. Haberi avluya kadar geldi. Molalarda bile duyulur ölüm haberleri. Ölüler beklemez. Onları bir an önce gömmek lazım.

Ona bakıp, yaşadığım sürece bana sarılmasını bekleyebileceğimi anladım. “Hem ayrıca bana sarılmasa ne olur?” diye düşünürken, gitmemiz gerektiğini hatırlattı bana. Masadan birlikte kalktık. Ayrılırken eliyle yüzümü kendine çekti. Tutkuyla yanağımdan öyle bir öptü ki, içime kadar değdi dudağı. Meğer beklemediğin şey, beklediğin şeyden sıcakmış.

Sürekli onu düşünerek çıktım yola. Artık yol eskisi olmayacaktı biliyordum. İkinci mola yerine vardığımda bir kalabalık karşıladı beni. Bolca vaktimiz vardı. Rengarenk kanepeleri olan Arka/DAŞ Cafe’ye girdik. Sohbete daldık. Zaman nasıl geçti anlamadık. Ayrılma vakti gelmişti. Gün doğmak üzereydi. Ayağa kalktım. Karşı kaldırımdaki Dostlar Kahvesi’nden birinin bana doğru yürüdüğünü farkettim. Ancak yaklaşınca anladım kim olduğunu. Meğer o da aynı zamanlarda gelmiş. Başkalarıyla olduğumu görünce keyfimi bölmek istememiş. Sessizce yolun karşısındaki kahvede beklemiş. Sımsıkı sarıldı bana. Otobüse kadar eşlik etti. Akü bitmiş. Akü değişene kadar yanımda kaldı. Çoğu zaman konuşacak birşey bulamadık. Aynı şeyleri hatırlayıp hatırlayıp güldük. Yola devam ederken sürekli dönüp baktım camdan. Her seferinde oradaydı. El salladım. El salladı. Öpücük yolladım. Öpücük yolladı. Sureti nokta oldu, yerinden kıpırdamadı. Rampayı inince, nokta ağaçların arkasında kayboldu.

Şoför ilk defa konuştu benimle: “Az kaldı… Birazdan Aile Çay Bahçesi’nde duracağız.” Belki akü bittiği için suçluluk duyuyordu. İçimden onunla konuşmak gelmedi. Bu sefer yol daha kısaydı, demek ki yakında mola vardı. Nasılsa vakit çabuk geçerdi. Fakat anlamadan uyuyakalmışım. Bu son molayı kaçırmıştım. Uyandığımda üstümde battaniye vardı. Terden sırılsıklamdım. Otobüsü durdurdum. Hava almaya çıktım. Şoför yanıma geldi. “Yaşlı olan kıyamadı seni uyandırmaya,” dedi. Başımı salladım. Koltuğuma dönüp battaniyeye sarıldım.

Galapera Öykü Fanzin / Ekim 2011

Birdenbire

Hiç çocuğum olmadı. Ama hamile kaldım. İki kere. Yani doğurmayı değil, öldürmeyi bilirim. Başako’nun Destruction 2011 (Yıkım 2011)’de sergilenen Darmadağın adlı 39 desen ve bir metinden oluşan dijital enstalasyonunu seyrederken, öldürmeyen bir annenin de katil olabileceğini düşündüm. Dış dünyadan haberi olmayan doğmamış bir çocuğun, daha anne karnındayken neler hissedebileceğini, annenin onu istemeden de olsa nasıl zehirleyebileceğini… Bir annenin samimiyeti etkiledi beni.

Her şey daha var olmadan başlıyordu. Var oldukça eklenen kimliklerle de çetrefilleşiyordu hayat. Her birimizin içinde bir sürü çırpınışlar vardı. Dünyadaki savaş ve barış kadar önemliydi bu. Peki bir kadın mıydı bu resimleri yapan, bir anne mi? Yoksa bir çocuk mu? Kendi dünyasında, biraz olsun bir şeylerin ucundan tutma içgüdüsüyle, acılarına değmekten korkmadan duygularını paylaşıyordu.

Mark Twain, “Küçük bir çocuğun oyuncak tahta atını kaybetmesi bile, bir kralın krallığını kaybetmesinden daha ağır etki yaratır,” der. Başako’nun Oyuncaklar’ı ile anlıyordum ki, ellerimle yaptığım tahta atımı kaybetmiştim ben, hem de bir çok kere. Bu yüzden evimin içinde sıkışıp kalmıştım. Yalnızdım. Ne de olsa insan acı çekerken evrende yalnızdır. Belki de bu yüzden sürekli sevgi ve bağlanma ihtiyacı duyar. Evine pencere açar, merdivenler koyar, başkalarının girmesine izin verir. Fakat kaç kişi, evin duvarlarını kaldırıp içine dışarıdan bakabilir? Eschervari labirentlerimizle kusursuz olmayan yuvalarımızda yalnızlığımızla nasıl mücadele ettiğimizi kaçımız görebilir? Kaçımız sessizlik isteyebilir?

An gelir, acımızı vücudumuzdan çıkarabilecekmişcesine tüm gücümüzle saçımıza asılırız. Oysa bu eylem, o acıyı fiziksel olarak daha fazla hissetmekten öteye geçmez. Kendi ellerimizle her şeyi yeniden içimize geri göndeririz. Kafamız kimi zaman küçük gelir bedenimize, kimi zaman ellerimizin üstünde yürümeyi deneriz. Kendi çıkmazımızdan, kısırdöngümüzden de kurtulabiliriz elbet. Başkasına zarar verebiliriz. Ama o zaman, acımıza değmeye cesaretimiz olmadığı için, utanmalıyız kendimizden. Duygularımız anlaşılmasın diye giyinebiliriz. Pekala modaya uyabiliriz. Gene de içimiz görünür tenimizde.

Başako’nun işleriyle bir yandan bu düşünceler, duygular arasında gidip gelirken; bir yandan kağıdın onun için ne kadar uygun bir araç olduğunu fark ediyorum. Küçük boyutlardaki suluboya resimleri, renkleriyle ve biçimleriyle neşeli bir oyun gibi. Hikayesi ne olursa olsun, yorumunda çocuksu bir saflık var. Kağıt boyayı emdiği anda yumuşayarak, çizimlerindeki sakin anlatımına destek veriyor adeta.

Bir kedinin geldiğini, o yanınızda birden belirene kadar hissetmezsiniz. Başako 2003’den bu yana olan çalışmalarıyla, 2011 yılında bir Cat Walk edasıyla karşımda belirivermişti.

Bir çocuk, bir kadın, bir ressam olarak. Birdenbire.

Basako Resim Kataloğu 2011

Bana Blogunu Söyle

Kendimi bildim bileli defterlere yazılar yazardım ama günlük tutmaya karşıydım. Çünkü onu bir başkasının okuma ihtimali beni hep korkuturdu. Nitekim bu korkuda haksız da sayılmazdım. Ortaokuldayken Almanca öğretmenim için tuttuğum şiirsel defterim, başka bir derste (galiba Tarihçiydi) ele geçirildi. Sıranın altında karıştırdığım defterimi yakaladığında, onun yüzünde bir başarı, bende ise utanma duygusundan yola çıkan bir suçluluk ifadesi… Ders bitti. Hoca defterimle gitti. Bundan sonra ne olacaktı? Her şeyden önce Almanca öğretmeninin yüzüne nasıl bakacaktım? Defteri ona gösterecek miydi? Bir sonraki ders arasında defteri alan öğretmene gidip defterimi istedim. Tarihçi olmasa da benim için tarih olmuş bu zat (çünkü kendisini gerçekten hiç hatırlamıyorum), bana defterimi Müdür Yardımcısı’na verdiğini söylemez mi? Önce kafamdan aşağıya kaynar sular boşaldı, sonra o sular buz oldu ayaklarımdan beynime kadar beni uyuşturmaya başladı… Aradan bir hafta geçtikten sonra Müdür Yardımcısı’nın odasına çağrıldım. Nutkuna “Hepimiz öğrenci olduk, hepimiz geçtik bu yollardan…,” diye başladı okulumuzun en anlayışlı ve saygıdeğer Müdür Yardımcısı; tabii ki özel bir eşya olduğunu anlamış, tabii ki okumamıştı, tabii ki Almanca öğretmenimin bundan haberi yoktu ve olmayacaktı, ve tabii ki ben de bütün bunları yutmuştum. Bir daha ne günlük tuttum, ne de Almanca öğretmeni için şiir yazdım. Gene de Almanca en sevmediğim derslerden biri olduğu halde en yüksek notları o dersten aldım. Kabul etmek lazım ki iyi bir öğretmendi. Defterden haberi varsa ya da okumuşsa da hiçbir zaman renk vermedi.

Bu anı aklıma geldi çünkü artık günlük mantığını internetten direkt paylaşıma açan blog yazarlığı diye bir şey var. Hiç de yabana atılmayacak bir alan olduğunu itiraf etmek gerek. Üstelik bu sene Okyanus Yayınevi’nin sahibi Cem Mumcu sayesinde, “Dizüstü Edebiyat” adının verildiği blog yazarlarından oluşan seri fikri doğdu. Blogcu yazarlarımızın yazdıkları böylece okuyuculara kitap olarak sunuluyor. Ve bence samimiliği sayesinde de Pucca hem bu alanda bir ilk hem de en çok satan isim oldu. Baskı keyfi başkadır elbette. Kitap sayfalarının kokusunu hiçbir şeye değişmem. Bu konuda tutuculuğumdan ömür boyu vazgeçmemeyi umut ediyorum. Blogları takip edip, iyi blog yazarlarını keşfedip onlarla kitap hazırlığına giriştiği için Cem Mumcu’yu öngörüsünden dolayı tebrik etmek lazım. Az kitap okunan bir ülkede, blogların tutuluyor, okunuyor olmasında önemli bir detay var. Kullanılan üsluptaki samimiyet. Hiçbir zorunluluk olmadan, hiçbir sanatsal ve maddi kaygı duyulmadan, çalakalem yazılmış “içtenlik”.

Geçmişte benim de böyle bir şansım olsaydı, yani duygularımı yazmak için bir blogum olsaydı, ben de böylece bir rumuz kullanırdım. Fakat bu rumuzum bir şekilde açığa çıksaydı, Müdür Yardımcısı’nın odasına daha sık giderdim o kesin. Ve sanırım bu gidişler de o kadar masum nedenlerden ötürü olmazdı…

Bugün iletişim bir yandan kolaylaşırken, uzaklık kavramı yakınlaşırken; birbirimizle yüzyüze görüşmek, beraber programlar yapmak zorlaştı. Hem tanımadığımız insanlar olsun herkesle bir saniyelik mesafe uzaklığındayız, hem de en yakın aile dostlarımızla bile paylaşım eksikliğinden dolayı birbirimize çok uzağız. Bunu yadırgamamak da lazım. Sonuçta hayat hızlı ve herkes kendi yolunda ilerliyor.

Günümüzde artık nasıl bir sanatçının bile web sitesi olması önemliyse ve nasıl bir iş yerinin web sitesinin kurulumu onun kurumsallığına dair bir fikir veriyorsa, kişilerin blogları da onlar hakkında bize ipuçları veriyor aslında. Ben bu yüzden bilgisayarla haşır neşir her yaştan insanın; okuduğu kitapları, izlediği filmleri ve tiyatro oyunlarını, katıldığı söyleşileri, yaptığı resimleri, çektiği fotoğrafları, yazdığı yazıları bloglarında paylaşmasını çok önemsiyorum. En azından ben kendi yakın arkadaşlarımın bloglarını takip ettiğim zaman günlerini nasıl geçirdiklerini öğreniyorum. Neler edindiklerini, neler ürettiklerini görüyorum. Kendimi onlarla sürekli iletişim halinde hissediyorum. Bildik atasözünü bu zamanda şöyle söylemek yanlış olmaz sanırım: “Bana blogunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim…”

Bizim Avrupa – 29 Aralık 2010

Özlük Haklarımız Kalsın!

Tekel işçilerinin, 15 Aralık 2009 tarihinde Ankara’da başlattıkları eylemleri devam ediyor. Kar, kış, soğuk demeden tüm zorluklara dayanarak, inandıkları amaç uğruna sebat gösteriyorlar.

“Biz çalışmak, üretmek, rızkımızı kazanmak istiyoruz,” diyorlar. Ne güzel bir istek. “Biz bu işletmelerde üretim yaptık, yan gelip yatmadık,” diyorlar. Doğrudur. Şu anda da yaptıkları yan gelip yatmak değil zaten. Yoksa şu an sokaklarda değil, merhamet duygusuyla onlara yardım eli uzatacak bir yakınlarının sıcak evinde yatarlardı. Uğradıkları haksızlığı onlarla paylaşır, öfkelerini dağıtır, lanet okur, nefret saçarlardı. Oysa azimle inandıkları, hak ettikleri “özlük hakları” için direniyorlar.

Özlük Hakkı; genel memur statüsü içinde kişinin, kanunların öngördüğü şekil ve şartlarla bağlı olduğu hak olduğuna göre; merhamet istemiyorlar, ya da yardım dilenmiyorlar. Ve bunun için de en temel aracı kullanıyorlar: Özlerini! Zaten öz dediğimiz, bir “şey”in en kuvvetli bölümü değil midir? Başka ne, içinde bulundukları olumsuz şartlara, bu kadar büyük bir dayanma gücü verebilir?

İşçilerin bazıları soğuk yüzünden geceleri yakınlarındaki barda yatıyor. Bu bar, işçilere kucak açıyor, çorba veriyor, çay veriyor. Kapılarını kapatan camiler olduğu için, sabah namazı kılan bile oluyor bu barda. Sarhoşun girdiği yere, nur girer mi? Giriyor işte. Özlük hakkından vazgeçmeyen adam, namazını kılacak cami bulamadı diye inancından vazgeçer mi? Neticede barın kendisi değildir sarhoş yapan. İçeri girdi diye adamın kafası bulanmaya başlamaz. Elif Şafak’ın “Aşk” kitabındaki bir sahne yaşanıyor sanki. Şems nasıl gönderiyorsa Mevlana’yı meyhaneye, bir güç aynı böyle sokuyor nuru barın içine. İçki için değil elbet. Denize düşen yılana sarılırmış ya, işte o misal… Bir de düşenin dostu olmaz derler, oysa bar sahibi dost oluyor işçilere, yoldaş oluyor.

İşçilerin kontrolden çıkmaması için polisler başlarında bekletiliyor. Polisler işçilere, işçiler polislere üzülüyor, “üşüyorlar,” diye. Çaresiz haldeyken bile, empati yapabiliyorsa bir insan, kendini diğerinin yerine koyup, onun adına üzülebiliyorsa, kendi gibi olmayana düşman gözüyle bakmıyor, onun halinden anlayabiliyorsa, o insan ne kadar yücedir. Sanki gazetelerde bahsi geçen insanlar; gerçek hayat karakterleri değil de, roman karakterleri gibi. Umarım bu hikayenin sonu onlar adına güzel biter.

Bizim Avrupa / 30 Ocak 2010

Facebook
Twitter
Instagram