Yerimden hiç kalkasım yok. Oysa daha bir kaç saat önce akşam için dışarı çıkma planları yapıyordum. Eve girince çıkmak istemiyorum işte. Ben de böyleyim. Seviyorum evde olmayı. Bütün bir hafta, çalıştığım günler boyunca yani, hafta sonu geldiğinde bu sefer evde oturmayacağım diye kendimi tembihlememe rağmen eve mıhlanıyorum. Biri arayıp da haydi demezse, her saat başını sonrakine atarak, bir saat sonra çıkarım diye diye akşamı ediyorum.
Gene işte öyle bir gün bugün. Az önce bir arkadaşım haydi demesine rağmen, çıkasım gelmedi hatta. Elbette yarın için ilk düşündüğümde beni heveslendiren karşı kıyıdaki Sakız Adası işi de artık bana külfet gibi gelmeye başladı. Sırf yakında pasaportumu yenilemem gerekecek, son bir kez daha gideyim diye en az on kez gördüğüm bir adaya gidemeyeceğim şu an doğrusu. Teknede geçirilen doğum günü anılarını hatırlamaya da hiç niyetim yok.
Olmayan, yürümeyen, istediğim gibi ilerlemeyen her şeyde kolayca vazgeçip giden taraf olmayı seçebilen biriyken, aslında yeni bir yere gitmeye her zaman ne kadar da üşeniyorum. İçinde hep böyle tezatlıkları bir arada barındıran biri değil miyim zaten ben? Oldum olası zıtlıkları sevmez miyim?
Ezberim zayıf olmasına rağmen şu dizeleri ara ara hatırlamam ne tuhaf. “Ne kadar gitsem, hep dönüyorum.” Tanıştığım zaman şiirin sahibi Turgay Kantürk’e de söylemiştim hatta bunu.
Tuhaftan da öte aslında. Belki bir kez okuduğum bir cümle içime sızıp orada bir yer edinip, bir ömür boyu benimle kalabiliyor ama çok önemli sayılabilecek anlar paylaştığım insanları bir ömrün yarısı kadar bile yanımda tutmayı beceremiyorum.
Çünkü ne kadar dönsem de, hep gidiyorum…
Aslında hayat benim için denizin üstünde sandalla gezinmek gibi bir şey. Bir süre iyi hissettiğim yer bulunca demir atıyorum sonra çok büyük dalgalar yiyince huzursuzlanıyorum ve yeniden kürek sallamaya başlıyorum. Oysa hiç bir zaman sürekli sakin kalabilen bir liman olmadığını biliyorum. Belki de mevsim değişimlerinde göçen kuşlar gibiyim.
Fakat Can söz konusu olduğunda işin rengi her zaman değişiyor. Onu bir dakikalığına bile görmek, öpmek, koklamak, dokunmak için dünyanın öbür ucuna hiç üşenmeden gider miyim diye sorulsa? Aslında böyle beylik lafları hep sahte ve şişirilmiş bulurum ama gerçekten hissettiğim duyguyu söyleyeceksem, evet giderim derdim. Sonuçta yalancı da sayılmam. Yıllarca tüm imkansızlıklar içinde, binbir çabayla sırf bir saat yanında kalabilmek için onca yol gitmez miydim? O bunu bilmezdi. Alt tarafı 60 tane dakikadan oluşan bir saati nasıl zor ayarlayabildiğimi ona söyleyemedim çünkü. O kısacık zaman diliminde oturup bunları konuşacak değildim ya.
O günkü belki de o haftaki tüm paramı taksiye verirdim bazen. Sırf yanında birkaç dakika daha fazla kalabilmek için. Durumu iyi olan bir ailenin kızıydım ama param yoktu öyle mi? Kim inanır buna ama yoktu.
Bazı insanların öğretme anlayışı budur. Hata yaptığınızı düşündüğünde cezalandırır sizi. Kimi küserek cezalandırır, kimi yaşamınızı maddi anlamda zorlaştırarak. Hepsi aynı kapıya çıkar aslında. Varlığının yokluğuyla sınatarak akılsız bulduğunu akıllandırma çabası. Belki de ailemin başından beri istemediği bir şeyi ısrarla elimde tutmaya çalışmasam böyle bir ceza almayacaktım hiçbir zaman. Ben de bu tarz cezalarla yola gelmeyecek kadar çetin cevizdim ya doğrusu. Sonuçta dünya malıyla zerre derdi olmayan ve kişilik mücadelesi veren birini böyle vazgeçiremezdiniz. Daha da inatlaşmasından başka hiç bir işe yaramazdı bu. Yaramadı da…
Sadece param olmasa iyi, zamanım da yoktu. Birkaç hayatı aynı anda elinde tutmaya çalışırsan hiç bir zaman yeterli zamanın olmaz. Gelmiş geçmiş tek hırsızlığım o anlardı o yüzden. Gerçek bir hırsız olamadığım için de daha fazlasını çalamıyordum.
Sonra cezam bitti. Nihayet arabam oldu. Ama zaman sorunum hiç bitmedi. Belki de aldığım tüm o Zaman Yönetimi ve liderlik eğitimlerine rağmen; ben zamanı, insanları ve hayatı yönetmeyi hiç öğrenemedim.
Bir ömür geçmiş gibi hissettiğim şu dakikada; karmarışık olmuş tüm düğümleri, hayat kendiliğinden açarken, kendime soruyorum; “Bu doğru mu? Bunca yıl sonra? Gel desin ve gideceksin öyle mi? Hala mı?” “Evet hala.” Ben kendim bile buna gerçekten çok şaşkınım. Aslında şaşırmama bile şaşkınım. Ona olan duygularımı öldürmedim hiç, öldüremedim. Biliyordum zaten bunu. Hatta bu belki de en iyi bildiğim duyguydu. Artık tamamen beklentisiz, karşılıksız kalabildiğim, canımı hiç acıtmayan bir duyguydu üstelik. Annemden kalma yer yer sararmış, eski ama değerli, çok değerli bir danteli saklar gibi saklıyordum onu içimde. Ömür boyu kullanmayacak olsam da atmaya kıyamadığım kusursuz bir şekilde işlenmiş bir yatak örtüsü gibi. Ben ölsem bile, nefes aldığım süre boyunca ne kadar kendim için saklasam da, mutlaka benden sonrakilere kalacak bir miras.
Şaşırdığım duygularım değildi o yüzden. Şaşırdığım bunu ona anlatma çabamdı. Bunca yıl sonra? Neden onca zaman susup da şimdi? Bilmiyorum…
Bildiğim; rahmimde hiç bir zaman onun çocuğunu taşımamıştım ama kalbimde varlığı yeniden doğmuştu. Bir çocuğu büyütür gibi büyütüyordum içimde onu ve bir çocuk büyütmek hiç de kolay bir şey değildi.
İster çocuk olsun ister koca bir adam, göz göze geldiğimizde derin bir denize dalmış gibi olurduk. Çünkü söylediklerimizden daha fazlası vardı hep ve her ikimiz de tüm bu anlatılmayanları duyardık. İnsan sevildiğini hisseder de duymaz mı?
Beni sevmediğini bildiğim, yanı başımda tutmaya çalıştığım adama işte her sene sevgililer gününde ısrarla o yüzden soruyordum?
Sen bir kadını sevdin mi hiç?
Didem Elif
Edebiyatla kalın
Sevgilerimle…