Sevgi

Venüs yatak odasındadır. Dolabındaki kıyafetleri yatağın üzerine boşaltmıştır. O sırada Mars odaya girer. Fonda Kenan Doğulu’nun Pamuk adlı şarkısı çalmaktadır.

Mars – Venüsss.

Venüs – Ayy korkuttun beni. Geldiğini hiç duymadım.

Mars – Allahım senin bu sıçrayarak ve bağırarak korkmaların bir gün benim yüreğime indirecek ama Venüs.

Venüs – Dalmışım afedersin. Dışardaydın ya, birden odanın içinde sesini duyunca korktum.

Mars – Nereye daldın sen bakayım? Şarkıcıya ne kadar içlenerek eşlik ediyordun öyle.

Venüs – Bu şarkıyı ne zaman duysam çok üzülüyorum Mars. İki insanın birbirini çok sevip de kavuşamaması ne kadar kötü olmalı. Dinlediğimde çok üzüldüğüm bir ayrılık şarkısı daha var. Ay neydi adını hatırlayamadım. Duru gibi yerinde duramayan bir kadın söylüyordu. Ay neydii hay Allah. Benim bu hafızam ne olacak böyle? Neyse aklıma gelince söylerim.

Mars – Kimden bahsettiğini anlamadım. Elif’in radyo programını mı dinliyorsun yoksa yine?

Venüs – Yok radyo değil çalan. Hem Elif radyo programını bıraktı ki.

Mars – Aaa niye?

Venüs – Biz nasıl tüm kıyafetlerimizi boşaltıp, kullanmadıklarımızı eliyoruz ve ihtiyacı olana vereceğiz. Elif de şu anda biraz öyle bir dönemden geçiyor.

Mars – Nasıl yani?

Venüs – Dolabındakileri boşaltmış bir nevi. Son aylarda tüm yaptığı işlere o gözle bakıyor. Şimdi ise içlerinden bazılarını eleyip, öncelik sırasına göre planlı hareket ederek daha nitelikli işler yapmayı hedefliyor.

Mars – Yani bir daha radyo programı yapmayacak mı?

Venüs – Bilmiyor. Ancak mevcut şartlarda yapmayacak. İlerde ne olur bilinmez. Benim işim neredeyse bitti sayılır. Senin kıyafetlerine ellemedim. Sen de yarın yaparsın olur mu?

Mars – Tamam canım. Hadi gel şömineyi yaktım. Karşısında birer kadeh bir şeyler içelim. Yorulmuşsundur.

Venüs – Aaa ne iyi olur. Biraz üşümüştüm de, ısınırız hem.

Mars – Ben de ondan şömineyi yaktım zaten. Üşümüşsündür belki dedim. Yani yaz sıcağında ancak Elif’in karakterleri üşüyebilirdi zaten, öyle değil mi? :))

Venüs – :))

Mars – İşini bitirdiğinde yanıma gelirsin, ben salona geçiyorum.

Venüs – Tamam canım. Şunları poşetlere koyayım geliyorum.

Venüs yatağın üstündeki kıyafetlerin hepsini poşetlere koyup Mars’ın yanına gider. Mars şöminenin karşısında oturmuş küçük bir kağıda bir şeyler karalamaktadır.

Venüs – Hayırdır Mars ne yazıyorsun?

Mars – Alışveriş listesi çıkarıyordum.

Venüs – Alışveriş listesi mi?

Mars – Evet. Alacaklarımızı unutmamak için. Niye şaşırdın bu kadar? Sen ne sanmıştın?

Venüs – İnsan bedeninde bulunan 7 çakrayı yazacağını düşünmemiştim elbette ama senin kafa da pek enteresan çalışıyor. Sadeleşelim diye tüm kıyafetlerimi eledim sense daha şimdiden alışveriş listesi hazırlıyorsun. Şaka gibisin Mars.

Mars – Canım mutfak alışverişi bu Venüs. Elif zayıflamaya taktı diye biz hiç yemek yemeyecek miyiz yani?

Venüs – Haaa mutfak için miydi ayy pardon. Alışveriş deyince benim aklıma kıyafet geldi nedense. :)) Ver bakayım neler yazmışsın? Aaa wok tavası da ekler misin Mars listene?

Mars – Wok mu?

Venüs – Evet Wok. Japonların ve Çinlerin kullandığı bir tava çeşidi.

Mars – Wok’un ne olduğu biliyorum. Sanki yemek yaptığın mı var Allah aşkına Venüs? Ne alaka yani? Olanla idare edelim, gereksiz masraf yapmayalım diyoruz. Yeni bir tava almanın sırası mı şimdi?

Venüs – Aaa bazen yapıyorum ki aşkolsun sana ama. Gözüne dizine dursun yaptığım yemekler. Senin seçtiğin bu malzemeleri görünce aklıma körili, mantarlı tavuk tarifi geldi ne yapayım? Wok tavada yapınca çok güzel oluyor. Sana lezzetli bir yemek pişireyim istemiştim.

Mars – Normal tavada yapsan ne olur sanki?

Venüs – Öyle deme bir tavanın bile yemeğin lezzetine katkısı vardır.

Mars – Seninle tartışılmayacağını hep unutuyorum. Tamam aşkım. Madem çok istiyorsun alırız tabi.

Mars eline bir odun alıp ateşe atar.

Mars – Hadi ateşe odunlarımızı atalım.

Venüs – E şimdi attın ya sen.

Mars – Öyle değil. İçimizde tutup, kendimize yük ettiğimiz her şeyi ateşe odun atar gibi atalım Venüs.

Venüs – Nasıl yani?

Mars – Hani Elif’in Hıdırellez Özel yayınında radyoda yaptığı gibi. Mesela benimle ilgili tüm kötü anılarını şu anda at ateşe Venüs. Yansın kül olup gitsin. Gitsin ki yeni anılarımız için yer açılsın.

Venüs – İyi de benim seninle ilgili hiç kötü anım yok ki.

Mars – Olur mu canım? İlla ki vardır. Hiç istemediğim halde seni çok üzdüm biliyorum.

Venüs – Hayır gerçekten. Geçmişimizle ilgili hiç üzülmüyorum ki ben. Aaa yok yok dur. Buldum. Benimle küstüğün, iletişim kuramadığımız tüm zamanları yakabiliriz aslında. Evet. Evet. O zamanları yakalım. Ne zaman bana küssen çok üzülüyorum çünkü. Onun dışında seninle birlikte olduğum her an benim için o kadar kıymetli ki. İyi ya da kötü, her ne olursa olsun seninle olan anlarımın bir saniyesini bile değiştirmek istemem.

Venüs Mars’tan hiç ses gelmeyince onun oturduğu yöne doğru bakar. Mars gözleri kapalı bir şekilde koltuğa basını yaslamıştır. Venüs içinden “uyumuş,” diye geçirir. Sessizce yerinden kalkıp başını Mars’ın dizlerine yatırarak yere oturur. Mars elini Venüs’ün saçlarına götürüp okşamaya başlar.

Venüs – Afedersin, öyle huzurlu görünüyordun ki, uyandırıp rahatsız etmek istememiştim. Gerçekten çok özür dilerim.

Mars – Uyumuyorum ki. Gözlerimi kapatmış seni dinliyordum. Tuhaf bir huzur veriyor sesin insana. İnsan susup öylece seni dinlemek istiyor.

Venüs – Gerçekten mi? Sesimi beğenmediğini sanıyordum. Böyle hissediyorsan ne mutlu. Peki ya sen Mars? Sen ne yakmak isterdin ateşte?

Mars – Geçmişteki tüm komplekslerimi atmak isterdim ateşe.

Venüs – Kompleks mi?

Mars – Evet. Senin yanında kendimi hep yetersiz hissediyordum. Her konuda o kadar iyisin ki. Bense senin yanında sanki daha olmamış gibiyim. Sana layık değilim diye düşünüyordum çoğu zaman. Senden kaçmak istiyordum bu yüzden. Küsmelerim hep ondandı. Bu duyguyla baş edemediğim için kendi içime kapanıyordum. Ama bu davranışlarım daha çok sensiz kalmama sebep oldu. Seni de kendimi de bu kadar üzdüğüm için çok üzgünüm. Sana daha önce “böğürür gibi konuşuyorsun,” dediğim için çok özür dilerim. O cümle ağzımdan nasıl çıktı gerçekten hiç bilmiyorum. Ben düşmanıma bile söylemem ki öyle şeyler.

Venüs – Dostuna böyleysen düşmanının halini düşünemiyorum Mars. :))

Mars – :))))

Venüs kafasını Mars’ın dizlerinden kaldırıp büyük bir aşkla sevdiği adamın yüzüne bakar. Mars sevgi içinde eliyle Venüs’ün yüzünü okşar. Hüzünlü yüzünde tatlı bir gülümseme vardır.

Venüs – Madem bugüne kadar böyle şeyler hissettin. Yakmakla çok iyi ediyorsun o zaman. Ama evimizde bundan sonra bir daha bunun gibi anlamsız düşüncelere yer vermeyelim olur mu Mars? Birlikte daha bir sürü güzel zamanlar geçireceğiz. Düşünsene bizim yaptığımızı kaç kişi yapabiliyor ki sanki. İnsanlar hep bir ev almanın hayalini kuruyor. Hatta bazılarının şansı oluyor da evlerine şömine bile yaptırabiliyor. Peki acaba bir kere karşısına geçip bizim gibi şöyle baş başa vakit geçiriyorlar mıdır? Hiç sanmıyorum. Oysa biz bak, baş başayız diz dizeyiz. Tek istediğim birlikte olmanın kıymetini bundan sonra unutmayalım. Olur da birimiz unutursa, diğerimiz gurur yapıp inatlaşmadan hatırlatalım. Anlamsız şeylere takılarak dünyayı birbirimize dar etmeyelim. Elimizde olan güzel şeylere odaklanalım ve sahip olduğumuz zamanı en güzel şekilde değerlendirelim. Sevgimizin yeryüzündeki her şeyden daha kıymetli olduğunu bilip, karşılaştığımız her sorunun üstesinden gelmenin yolunu mutlaka bulalım.

Mars kendini koltuktan yere doğru kaydırıp Venüs’ün yanına oturur. Elini Venüs’ün saçlarının arasına dolayarak onu kendine çekip uzun uzun öper. Birbirini çok seven Mars ve Venüs çifti, yerdeki kilimin üzerinde sabaha kadar aşkla sevişirler.

Didem Elif

Acun Diyeti

Son zamanlarda epey kilo aldım. Nasıl işse artık, azimle vermeye çalıştıkça da aldığım kilolar artıyor. Geçen yaz aletli pilatese gittim sorsan. Sonra bu işi hızlandırmak adına pasif jimnastiği de kapsayan son model bir zayıflama sistemine girdim. Vücuduma bağlanan o sert şekilde gıdıklayan aletlerin sayesinde, kahkaha ve ağlama arası bir duyguyla selülitlerimden bir nebze kurtulduysam da; üstüne kilo almaya devam ettim. Aklımı seveyim ki; şu an hala veremeyip de, üstüne aldığım artı kiloların taksidini ödüyorum.

Yoga hocama bu konuda sızlanırken, konu alma verme dengesine döndü. Yaşantımı, karakterimi, son yıllarda geçirdiğim süreçleri yakından bilen ve yoga hocam olmasından dolayı da bedenimi gözeten biri olarak Burcu bana dedi ki; “maddi karşılığını almadan (sadece parayı kastetmiyor) karşı tarafa çok fazla verdiğin için kilo alıyor olabilir misin Elif?”

O an kafama balyozla vurulmuş gibi oldum. Gerçekten de karşılığını beklemeden çok hizmet verdim şu son aylarda. Hiç düşünmeden ve bundan rahatsızlık duymadan hem de. Gel gör ki bedenen sürekli şişiyorum. Resmen doğum sonrası kiloma çıktım. Bedenim sırf alma dengesini korumak adına, gönülden harcadığım bu enerji karşılığında kilo alıyor olabilir mi? Olur mu olur valla. Kendi bedenimden bu salaklığı beklerim…

İşte o yüzden birkaç gündür Acun Diyeti uygulamaya karar verdim. Hayır hayır yanlış okumadınız. Yazının başında kullandığım görsel kafanızı karıştırmasın; Acur Diyeti değil, Acun Diyeti

Şimdi, Yaradanın bildiğini kuldan saklayacak değilim. Acun‘un yaptığı televizyon işlerinin çoğuna ben bir türlü ısınamadım. Dolayısıyla O Ses Türkiye dışındakileri de biraz fikir sahibi olsam da hiçbir zaman tam olarak takip edemedim. Hele şu yarışmacıları, örümceklerle dolu camekan bir kutunun içine kafasını sokturan programı yaptığı andan beri, kusura bakmasın ama onu köpek balıklarıyla dolu olan bir havuzun içine atasım var. Evcilleştirilmiş olanların konduğu bir havuz olacak bu elbette. Yoksa adamı delik deşik etmek gibi bir niyetim yok. Kesinlikle şiddete karşıyım. Bunu yapmayı düşünmekteki amacım, tamamen korktuğumuz şeylere karşı bir kişiye bile olsa bir katkımın dokunmasıydı.

Yine de kabul etmem lazım, Karatay filan hikaye, gelmiş geçmiş en iyi diyetisyen Acun’dur. Ben şahsen onun kadar hızlı kilo verdireni ömrü hayatım boyunca görmedim. Üstelik bir de bir güzel fit, kaslı ve bronz bir vücuda sahip oluyorsun ki sorma gitsin.

Dolayısıyla dedim bundan böyle beni ancak Acun Diyeti paklar. Nasıl olacak o diyet derseniz, anlatayım. Pek kolay…

Bir kere yemek yemek yerine içinde bulunduğun insanlarla birbirini yiyorsun. Kesinlikle iştah kapatıyor. Özellikle rekabet içinde olmana rağmen, arkadaş yerine koyduğun insanlarla yapıyorsun ki bunu; yağların bir güzel erisin. Dolayısıyla karbonhidrat, protein filan hesabı yaparak kafanı yormana gerek yok. Fazladan üç kaşık kuru fasülye yediğin için suçluluk duymadan karşındakini bir kaşık suda boğabilirsin.

Boğmak derken aklıma yıllar önce, çok değer verdiğim birinden duyduğum gerçek bir hikaye geldi. Resminin iyi olduğu kuşku götürmez kıdemli bir ressam; bir dönem genç ressamların bir araya gelmesine vesile olarak, onların zaten önü açık olan yollarının daha hızlı ilerlemesine destek olmuş. Şimdi isim vermeyeceğim ama resim camiasını bilenler kimden bahsettiğimi anlamıştır. Kadıköy yakası diyeyim de, karşı mahalleden kimse üstüne alınmasın. Bu arada öngörüsü çok yüksek biriymiş demek ki, gerçekten de o dönem destek olduğu tüm ressamlar hızlı bir şekilde parlamış.

İçlerinden biri bir gün kıdemli ressamla tartışmaya girişmiş. Genç olan sürekli diğerini eleştiriyormuş. Yönteminin yanlışlığından şikayet edip, ona akıl veriyormuş. Yaşlı olan istifini bozmadan genç ressama şu hikayeyi anlatmış (Normalde yazılarımda argo kelimeler kullanmayı pek sevmem ama affınıza sığınarak dinlediğim şekliyle yani sansürlemeden yazacağım).

“Bir gün denizde yüzüyordum. Affedersin çok kakam geldi. Etrafıma bakındım. Benden başka kimsecikler yok. Rahatlamak için denizin ortasına koyverdim içimdekini. Aaa sonra bir baktım, kapkara şey karşıma geçmiş usul usul benim yanımda yüzüyor. Ulan dedim görüyor musun şunun yaptığını? Sıçtığım bok bana yüzme öğretiyor.”

Ressam tanıdığım bu hikayeyi dinleyen taraftı. Kendisine kibarca bok denmesine rağmen; karşısındaki ressamın dile getirdiği meselin ne kadar öğreti dolu olduğunu düşündüğü için bana bu hikayeyi anlatmıştı.

Fazla kilolarıma geri dönersek; hani olmaz da, olur ya günün birinde Acun bir şekilde, “hadi gel ben senin kilo vermene yardımcı olayım,” derse ve sorarsa “benimle var mısın, yok musun?” diye.

Ona aynen şöyle diyeceğim:

“Evet canım!”

Didem Elif

Not: Acun Diyeti yapma konusunda çok ciddiyim. Yediklerimiz için değilse de, en azından medyada takip ettiklerimiz içinAynı şey sosyal medya için daha da acil geçerli. Beni dikkatli takip edenler belki bilirler, geçen hafta Ahmet Hakan’ın yazdığı bir yazı üzerine, eskiden yazdığım Korkma adlı yazımı paylaşmıştım. Ahmet Hakan’ı da “Ahmet Hakan yalnız değildir,” diyerek etiketlemiştim. Sonradan yazdığına göre öğrendim ki, meğer en sevdiği mottosu; Ahmet Hakan yalnızdırmış… Benim de bazen zevzekliğim tutuyor işte. Ben ne bileyim. Gerçekten affola… Bu arada Ahmet Hakan’ın kendisini bu kadar yalnız hissetmesine değil de, yeryüzünün en büyük gerçeğini hala öğrenememiş olmasına çok acıdım. “Nedir o gerçek?” derseniz… “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” İmam hatipte okumuş bir gazeteci bu kafadaysa eğer, Türkiye’deki imamların halini siz düşünün artık.

Sevgilerimle

Kullanılan görsel; Freepik sitesinden değerlendirilmiştir.

https://www.freepik.com/free-photo/man-holding-fresh-cucumbers_5180832.htm

Bağ

Venüs – Offf yaaa…

Mars – Hayırdır Venüs ne oldu?

Venüs – Şimdi telefonla Türkiye’yi aramak için operatöre adımı yazdırdım. Adımın Venüs olduğunu söylüyorum. O bana habire Veynası gibi bir şey diyor. Nedir benim şu adımdan çektiğim bu hayatta anlamadım. Koskoca Japonya’da adımı doğru düzgün söyleyen bir kişi bile çıkmayacak mı karşıma Allah aşkına?

Mars – Hahaha. Üzüldüğün şeye bak Venüs. Ben de bir sorun çıktı sandım. Adını yazdırdın sonuçta ama değil mi?

Venüs – Evet evet yazdırdım. 🙂 Bakalım ne zaman bağlayacaklar? Bekleyeceğiz artık.

Mars – Kimi arıyorsun peki?

Venüs – Uranüs’ü.

Mars – Uranüs’ü mü? Allah Allah! O da nereden çıktı ki şimdi?

Venüs – Japonya’ya gelecekmiş de, gelirken İstanbul’dan bir şey getirmesini isteyecektim.

Mars – Sahi mi? Uranüs Japonya’ya mı geliyormuş?

Venüs – Ne o, çok mu sevindin?

Mars – Yok be ne sevineceğim. Meraklandım sadece. Niye geliyormuş ki buralara acaba? Ne zaman geliyormuş?

Venüs – Şu an hiçbir şey bilmiyorum. Adımı bile söyleyemeyen şu operatör bağlayabilirse eğer, görüştüğümde öğrenebileceğim.

Mars – :))))

Venüs – Zaten bu teknoloji denilen işten ben hiçbir şey anlamadım. Japonya’nın içinde her yerde cep telefonu kullanabiliyoruz ama yurt dışını aramak için operatöre bağlanıp adımızı yazdırmamız gerekiyor. Şaka gibi. Valla şaka gibi. Bu cennet köşesi denen yer hem gelişmiş hem gelişmemiş. Pek acayip şey.

Mars – Çünkü bulunduğumuz internet sayfasında geçmiş ve gelecek aynı zamanda yazılıyor Venüs, ondan olsa gerek.

Venüs – Nasıl yani?

Mars – Zaman konusunda bir sürü bilimsel okuma yapmadan sana bunu anlatmaya çalışıp kafanı daha fazla karıştırmak istemem ama paralel evren diye bir şey var. Elif onu anlatmaya çalışıyor olmalı.

Venüs – Eskiden Elif’in annesinin evinde kullanılan paralel telefonlar gibi bir şey mi?

Mars – Hahaha. Ne ilginç benzetmelerin var. Ama evet aynı farklı odalara bağlanan paralel telefonlar gibi diyebiliriz aslında. Telefonlardan birini geçmiş, birini gelecek gibi düşün. Ve aralarında eş zamanlı paralel bir bağlantı olduğunu…

Venüs – Ayy dur Mars. Kafam iyice karıştı. Neyse Uranüs’ü bağlasın da şu operatör ne zaman bağlarsa, nasıl bağlarsa bağlasın. Başka hiçbir şey istemiyorum.

Mars – Hayret! Şaşırtıyorsun beni bazen. Uranüs’ü sevmediğini sanıyordum.

Venüs – Elif’in karakter sıkıntısı var. Az karakterle çok şey anlatmaya çalışıyor da, ondan Uranüs’ü ilk gördüğümde hoşlanmamıştım. Yoksa çok tatlı bir kadınmış meğer.

Mars – Tanıyınca seveceğini biliyordum.

Venüs – Evet çok sevdim gerçekten. Çok kafa biri. Yalnız tek bir kusuru var. Çok sigara içiyor. Bir keresinde böyle karşılıklı senle oturduğumuz gibi oturuyorduk. Oturduğumuz kafenin adını hatırlayamadım şimdi. Duvarında bir film afişi vardı. Neyse… Sigara konusunda bana değişik şeyler anlatmıştı. Söyledikleri o an zihnimi açmıştı valla. Ama yine de işte kendisi bir türlü bırakamıyor.

Mars – Ne anlatmıştı ki?

Venüs – Yakından tanıdığı birinin çocuğu genç yaşta çok feci bir trafik kazasında ölmüş. O da destek olmak için o akşam evine gitmiş kadının. Kadın perişanmış tabi. Oğlunu nasıl soğuk morgda bırakıp eve geldiğine üzülüp ağlıyormuş. O an şöyle düşünmüş. Bu kadın en sevdiği varlığı olan çocuğunu morgda bırakıp eve geldi, bense bana ve bütüne zarar verdiğini bildiğim şu sigarayı bile bırakamıyorum. O gün bununla ilgili duyduğu vicdan azabını anlattığında çok etkilenmiştim.

Mars – Ah ne kadar üzücü bir hikaye. Neyse daha güzel şeylerden konuşalım Venüs. Hem sen Uranüs’le ne ara bu kadar samimi oldun ben anlamadım. Bundan benim niye hiç haberim yok?

Venüs – O kısımları Elif daha yazmadığı için öğrenemedin tabi. Böyle canlı bir şekilde öğreniyorsun işte fena mı?

Mars – Sürprizlerle dolusun Venüs.

Venüs – 🙂

Mars – Sahi sen ne isteyecektin Uranüs’ten?

Venüs – Saç boyası.

Mars – Saç boyası mı?

Venüs – Evet. Benim burada her zaman kullandığım markayı bulmam zor oluyor da. Şöyle topluca getirsen ne güzel olur diyecektim.

Mars – Ciddi olamazsın Venüs! Senin saçların boya mıydı? Sen gerçek esmer değil misin?

Venüs – Aaa üstüme iyilik sağlık. Tabi ki gerçek esmerim. Sanki solaryumda mı kararttım ben bu teni Mars. Aşk olsun. Sadece milyarlarca yıl yaşım olunca artık beyazladı saçlarım tabi. Aslında bana kalsa çoktan doğal haline bırakırdım da sen bakımlı kadın seviyorsun diye yapamıyorum.

Mars – :))))

Venüs – Ayy sen bana ne güzel gülümsedin az önce öyle… Keşke şu anı kameraya kaydedebilseydim Mars.

Mars – Niye ki?

Venüs – Tekrar tekrar izlerdim. Öyle güzel gülümsüyorsun ki.

Mars – 🙂 Çok alemsin Venüs. E o zaman ben sana kaydedeyim gülümsememi, sen istediğin zaman izle.

Venüs – Öyle olur mu canım, sen de… Kendiliğinden bana gülümsedin. Hiçbir şey onun yerini tutar mı hiç? İçime yayılan sıcaklığı anlatabilsem keşke.

Mars – Ama sen böyle konuşunca benim de içime bir sıcaklık yayılıyor Venüs.

Mars Venüs’e iyice yaklaşıp onu boynundan öpmeye başlar. Elbisesinin yakasını sıyırıp omzuna doğru ilerlerken birden telefon çalar.

Mars – Hah! Tam zamanında bağlandı yani…

Venüs – Evet sorma. Uranüs sağ olsun tam zamanında yetişip kurtardı beni. :))) Aferin valla ona… :))

Didem Elif

Not: Pandemi tüm dünya için ciddi tehlike yaratıp da ülkeler arası dolaşım durduğunda, pek çok kişi kısa süreliğine gittiği ülkede mahsur kaldı. Bir arkadaşım; Türkiye’deki eşine ve çocuğuna bir an önce kavuşmak istemesine rağmen, İngiltere’de haftalarca kalmak zorundaydı mesela. Kaş’ta ise; yurt dışından tatile gelen bir grup genç, aylarca ülkesine dönemedi. Şimdi uluslararası dolaşımın açılmasıyla herkes bir yerlere gitme peşine düştü. Yalnız ikinci dalganın ne zaman geleceği belli olmaz. Ben hanımların yola çıkmadan önce valizlerine birkaç tüp boya atmalarını öneririm. Ne de olsa birinci dalgada saç meselesi, kadın erkek herkesin en büyük sorunlardan biri olmuştu. 🙂

Sevgilerimle…

Evden çıksak da mı yaşasak, çıkmasak da mı yaşasak?

Sanki öncesinde çok dengeli varlıklarmışız gibi, insanoğlu olarak pandemi sonrası hepimizde ayarlar iyice tepetaklak hale geldi. Aylarca evde kal diye diye, benim üzerimde garip bir ruh hali oluşmuş mesela. Dışarıda özgürce dolaşılmaya başladı beri, şu birkaç ay içinde anlamadan sosyalleşme fobisi geliştirmiş olduğumu fark ediyorum. Kızımla aylar sonra ilk kez sokağa çıkmaya niyetlendiğimizde, sudan çıkmış balık gibi hissettim çünkü. O yüzden motorun üzerine bindiğimizde ben bir süre onu nereye götüreceğimi bilemedim.

Dış ses: Acaba çarşıya insek mi?

İç ses: Yok daha değil.

Dış ses: Evimizin yakınındaki park?

İç ses: Yok daha değil.

Dış ses: (Parkın önünden geçerken) Boşmuş da aslında.

İç ses: Yok daha değil.

Dış ses: Deniz kenarı?

İç ses: Yok, yok daha değil. Hem zaten rüzgar da var ki.

Dış ses: En iyisi yürümek… Şöyle uzaktan görerek denizi.

İç ses: E iyi peki.

Hele şükür iç sesimle anlaştık nihayet. Şimdi sıra geldi kızımla konuşmaya.

“Bak Duru, artık dışarı çıkabileceğiz ama yine de dikkat etmemiz gerek. Dışarıdayken bana ve gördüğün kimseye sarılmayacaksın, tamam mı annecim?”

“Merak etme anne sarılmam.”

Çocuğumu ısrarla üç dört kez “bana sarılma,” diye tembihlediğime inanamıyorum. Babası onu almaya geldiğinde alışıktı bu cümleleri duymaya aslında: “Dışarıdan geliyorum Duru, sakın bana sarılma.”

Kızımı bıraktığında görür görmez ona sarıldığım için, babasına nispet yapıyordu bu yüzden; “Bak annem bana sarılıyor işte.”

Bu zamana kadar iyi ki çocukların dışarı çıkması yasaktı kafasındayım ben. Virüs söz konusu olunca çocukları korumak ve kollamak zor geliyor bana valla. Hele Duru söz konusu olduğunda. O yüzden kreşler açılmasına rağmen ben göndermeyi düşünmüyorum. Sırf bu yüzden bir süre önce; bu yaşamımın son fırsatı olacakmış gibi, para kazanma önceliğinden ziyade bu yazı sadece kendi yapmak istediklerime odaklanarak geçirmeye karar verdim.

Hem bu şekilde Duru’yu da, kendimi de pandemiden daha kolay korurmuşum gibi geliyor…

Buralıların meşhur kelimesidir. Durupduru… 🙂 Bu yaz o hesap olacağız yani…

Bu arada ben de kırk yıl boyunca manda gibi oturup, sonra doğura doğura yerlere göklere sığamayan bir çocuk doğurdum ya helal olsun bana.

Daha bir yaşındayken plaja gittiğimizde; onun peşinden koşacağım diye -üzerime havlu, pareo gibi bir şey alamadan hem de- konsomatris gibi sezlonglarda yatanların tepesinde dikilmek zorunda kalırdım. “Olsun olsun bizim için sorun değil,” diyen insanlara karşı yüz kızarıklığım Allahtan güneş yanığı gibi duruyordu da, patateslerine saldırdığı için ne kadar utandığım belli olmuyordu.

Gerçi o dönem en fitil olduğum insan modeli “Bizim için sorun değilcilerdi.” Anacım sizin için sorun değil de, benim için sorun. Duru adını verdiğimiz bu çocuğa bir milyonuncu kez ben “Dur!” derken, sen de “Dur!” diyeceksin ki; verdiğimiz mücadelenin bir anlamı olsun.

Çocuğumuza patates siparişi vermiyormuşuz durumuna düşmek de ayrı bir konuydu doğrusu. Sipariş versek ne olur, sanki kıçının üstünde oturacak mı mendebur. Hamilelik kilolarını vermek derdine düşeceğime; hazır babası çocuğun peşindeyken, soğumuş patatesleri bitirmeye çalışırdım bir de.

Telefonda anlattığımda abarttığımı düşünerek “canım çocuk o, yapacak tabi,” diyen arkadaşlarım, yazın ziyaretimize gelip de halimi gördüklerinde bana gerçekten acırlardı neyse ki. Günün sonunda Duru’nun varlığından öyle yorulurlardı ki, “haklısın senin işin gerçekten zor,” derlerdi.

Hareketliliğini geçtim, manyaklık derecesinde bir kaynaşma merakı var bir kere çocukta. İlla herkesin kucağına gidecek, sarılacak ve öpecek. Dışarı çıktık mı zaten annesi mi var babası mı var, unuturdu. Diliyle konuşamadığı zamanlarda bile sokaktaki insanlar onunla ilgilensin diye gözleriyle konuşurdu. Bebek arabasında gezdirirken sokakta onu gören mecburen göz göze gelmek ve ona gülümsemek zorunda kalırdı. Resmen zorla kendine baktırırdı.

Ne çok duydum, “eline biraz tablet mi versen?” diyeni. İş görse, yanımda 107 ekran televizyon taşımazsam namerdim bilmiyorlar tabi. Bir ara ömrüm bu şekilde geçecek sandıysam da, neyse ki 3 yaşına basınca ve kreşe gitmeye başlayınca hareketliliği azalmıştı. Bir de yerde her bulduğunu ağzına atma dönemini geride bırakmanın dayanılmaz hafifliğini yaşamaya başlamıştım biraz da tabi. O anlamda uzaktan takip edebilir hale geldiğim ve kahvemi soğutmadan sonuna kadar içebildiğim ilk günü asla unutmam.

Pandemi ortaya çıkınca ister istemez tıpkı o zamanlar gibi zor geliyor bana çocukla sokakta olma fikri. Hala kendi başımayken bile dışarıda sosyalleşmeli miyim emin olamıyorken üstelik.

Kaş’ta yaşayan biri olarak pek denize giren biri değilimdir aslında. Haftalarca denize girmediğimi ve buna rağmen canımın çekmediğini bilirim. Çoğunlukla arkadaşlarımın ya da Kaş’a gelen tanıdıklarımın vesilesiyle tuzlu suyla temas ettiğimi söylersem kesinlikle abartmış olmam. İçine girmektense daha çok deniz kenarında oturmayı ben daha çok seviyorum. Yüzünce herkes gibi ben de güzel duygular hissediyorum tabi de; şimdi kim ıslanacak, kim duş alacak, kim üstünü değiştirecek durumları beni meseleden baştan soğutuyor. O yüzden cehennem sıcaklarında deniz kenarına gitmeyi de hiç aramam. Buna rağmen; su soğuk bile olsa, en geç Mart ayında deniz sezonunu açmış olurdum.

Kaş’ta yaşamaya başladığımdan beri ilk defa bu sene Haziran’ın ortasında sezon açılışı yapabildim. Doğrusu içinde olduğumuz dönemde cesaret isteyen bir hamleydi benim için. Her ne kadar sahilde mevsim kalabalığı açısından pek bir değişiklik yoksa da, gördüğüm ve konuştuğum insanlardan anladığım kadarıyla benimle aynı hissiyatta olanların sayısı da az değil. Evden çıksak da mı yaşasak, çıkmasak da yaşasak karar verememiş bir kitle var. Bu konudaki kararlarımız ve duygularımız her an değişebiliyor. Artık günün şartlarına göre yaşamaktan başka çaremiz yok belli ki. Az önce vaka sayılarında yeniden artış olduğunu öğrendim. Bu durum hala benim gibi tedirgin olanları da sanki haklı çıkarıyor.

Dilerim bütün bu yaşananlara rağmen en kısa zamanda hayatın içinde kendi dengemizi bulabiliriz.

Didem Elif

Fotoğraf: Kaş İnceboğaz Plajı – Model: Paçi :)))

Korkma

Öldürmeyeceksin

Biz insanlar korktuğumuz şeyi öldürüyoruz. Bir böceğe verdiğimiz tepkiyle, aşka verdiğimiz tepki arasında hiç fark yok bu anlamda. Korkuyorsak tehdit olarak algılıyoruz çünkü. Varlığımızı titreten o canlıyı ortadan kaldırmadan rahat etmiyor içimiz. Öldürene kadar ona darbe indirmeye devam ediyoruz. Ta ki artık kıpırdayamaz hale gelip, bize ulaşamayacağından emin oluncaya kadar.

Herkes Farklı

Oldukça kalabalık olan ailemi Türkiye’nin kültürel ve siyasi yapısına çok benzetirim. Öyle ki mesela çocukken bir gün babam, annem ve kardeşlerimle, konukların arasında Türkiye’nin önde gelen isimlerinin de bulunduğu Cemal Reşit Rey salonunda Mehveş Emeç ya da Güher Süher Pekinel kardeşlerin piyano resitalini izlerken; iki gün sonra Adapazarı’nın Çaybaşı köyünde ananemin inek sağmasına tanıklık ederdim. Buradan babamın ailesi bir aristokrattı, annemin ailesi köylüydü gibi bir anlam çıkmasın. Aslında her ikisinin de kökenleri aynı yere varıyor, Rize’ye. Üstelik akrabalıkları var. Ayrıca babanem dedemin Beykoz’daki muhallebici dükkanında hayatı boyunca gece, gündüz, hafta sonu demeden tam bir işçi gibi çalışmış; ananem ise hayatı boyunca ev işleri bile yapmamış, yaşadığı çevreye göre oldukça rahat yaşamış bir kadın. İnekleri o sağıyor, çünkü onları çok seviyor. Muhtemelen çocuk yaşlarında koşuşturduğu kocaman fındıklıklarında onlarla arasında gönül bağı kurmuş olmalı rahmetli.

Bizim klasik müzikli, sanat galerilerinin içinde geçen çocukluğumuz tamamen babamın kendi iç dünyasının zenginliği. Evde bulunduğu tek gün olan pazar günleri sabahın yedisinde bangır bangır çalan klasik müzikle uyandırırdı bizi. Beethoven, Mozart ya da başka bir dahi. Artık o pazar bahtımıza ne çıktıysa. Ben kendimi bildim bileli başucu kitabı 100 Opera olan bir adamdan bahsediyoruz.

Benim Dünyam

Büyürken birbirine öyle tezat iki evren görerek büyüyordum ki. Bir yandan içinde nü de olan duvarları sanat eserleriyle dolu bir evde babamın karşısında sigaramı, içkimi içerek yaşayabiliyordum, bir yandan dayımın evinde bacak bacak üstüne atarak bile oturamıyordum. Ailemin kadınlarının yarısı tıpkı Türkiye’nin yarı çehresi gibi başörtülü ve daha dini normlar üzerine kurulu bir yaşam tarzında iken, bir diğer yarısı oldukça açık giyindiği gibi, onlar için alkol kullanmak doğal bir keyif aracıydı.

Kültürel farklılığın yanı sıra ekonomik farklılıklar da çok fazlaydı. Mesela en büyük amcam İstanbul’un en zengin bilinen semtlerinden birinde ömrünü geçirirken, en büyük teyzem köydeki evinin bahçesinde lahana yetiştirirdi. Rahmetli teyzem yeryüzünde tanıdığım en güzel yürekli insanlardan biriydi bu arada. Lahana sarması ne kadar lezzetliydi siz düşünün artık.

Tam Bir Sentez

Benim dünyam daha çok vakit geçirdiğim babam ve annemin hayata bakış açılarının yönlendirdiği gibi Cumhuriyet kadını algısıyla gelişti. Ama benim gibi yetişmeyenlere de saygı duyarak büyümeyi öğrendim. Benim gibi özel okulda okuyan kuzenlerim olduğu gibi, imam hatipte okuyan kuzenlerim de vardı. Aile içinde kadın ve erkeğin el ele tutuşarak dans ettiğine de şahit olurdum, haremlik selamlık ortamlara da. Öyleydi. Benim ailem böyleydi. Tam bir sentezdi.

Kimse olduğundan farklı görünmezdi. Herkes birbirini bilir, olduğu gibi kabul ederdi. En önemlisi herkes birbirini çok severdi. Ben de hepsini elbette.

Dayım ve babam bir araya geldiklerinde bütün günü siyaset üzerine tartışarak geçirir, günün sonunda sevgiyle kucaklaşarak ayrılırken; babam dayıma “aklını başına devşir hacı,”; dayım da babama “Allah sana akıl, fikir versin,” derdi. Öfkelenirlerdi diğerinin düşüncesine ama severlerdi birbirlerini.

Korkma

Sahi neden korkma başlığının altında bütün bunları anlattığımı merak etmiş olmalısın. Elbette her zaman ki gibi varmak istediğim bir yer var.

Türkiye çatısı altında yaşayan bizler, kültürel farklılılarımız anlamında çok zenginiz diye düşünüyorum. Fakat gitgide artan bir şekilde birbirimizden ayrıştırılıyoruz. Artık hangi lobilerin oyunu bu bilemem. Kafamı uzun süreden beri bunlarla meşgul etmiyorum. Kediler olmadığı kesin ama onu biliyorum.

Herkes ötekinden korkar hale geldi. İşte ben de, “senden farklı olandan korkma,” demek istiyorum bu haftaki yazımla sana. Senden farklı düşünenden, senden farklı yaşayandan sakın korkma. Bir gün herhangi bir konumun başına geçtiğinde, ki illa büyük reis olman gerekmiyor bu bir aile reisliği de olabilir, yaşam alanını kısıtlayarak öldürmeye çalışma karşındakini. Kim nasıl serpilecekse öyle serpilsin. Kendi haline bırak. Kocaman bir bahçe gibi düşün Türkiye’yi. Bir gülü budar gibi budama laleyi.

Yolda yürürken bir eşcinsel gördüğünde de korkma, bir engelli gördüğünde de. İnsanı Alevi, Kürt, Ermeni, Ateist diye ayırma. Bir sarıklıya rastladığında da uzaylı görmüş gibi davranma; ağzı, burnu küpelerle delik deşik, bütün vücudu dövmelerle dolu olana da. Olduğu gibi görüneni yargılama hiç. Herkesin kendi yolunda ilerlediği bir varoluş hikayesi var. O yol öyle tuhaf bir yol ki, kimin en zor gününde senin elinden tutacağını asla bilemezsin.

Birlik Beraberlik İçin

Ve seni olduğun gibi kabul edip tüm kusurlarınla sevenden kaçma. Sakın ama sakın kaçma. Yeri geldiğinde her şeyden kork ama ondan asla korkma.

Kısaca karşındaki nasıl biri olursa olsun, sen ondan korkma ki; kim ne yaparsa yapsın, sönmesin bu şafaklarda yüzen al sancağımız.

Didem Elif

Not: Bu yazı 16 Aralık 2018 tarihinde Sen ve Ben Dergisi’nin Kaş ve Ben adlı köşesinde yayınlanmıştır. Artık dergide yazmadığım için yayında değildi. Ahmet Hakan’ın “Yepyeni bir fay hattı: Umreciler ile Eğlenceciler” başlıklı dünkü yazısını okuyunca burada tekrar paylaşmamın anlamlı olacağını düşündüm.

Yazıda kullanılan fotoğraf dünyanın en güzel noktalarından biri olan, Kaş’taki Türk bayrağının dikili olduğu yerde çekilmiştir.

Sevgilerimle…

Delianna

Çocukluğumdan başlayarak kendi ismim dışında birkaç takma isim takıldı bana. Benim istemim dışında, kendiliğinden oluşan bu isimler; Osman, Ali, Filekız ve Delianna idi. Davranışlarıyla ve saç kesimiyle bir erkek çocuğuna benzediğim için önceleri Osman ismi ile hitap eden kuzenim -Ferhan Şensoy’un o dönemin meşhur ‘Saçmalama Osman’ repliğinden ilham almıştı- bir genç kız olmaya başlayınca Filekız diye seslenmeye başladı bana. Abim içinse oldum olası Ali idim. 🙂 Nedense Ali demeyi çok severdi. Bu hiç değişmedi. Ben de hep barışıktım takma isimlerimle. Kızıp öfkelenmez aksine her seferinde gülerdim. Ve bir de Delianna vardı. Üniversitedeyken arkadaşlarım bulmuştu bu ismi. Polyanna ve Deli kelimesinin birleşmesinden oluşuyordu. 🙂 Kabul edeyim takma isimlerim içinde en çok bunu sevmiştim. Beni çok iyi anlatıyordu. Hatta internette kendime ilk kez bu nickname ile hesap açmıştım. Şimdi anılarda kalan icq kullanıcı adım Delianna idi.

O zamanlar iflah olmaz bir Polyanna’ydım çünkü. İnsanı bezdirecek türden hem de. 😊 Bu bilerek yaptığım bir şey değildi aslında. Kafam kendiliğinden öyle çalışıyordu. Mutsuz olan, öfke ya da üzüntü içinde olan bir insanla diyaloğum “Ama bir de şu tarafından baksan…” diye ilerliyordu. Bazen samimiyetimizin boyutuna göre bu tavrım karşımdakini deli ederdi. 😊 Bu huyumdan dolayı azar işittiğim bile olurdu. Ama asla aile bireylerinden değil elbette, çünkü benim kadar abartmasalar da sanırım bizim genlerimizde iyimserlik hep vardı.

Evet biraz da deliydim. Bütün o pozitifliğin içinde kendi kendime tuhaf ve de saçma şeylerle eğlenebilen ama sadece gerçekten çok samimi olduğum insanlara bu tarafımı gösteren bir kafası kırıktım da diyebiliriz. Her zaman mutluluk oyunu oynayan bir delikız. Sınıfımızın hemen önündeki bahçede, ders arasındayken “gerçekte var olmayan bir topla” yaklaşık bir düzine insana voleybol oynatmışlığım vardı mesela. 🙂 Üstelik yağmur yağarken. Öyle büyük bir coşkuyla yağmurun altına geçip, “hadi gelin top oynayalım,” demiştim ki; sadece bana katılanlar değil, dersin hocası dahil olmak üzere bizi sınıfın camından izleyenler de bir o kadar eğlenmişti.

Normal olmadığımı biliyordum. Çok zaman tuhaf sayılacak biriydim hatta. Çok fazla etrafımda olanlarla ilgilenmez kendi içimde ve kendi halimde yaşardım. Tam da o sıralarda bir arkadaşımdan alıp okuduğum Sana Gül Bahçesi Vadetmedim adlı kitap, edebi açıdan değilse de içerik açısından bu yüzden çok etkilemişti beni. Hatta Deborah’ın kendi diliyle kurduğu dünyasını anlayabiliyor olmak beni biraz ürkütmüştü. Oysa o güne kadar arkadaşlarım da ben de deli’ye negatif değil pozitif bir anlam yüklemiştik. Ve ben hayatımda daha önce hiç deli görmemiştim.

Sonra bir gün geldi, tıpkı Polyanna’nın hikayesinde kötürüm olduktan sonra o küçük kızın mutsuzluğa hapsoluşu gibi, benim de tüm enerjim söndü. Gerçek anlamda kendi kendime mutlu olmayı beceremediğim bir dönem başladı. Gerçekten delirmiş, şuurunu yitirmiş insanlarla ilk kez karşılacağım o günlerde, kalbimi ellerimle bir derin dondurucuya koymuştum sanki. Her zaman olumlu şeyler üretebilen beynim onu bir türlü mutlu edemez hale gelmişti. İkisi arasındaki koordinasyonu tamamen kaybetmiştim.

Fakat epeyce sonra bir dönemim var ki unutkanlıklar başladı. Hafızam hiçbir zaman iyi değildir ve şimdi kalmadı ama beynimin adeta sıfırlandığını hissettiğim unutkanlıklardı bunlar. Bir gün Taksim’de yaptığım kahvaltı sonrası, her gün kullandığım ve ezbere girdiğim kredi kartımın şifresini hatırlayamamıştım mesela. O sabah o veriye dair beynimin içi resmen bomboştu. Üç kere olabileceğini sandığım rakamları girmiş ve kartımı bloke etmiştim. Aynı gün, stüdyoda sesli kitap okumak amacıyla gitmeye çalıştığım; Galata’da bulunan Kör Fotoğrafçılar Derneği’nin binasını bulamamış, Galata sokaklarında kaybolmuştum. Oysa son zamanlarda sıkça geldiğim bir yerdi. Seslendirme kaydını yapacak gözleri görmeyen arkadaşı arayıp ondan tarif desteği alma çabamsa ömrümün en içler acısı anlarıydı sanırım. Tüm sokaklara girip çıkarak doğru adrese gidebilmem yarım saatimi almıştı. O gün doğal olarak hafızamı tümüyle yitirmekten epeyce korkmuştum.

Bir kaç gün sonra fark edecektim ki, o zamanlarda kullandığım maillerimin şifrelerini de unutmuştum ve hiçbir şekilde hatırlayamıyordum. Şimdi olsa mail adresiniz cep telefonunuz ile senkronize edildiğinden “şifremi unuttum” diyerek şifreniz sıfırlanabiliyor. Ancak o dönem ben ne yaptıysam var olan maillerimi açmayı bir türlü beceremedim. Belli ki beynim bir devri kapatmak istiyordu artık. Her şeye yeniden başlamalıydım. Başka çarem yoktu. Artık ulaşamayacağım bir dağı hayal etmenin hiçbir anlamı kalmamıştı.

Yeni bir mail adresi açtım. İçinde delianna geçmeyen yepyeni sosyal medya hesapları… İçimde Anna etkisi veren eskisi gibi bir coşku olmadığı gibi, deli kelimesinin kendisini bile kesinlikle görmek istemiyordum. Pek çok şeyi sıfırladığım o süreç, delikızı değilse de Filekız’ı yeniden canlandırdı. O canlanış beni Kaş’a kadar getirdi. İronik belki ama Kaş’ta yeniden mutluluk oyunu oynayan biri oluvermiştim. Tek fark burada kimsenin takma isim takmadığı Elif’tim. Yani en çok kendimdim. Bir özgürlük yolculuğuydu benimkisi. Kendi içimde geldiğim yeri her şeye rağmen çok sevdiğimi söyleyebilirim. İçi öyle güzelliklerle dolu ki…

Geçenlerde Kaş Likya Sohbetleri’nde Hayatın Direksiyonuna Geç kitabının yazarı kuzenim Kemal İslamoğlu, yaptığımız sohbette izleyenlere benimle ilgili; “ona Filekız derseniz kendisini yuvasında hisseder,” deyince içime gerçekten kocaman bir sıcaklık yayıldı ve son günlerde kendiliğinden aklıma delianna ismi üşüştü. Boğazımda düğümlenen kelimelerimin de her zamanki gibi buraya dökülesi geldi.

Geçen onca zamanı düşündüm.

Delianna başlığını attığım bu yazıya başlarken oldukça hüzünlüydüm aslında. Kelimeleri bıraktıkça yüküm hafiflediğinden midir bilmem; “Eti kemik geçiyor,” diyerek dalga geçtim kendimle. O sırada bileğimi ısırıp saat yapmadım belki ama fırlamış çocuk ruhum enerjimi yükseltti. O deli kız aynada bana göz kırptı.

Son zamanlarda yazdığım Mars ve Venüs diyalogları aylardır yine kendi kendime oynadığım mutluluk oyununun dışardan da görünebilir bir şekliydi bana sorarsanız. Ha gerçekte var mı böyle bir ilişkim yok ama bu hayali yazarken benim gerçekten mutlu olmadığımı kim söyleyebilir ki?

Bu arada Elif ismini çok sevdiğimi daha önce söylemiş miydim?

Didem Elif

Not: Tam bu yazıyla vedalaştığım an, yıllar önce grafik ajansımızda çalışan Ayten ablamızın kızı mesaj attı bana. Sosyal medyadan bulmuş beni annesinden selamlar iletti. Yıllar öncesindeki yıkık dökük binanın çay ocağının olduğu küçük odaya gittim yeniden. Ben sigara molası vermeye kaçardım Ayten ablanın yanına; o da okul çıkışında, eve katkı sağlamaya çalışan annesinin yanında bir nebze soluklanırdı. İnsanın içini boşalttığı an sevgi dolu anıların kalbine üşüşmesi ne hoş. Öyle değil mi?

Sevgilerimle

Korku

Venüs Mars’ın göğsüne yatmış bir şekilde yatağın içinde uyuyakalmıştır. Mars sevdiği kadının varlığını kalbinde dolu dolu hissederek yumuşacık dokunuşlarla Venüs’ün tenini okşamaktadır. O sırada Venüs rüya görmeye başlar. Rüyasında Mars ile birlikte karanlık bir gecede ağaca tırmanmaktadırlar.

Venüs – Hay Allah bulamıyorum. Sen buldun mu Mars?

Mars – Hayır ben de bulamadım. Karanlıkta tırmanırsak elbet bulamayız. Gündüz çuvala mı girdi Venüs? Ne işimiz var bu saatte ağacın tepesinde anlamıyorum.

Venüs – Ama çok canım çekiyor. Valla çok zor dayanıyorum. Sabah olmasını bekleyemeyeceğim inan ki.

Mars – Canın niye bu kadar çekti hiç anlamadım. Hayır sen elma sevmezsin ki? Düşeceksin başına bir şey gelecek diye korkuyorum. Hele o mantar topuklu ayakkabılarla olacak iş mi bu yaptığın yani Venüs?

Venüs – Taktın sen de ayakkabılarıma ama. Bir daha bahsedersen, yemin ediyorum çıkartıp buradan kafana fırlatacağım Mars. Hedef belirledim mi ıskalamam bilirsin.

Mars – 😄 Ağaca tırmandığın o görüntünü unutamıyorum ne yapayım. Aklım çıkıyor düşündükçe. Hadi gece gece ağaca tırmanmaya kalkıştın, bari spor ayakkabı giyseydin yaa ayağına. Kızıyorsun bana ama hiç ağaca o ayakkabılarla çıkılır mı Venüs? 🙈

Venüs – Boyumun yetmediği yerlere rahat uzanırım diye özellikle bunları tercih ettim. Elmanın olduğu dala ulaşmak için, mesela öne doğru uzanmam gerektiğinde filan daha kolay kaldırma etkisi yapacağını düşünmüştüm.

Mars – 🤭 Seni böyle dinleyen de akıllı bir çözüm buldun sanır.

Venüs – Gülmeee. Ayakkabının teki birazdan kafana geliyor Mars az kaldı.

Mars – 😅 Tamam tamam. Sustum. Elmayı bir an önce bulup yesen de insek şu ağaçtan artık.

Venüs – Çok istiyorsan sen in Mars. Niye beni bekliyorsun ki?

Mars – Ağacı görünce mecburen bekledim. O an seni öylece bırakmak bana tehlikeli geldi. Böyle şeyleri nasıl tutturuyorsun çok acayip.

Venüs – Sen böyle konuştukça motivasyonum bozuluyor ama.

Mars – Hep aynı şeyi yapıyorsun. Öyle inatçısın ki. Ben sana elma yeme demiyorum ama bu işi daha doğru yollarla yapabilecekken aklına estiği gibi davranıyorsun. Söyleniyorum diye kızıyorsun da, ben sana yardımcı olmaya çalışıyorum sadece. Hem ne demek sen in. Şu durumdayken seni yalnız bırakır mıyım Venüs? Aklın alıyor mu yani?

Venüs – Çözüm bulmaya çalışıyorum ben de. Şimdi vazgeçip ineyim mi yani ağaçtan. O kadar da tırmandım.

Mars – Bazen zorlamamak gerekir. Hele ki yöntem yanlışsa. İnelim bence şimdi. Sabah olunca ben sana düzinelerce elma alacağım söz.

Venüs – Peki tamam o zaman. Hadi inelim. Ayyyy….

Mars – Venüsssss…

Venüs çığlık atarak yatağın içinde doğrulur. Mars Venüs’ten gelen beklemediği bu ani tepki karşısında çok korkar.

Mars – Ne oluyorsun Venüs? Ödümü koparttın.

Venüs – Allahım çok şükür rüyaymış.

Mars – Hayırlara gitsin. Ne gördün böyle?

Venüs – Ağaçtan düşüyorum sandım, sanki gerçek gibiydi. Şimdi anlatsam sana saçma gelir. Elma arıyoruz gece vakti ağaçta. Ne alakaysa?

Mars – Elma mı? Allah Allah. Yoksa Elif bizi Cennet köşesinden kovmayı mı planlıyor?

Venüs – Komplo teorilerini bırak şimdi Mars. Ne kovması ne kovulması Allah aşkına. Elif geçenlerde Japonya’daki ayva ağacını araştırıyordu. Hani “evlendiler ayvayı yediler” manasında. 🙂 Ama Japonya’daki ayva ağaçları pek yüksek görünmemişti gözüne. Heralde ondan elma ağacını kullanmış olmalı öyküsünde.

Mars – Ne anlatmaya çalışıyor peki bununla sence?

Venüs – Ay bilmiyorum. Ben hala üzerimdeki korkuyu atmaya çalışıyorum şu an.

Mars – Gerçekten ne biçim sıçradın öyle. Ben bile korktum. Dur sana su getireyim.

Mars su getirmek için mutfağa gider. Venüs dayanamayıp arkasından onu takip eder.

Mars – Sen neden geldin? Ben sana getirecektim. Bak şimdi. Üstüne de bir şey giymemişsin. Üşüyeceksin Venüs.

Venüs – Oda o an çok karanlık geldi. Rüyamı hatırladım. Yine düşecekmişim gibi… Göremeyeceksin beni diye… O halde orada olmak… Tek başıma. Ne anlamı var ki, dedim o zaman. Çok korktum. Yoksa niye geldim yanına kadar sanıyorsun?

Mars – 😅

Venüs – Bak ya gene gülüyor.

Mars – Bazen gerçekten çocuk gibisin ama. Neyse korkmana gerek yok artık. Güvendesin şu anda merak etme. Sadece bir rüyaydı. Hadi şu suyu iç de seni üşütmeden yatağa geri dönelim.

Mars yatağın içinde kendini kötü hisseden Venüs’e sıkıca sarılır. Şevkatle saçlarını okşar.

Mars – Bu korku halinden rüyanı güzel yorumlayarak çıkabilirsin aslında biliyor musun? Hem benim bildiğim kadarıyla rüyada elma görmenin çok güzel anlamları var.

Venüs – Sahi mi?

Mars – Evet. Hele ki ağaçtan bahsediyorsun. Kim bilir nasıl kısmetler bekliyor bizi? 🥰

Venüs – Öyle mi diyorsun?

Mars – Tabi ki. Bizimle ilgili çok güzel şeyler olacak bence. Bak gör.

Venüs – Ahh inşallah. 🙂

Mars – Hem şu an sen böyle kollarımın arasındayken ben öyle mutluyum ki Venüs. Seninleyken geleceğe ya da geçmişe dair her şeyi unutuyorum. Sadece sen varsın burada ve ben şu anın doya doya tadını çıkarıyorum. Sen de şimdiye döndüğün an tüm korkuların geçecek.

Venüs Mars’ın dediği gibi ana döner ve sevdiği erkeğin gözlerinin içine bakar.

Venüs – Canımsın sen benim Mars. Gerçekten sırf varlığın bile ne kadar iyi geliyor bir bilsen.

Mars – İnan benim için de öyle. Zaman algısı içinde her kaybolduğunda, şu ana odaklan Venüs. Şimdiki zamanda kalmayı becerebilirsen korkunu da yönetebilirsin. Bir zamanlar gökyüzünden kayıp düştüğün için bilinçaltında böyle bir korku kalmış olmalı. Normal yani böyle bir rüya görmen.

Venüs – Haklısın. Hem rüyamda sen sürekli söyleniyordun biliyor musun? Şimdi bu konuşmalarına bakınca galiba rüyaların tersi çıkıyor. 😄

Mars – Rüyanda kesin seni hiç öpmemiş olmalıyım o zaman?

Venüs – Evet hiç öpmedin. Nerden bildin?

Mars – Seni şimdi doya doya öpeceğim de ondan. 😍

Venüs – 😍

Didem Elif

Not: Bazı şarkılar üzerinden yıllar geçse bile dinlediğiniz anda hala ne kadar güzel hissettiriyor. Tıpkı bazı duygular gibi…

Sevgilerimle…

Müzik Kutusu 7. Program – 19 Mayıs Özel

Didem Elif’in Kaş Radyo için 19 Mayıs 2020’de hazırladığı Müzik Kutusu adlı radyo programının yedincisi olan 19 Mayıs Özel programının yayınını aşağıdaki ses dosyalarını tıklayarak, YouTube‘dan paylaştığı müzikleriyle birlikte dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Son Yaz

Düştüm. Kollarımda tuttuğum, yeni yıkanmış çift kişilik yorganı evin içinde alt kata taşırken, merdivende ayağım kaydı ve çok kötü bir şekilde oturdum basamaklara. Bu yazıya düştüm diyerek pat diye başladığım gibi, pat diye vurdum bedenimi ahşaptan olan zeminin sert köşelerine. Ellerim dolu olduğundan tutunamadığım için, belime ciddi zarar verecek bir darbeden kurtarmış olmam -ki şu an belim de biraz ağrıyor- tamamen şanstı. Bedenimde hala devam eden acıyı her hissettiğimde bunu hatırlıyorum ve şükrediyorum.

Gerçekten ucuz kurtardım. Bunun idrakiyle hareket yeteneğim kısıtlanmadığı halde hemen kalkamadım yerimden. Merdivenlerde uzun uzun otururken, bir yandan telaşlı bir şekilde “Anne iyi misin?” diyerek peşimden gelen kızımı rahatlatmaya çalışıyor; bir yandan da “Biraz otur yerinde, önce bir sakinleş, biraz nefes al, acele etme, ne diye koşturuyorsun?” diye bana öfkelenen içimdeki sesi dinliyordum.

“Tamam tamam anladım”, diyerek susturdum o an içimi ve yerimden kalkıp günlük rutinime devam ettim. Zaten birkaç gündür yapmaya çalıştığım şeyi şu anda neden ısrarla bana hatırlatıyordu ki.

Evet birkaç gün önce durmaya karar vermiştim. Bir nedeni yeni kurulan, oluşumunda benim de ciddi katkılarımın olduğu Takas Öyküler’di. İlk başta benden yardım istedikleri için başlamıştı bu ilişki. Önceleri destek olma çabası içindeyken kendimi ciddi bir şekilde kaptırdım ve sanki kendi sitemmiş gibi -aslında bunu en başında teklif etmişlerdi ve kabul etmemiştim, sonuçta iki tane yürüttüğüm kendime ait sitem vardı zaten- emek vermeye başladım. Gece gündüz zoom aracılığıyla toplantılar yapıyor bir yandan da siteyi geliştiriyorduk. Öyle güzel kaynaşmıştık, öyle güzel bir sinerji yakalamıştık ki, mutluluktan sarhoş gibiydim. Bir yandan da geçen sene ayrıldığım dergide bir zamanlar tam da böyle bir keyifle çalıştığımı hatırladım.

Bunu bugüne kadar hiç anlatmadım, gerek de duymadım ama büyük bir kırgınlıkla ayrılmıştım o dergiden. Keyfimizin gayet yerinde olduğu bir anda, hiç beklemediğim birinden, yüzüme yumruk yer gibi hiç beklemediğim bir darbe almıştım. Şok içindeydim ve çok üzgündüm. İşin tuhafı hiçbir fiziksel temas olmadığı halde gerçekten de yüzüme yumruk yemişim gibi olayın akabinde göz kapağım mosmor olmuştu. Derginin sahibi çok sevdiğim arkadaşım -iletişimimiz tamamen kopmuş olsa da sevgim hala değişmedi- tarafsız kalmak adına ortamı iyi yönetememişti. Kavga etmeyi sevmediğimden ve bütünün huzurunu kaçırmak istemediğimden meseleyi bir süre idare etmeye çalıştıysam da benim için büyü bozulmuştu artık. Patlamaya hazır bir volkan gibiydim. Artık ne benim ne de onlar için faydası yoktu daha fazla orada kalmamın. Hatta çok kırgın olduğum için duygusal anlamda zarar vermeye başlamıştım. Ben de tüm bağları koparacak şekilde tam bir sene önce bu zamanlarda dergiden ayrıldım.

İşte yaşadığım bu üçlü güzel birliktelik ister istemez bana yaşadığım o günleri hatırlatıyordu. Belki de o yüzden bütün bunları anlatıyorum. Yoksa meseleyi çoktan unutmuş, kendi yolumda tek başıma ilerlemeyi seçmiştim. İçinde olduğum şartlarda fena da gitmiyordum bana sorarsanız. Keyfim gayet yerindeydi.

Aslında tamamen dergiye itibar kazandırması için başlattığım Likya Sohbetleri bireysel anlamda benim içimde iyice derinlik kazanmıştı. Şu bir sene içinde tesadüfler sonucu sohbetler video ortamına taşınınca hedefim bambaşka bir form almıştı. Kendi içimde hiç bilmediğim taraflarımı keşfetmiş, korkularıma rağmen ve bugüne kadar ki tüm önyargılarımı kırarak varlığımı açığa çıkartacak şekilde hareket ediyordum. Üçüz çocukları olan bir kadın gibi, bir birini emziriyordum, bir diğerini. Sütüm de beklemediğim kadar da boldu hani.

Takas Öyküler organik, aslında amatör bir ruhla hayatıma girdiğinde bir şeyler yapmak isteyen bu güzel insanlara elimden geldiğince yardımcı olmaktı niyetim. Destekçiler sayfasında bana yer vereceklerdi ve böyle devam edecekti ilişkimiz normalde. Fakat benim aşırı sahiplenen tavrım sonucu, bir gün adımı ve fotoğrafımı Hakkımızda kısmının altında yer alan Biz sayfasında gördüm. İsmimin altında aynen şöyle yazıyordu: “Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde kalacaksın.”

Bunu gördüğüm an kahkahayla güldüm. “Böyle destek mi olur? İsmin destekleyenlerde olunca verdiğin emeğin hakkını vermiyoruz gibi hissediyoruz. Sen bizdensin. Yani kendine ait kısmı artık doldursan iyi edersin,” dediler.

O an için bu bana da mantıklı geldi. Üstelik resmen bir aile sıcaklığı yaşıyorduk. Galiba benim hayatta en karşı koyamadığım şey de bu: “Aile olma duygusu.” Dolayısıyla daha da şevkle sarıldım siteye. Bana güvenerek yeni kurdukları aileye beni de katmak isteyen insanlara sırtımı çevirecek değildim ya.

Vee bir sonraki toplantıyı iple çektiğimiz çok keyifli geçen saatler. Edebiyat dolu, birbirinden eğlenceli bu saatlerde, kısa süre içinde derin anılarını paylaşacak kadar yakınlaşan kahkaha ve gözyaşı içinde üç kadın… Günler böyle geçerken benim ismim sitede hala aynı şekilde duruyordu. “Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde kalacaksın.”

Profesyonel reklamcı olan bir tanıdığın siteyi iyileşmek adına önerdiği şeylerden biri bu olmuştu: “Elif hem destekçilerde hem Biz sayfasında duruyor. Kafa karıştırıyor. Onu tek bir yerde sunmakta fayda var.” İlk tepki olarak “Evet, onu düzelteceğim, Biz kısmına alacağım, en iyisi bir an önce yapayım,” dedim önce. Fakat o gece bilgisayar başına oturup da o sayfaları düzenlemeye geçince işler değişti. Ders çalışması gereken bir çocuğun arkadaşlarıyla bahçede top oynamasına benzettim halimi. Kendime bir yol çizmiştim ve yapmam gerekenleri yine erteliyordum. Takas Öyküler oluşum olarak beni çok mutlu etse de Biz olarak bu kadar merkezinde olmak doğru gelmiyordu. Kendimi Biz sayfasından çıkarttım ve Destekçiler sayfasındaki yerimi hem kafamda hem de sitede daha da bir netleştirdim.

Ertesi gün bunu arkadaşlarla paylaştığımda aslında en başından beri açmazım olarak bildikleri bir konu olduğu için çok anlayışlılardı ama ister istemez üçümüzün yakaladığı enerji kesintiye uğramıştı. Üstelik bir içinde bir dışında davranarak bence onların da dengesini bozuyordum. Bir taraftan ekranda yanlış bir yerlere bastığım için kendi web sitemde yer alan yazıların hiçbirini bilgisayarımdan göremiyordum. Bir de böyle tatsız teknik bir konuyla uğraşmam gerekiyordu. Bu da o günlerde canımı sıkan başka bir konuydu. Şu anda hala o sorunumu çözemedim. Bilgisayarımdan siteye yeni yazı girişi yapamıyorum. Klavyede on parmak yazabilen biri olarak bu yazıyı cep telefonumda ilkel şartlarla iki parmakla yazıyorum.

Normalde teknolojiyle aram çok iyidir. Çabuk öğrenirim. Matematik kafasına sahip olduğum için sanırım, genelde kendi başıma kurcalayarak işi çözerim. Geçmişte bu şekilde neredeyse bütün grafik programlarını ve 10 parmak yazmayı tek başıma öğrendim. Bir ara yazılım dillerini bile çalıştım ama teknoloji denen şey o kadar hızlı ilerliyor ve bazen o kadar aptal sorunlar çıkartıyor ki, bildiğiniz bir konuda bile acemi kalmak an meselesi oluyor. Galiba şu anda o noktadayım. Yine kendi başıma çözeceğim ama şu an ona odaklanacak enerjim yok. Site yayınında sorun olmadığı için acele de etmiyorum.

Hayatın içinde böyle aksilikler yaşamaya başladığım an aslında durmam gerektiğini hemen anlarım. İşte merdivenlerden düşmeden birkaç gün önce o yüzden farkındaydım bunun ve bana sorulsa çok istememe rağmen Takas Öyküler’in bir parçası olmayı reddederek başlamıştım da durmaya. O yüzden de içimdeki sesin hala bana niye “sakinleşir misin?” diye bağırdığını anlayamamıştım.

Neyse sonuç olarak istediği oldu. Okuyorum. Günlerdir aç kurtlar gibi okuyorum. Bu hafta kargonun getirdiği dört kitap da eklenince neredeyse sekiz kitabı aynı anda okuyorum. Bazen birinden beş sayfa, bir diğerinden altmış sayfa sonra başka birinden birkaç paragraf okuyayım derken bugün kitaplardan bir tanesini bitirdim bile… Ayrıca fiziksel ağrılara okumak gerçekten iyi geliyor. Kesin bilgi. 😊

Normalde zihnim habire konuşurken okumaya kolay odaklanamam. O da biraz durmamı isteyince böyle delice bir okuma sevdasına kapıldım böylece. Bütün bu okumaların Likya Sohbetleri’ne evrileceğinin sinyallerini vermemin de sanırım bir mahsuru olmaz. Hem de yine yazılı… Yani durmuyorum aslında. Bu sadece hayattan çaldığım kısa bir mola. Hatta bu yaz sonuna kadar yapacaklarım birkaç gündür kafamda o kadar net belirdi ki, hiç olmadığım kadar güvenli adımlarla devam edebileceğimi hissediyorum. Tabi başıma bir şey gelmezse. Çünkü tuhaf belki ama koca yaz evde kalacak olma fikri bana iyi geliyor… Üstelik ömrüm boyunca aradığım yuvayı sonunda kendi başıma kurduğumu fark ettim. Dolayısıyla hiç korkmayacak şekilde önümüzdeki yazı, hayallerim için geçirmeye şimdiden kendimi adadım. Sanki bu göreceğim son yazım olacakmış gibi hem de…

Didem Elif

Not: Fotoğrafta kullandığım görseli çok yakın arkadaşım Ebru Kalan yaptı. Korona günlerinde kendi kendine resim yaptığını öğrenince hayatımda ilk kez doğum günüm için ondan hediye olarak benim için bir resim yapmasını istedim. “Şu sıralar duvarlara çerçeve asıyorum. Benim için bir resim yapar mısın? İçinden ne geliyorsa onu yap, beni düşünerek yap ama,” dedim. Onun içinden Küçük Prens yapmak geçmiş. 😊 Tam da yazıyı bitirdiğim an yolladı. Ben de görsel olarak kullanmak istedim. Ebru’ya sonsuz teşekkürlerimle…

Müzik Kutusu 6. Program – Hıdırellez Özel

Didem Elif’in Kaş Radyo için 5 Mayıs 2020’de hazırladığı Müzik Kutusu adlı radyo programının altıncı yayınını aşağıdaki ses dosyalarını tıklayarak, YouTube‘dan paylaştığı müzikleriyle birlikte dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Facebook
Twitter
Instagram