Ev

Dilerseniz Ev adlı bu öyküyü Didem Elif’in sesinden dinleyebilirsiniz.

Bir ev istedim ondan. Öyle içi koltuklarla, masalarla, yataklarla doldurulanlardan değil ama. Hele dört duvar olanından hiç değil. Sıcak olanından, yumuşak olanından. Ekmek gibi taze kokanından istedim.

İlk defa birinden bir şey istedim. Küçük bir şey.

Bana bir ev aldı. Dört duvar olanından. Yepyenisinden. Koltuklarla, masalarla, yataklarla donatılanından. İçine kilim bile koyduk.

Evin yeşillik vadeden bir bahçesi vardı. Begonviller açıp dört bir yanı saracaktı. Limonlar verecekti. Kahkahalarımız yeri göğü inletecekti.

Begonvillerin bazısı açtı, bazısı açmadı. Limon çok az verdi. Bazen topladık, bazen toplamadık. Toprağa elimi bile sürmedim.

Ben bir ev istemedim ki, topraklı bir ev hele hiç istemedim. Ben daha kendim toprağa köklenemedim, ondan öyle bir ev niye isteyeyim?

Bir toprak aldı bu sefer. İçinde ev olan kocaman bir arsaydı. Eski, yıkık-dökük, taştan bir hikayesi vardı. Evi köyün gözbebeği yaptı. Bahçesinde kocaman gövdesi olan bir yaşlı ağaç, göğe kadar uzanmıştı. Rüzgarda uçuşan dikenli yaprakları, her daim üstümüze yağacaktı.

Havada, toprakta, duvarda; dokunmaktan korktuğum şeyler vardı. Küçük şeyler. Evimin içine girmesini istemediğim şeyler. Bazen biraz daha büyüktüler. Akrep gibi, örümcek gibi, uçan hamam böceği gibi böcekler. Onları gördükçe çığlıklarım, yeri göğü inletecekler.

Şimdi ne ağaç kaldı. Ne de ev.

Dün yine bir ev istedim ondan. Başımı sokacak bir ev. Sayfalarında pencereleri olan, başka diyarlara kapıları açılan bir ev. Taptaze bir ekmek gibi kokan, odaları ışık dolan bir ev istedim. Kızımı getirirken, “İlhan Berk’in Ev adlı kitabı olacaktı, onu da getir,” dedim. Ben onun evinin odalarında gezinmeyi çok özledim.

Kızımı getirdi. Kapıdaki kızım neşe içinde; “Anne gözlerini kapat, bak sana sürpriz ne getirdim ben,” dedi. Kızımın arkasından çıkarttığı elinde; plastik oyuncaktan, düğmesine basınca müzik çalan, rengarenk bir ev vardı.

Kızım benim, annesinin bir ev istediğini nasıl da anladı? İnanılmaz bir andı.

Kitap, kızımın çantasının içindeydi. Bir şairin defteri olduğu gibi temize çekilmişti. Bu şekilde birbirine bağlı olan dizeleri okumak güçleşmişti. İstemeden de olsa, bana yanlış baskıyı getirmişti.

Zar zor okuyabildiğim sayfaların içinde, yine de buldum Oda’yı. Bütününü kavrayamasam da içinde anlayabildiğim kelimeler vardı. Nihayet onu okudukça, karanlık odam ışıkla dolacaktı.

Didem Elif

Not 1: Bazı gerçek karakterler hikayelerle yaşatılmalı. İlhan Berk’in “Şeyler Kitabı-Ev” adlı şiir kitabındaki Oda adlı şiirinin anısına…

Not 2: Bu öykü 2019 yılının mart ayında Sen ve Ben Dergisi‘nde yayınlanmıştır. “Kadın Ne İster?” sorusuna, Elif olarak cevabımdır. Diğer kadınların cevapları beni bağlamaz.

Son olarak: Yanıbaşınızdaki sevdiklerinizi “yitirmeden” duyabilmeniz, görebilmeniz, dokunabilmeniz, doya doya öpüp koklayabilmeniz dileğiyle; Pinhani’den Yitirmeden adlı şarkıyı sizin için seçtim. Keyifli dinlemeler…

Müzik Kutusu 2. Program

Didem Elif’in Kaş Radyo için 28 Mart 2020’de hazırladığı Müzik Kutusu adlı radyo programının ikinci yayınını aşağıdaki ses dosyalarını tıklayarak, YouTube‘dan paylaştığı müzikleriyle birlikte dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Aşağıdaki play tuşuna basarak ses dosyasını dinleyebilirsiniz.

Kemerlerinizi Bağlayın, Uçuşa Geçiyoruz

Eve kapanmış bir düzene geçince, hayatın ne kadar yavaşladığı anlatılıyor günlerdir. Sanırım ortada bir tuhaflık var. Bana hiç öyle gelmiyor çünkü. Herkes yavaşlamış gibi algılarken; kendini, gökyüzüne havalanmış bir uçağın içindeymiş gibi hisseden de bir ben değilimdir heralde?

Eskiden hayatı hep, uzak bir şehre yapılan bir otobüs yolculuğuna benzetirdim. Ömrün sonuna geldiğimizde sadece molalarını hatırladığımız bir otobüs yolculuğuna. Yavaş yavaş ilerlerken, anlamadan bitivermiş hayat ve bir bakmışsın, geriye sadece anlar kalmış. Ah keşke daha çok biriktirseydim dediğin anlar…

Yavaşlık üzerine, 1995 yılından beri, yani yazar Milan Kundera ile ilk tanıştığım andan beri düşünürüm. İyi ki hayat beni onunla buluşturmuş dediğim sayılı yazarlardandır. Yavaşlık adlı kitabı ise körler için sesli okuma kaydı yaptığım ilk kitap.

Hem bu konuya çok kafa yorduğum için, hem de evde kendi kendime kalma meselesi genel olarak benim yeryüzündeki en sevdiğim şey olduğu – hatta çoğu zaman yaşam biçimim olduğu – için bence yavaşlamanın aksine hızlandık. Biz şu an mecburen evlerimizde duruyoruz belki ama içinde yaşadığımız yeryüzü hızlı bir biçimde yükselişe geçti. Tıpkı gökyüzüne havalanmış bir uçak gibi.

Aslında epeyce bir süredir hayatın hızlandığını düşünüyordum. Bu sebeple nasıl bir hayat yaşarsak yaşayalım; yorgun, yaşlı ve bitkin hissediyorduk kendimizi. Genci, yaşlısı, şehirlisi, köylüsü, zengini, fakiri; herkes benzer bir duygudaydı bence. Yaşam şeklimizin böyle hissetmemde etkisi büyüktü belki ama garip bir şekilde acaba yaş almakla ilgili bir şey mi diye de merak etmekten kendimi alamıyordum. Şubat ayında yaptığım İstanbul seyahatimde, annemlerden yengemlere kadar ailemde konuşma fırsatı bulduğum herkese, benim yaşımdayken nasıl hissettiklerini sordum.

Sonuçta toplumun geçirdiği farklı sorunları görmüş insanlardı. Gençliğin ne olduğunu da, kırklı yaşların ne olduğunu da biliyorlardı. Kime sorsam aldığım cevap benzerdi, o zamanlar böyle hissetmemişlerdi.

Aslında sanırım uzunca bir süredir hareket haline geçmiş bir uçağın içindeymişiz. Bunu şimdi fark ediyorum. Daha havalanmamışsa da tekerleklerinin üzerinde hareket etmeye başlamış bir uçağın içinde, ne yapacağını bilemez halde kendimize iyi bir yer bulmaya çalışıyormuşuz meğer. İşte şimdi o uçak artık havalandı ve bizi can güvenliğimiz için oturmaya davet ediyor. Bu yaklaşımım tuhaf gelebilir belki ama yaşadıklarımızı böyle algılıyorum.

Tekamüle inanırım. Nedendir bilmem, oldum olası en çok inandığım şeydir. İçinde olduğumuz tablo ne kadar kötü görünse de, bence insanoğlu bambaşka bir çağa doğru yola çıktı. Yaşam denilen yüce mekanizma kendini yeniliyor. Kimin uçağı güvenle yere iner hiçbir fikrim yok ama şakaya gelmez bir yolculuk artık bizimkisi. Üstelik dünyada zaten yıllardır alarm halinde olan su kaynaklarımızı, haklı gerekçelerimizin olduğu şu günlerde yaşamda kalmak adına hunharca tüketiyoruz. 20 saniye kuralına uyarken kaçımız musluğu kapatıyoruz ki? Sadece bir haftada tek başıma arttırdığım su tüketimini tüm dünya vatandaşlarıyla çarpıyorum da, matematik bilgimin aklıma zarar vereceği bir hesap çıkıyor.

Yani bazılarımız bu virüs uçuşunu atlatacak da olsa, bu kafayla gittiğimiz sürece hızla dünyanın karşımıza çıkaracağı bir başka sorunla yüzleşmek zorunda kalacağız. Felaket tellallığı yapmak değil niyetim. Zaten şu anki uçuşumuz boyunca kemerlerimizi takıp sakin kalarak, görevlerini yapması gerekenlere yardımcı olmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok. Kaptan olmayı öğrenemedik, bari iyi bir yolcu olmayı bilelim.

Didem Elif

Sevgilerimle…

Özlemek

Venüs – Hayat çok ironik Mars.

Mars – İronik olan nedir hayatım? Neden böyle söyledin şimdi?

Venüs – En sevdiğim aşk kitabı Kolera Günleri’nde Aşk‘tır. Gabriel Garcia Marquez‘in yazdığı bu kitap, benim hayatım boyunca en sevdiğim aşk kitabı oldu. Aşka dair bir sürü güzel kitap okudum elbette ama Kolera Günleri’nde Aşk ilk okuduğumda bana çok başka gelmişti. Duygusunu hiç unutmuyorum. Aslında sana o kitabı çok sevdiğimi daha önce anlatmıştım. Hatta tıpkı şimdi yaptığımız gibi yatağın üstünde oturmuş sohbet ediyorduk. Niye anlattığımı, konunun nereden açıldığını hatırlamıyorum ama anlattığımdan eminim. Sen her zamanki gibi hatırlamıyorsundur tabi… Yine “Sen de amma detaylar hatırlıyorsun Venüs,” diyeceksin değil mi?

Mars – Hayır Venüs demeyeceğim. Belki inanmayacaksın ama hatırlıyorum. O kadar hissederek anlatıyordun ki, sen konuşurken seni etkileyen şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmıştım.

Venüs – Sahi mi? Gerçekten hatırlıyor musun? Bu doğru mu? Üstünden onca yıl geçmiş olmasına rağmen, benim için o an sanki dün gibi biliyor musun? Bak sen yatağın tam şurasında oturuyordun, ben de burasında.

Mars – :))) O kadarını hatırlamıyorum Venüs. Lütfen abartma. :)))

Venüs – :))) Biliyor musun mimiklerine bayılıyorum. Öyle tatlısın ki. Koca adamsın ama konuşmalarındaki ifadelerinle bazen küçücük bir çocuk gibi oluyorsun. Ben en iyisi yataktan kalkıp biraz ayakta odada dolaşayım yoksa dayanamayıp sana şimdi sımsıkı sarılacağım.

Mars – Ahhh… Sana dokunamıyor olmak ne kötü Venüs. Yanımdasın ama birbirimize sarılamıyoruz. Haksızlık bu. Elif sanki neden bizim birbirimize dokunmamızı istemiyor ki? Hem biz öykü karakteri değil miyiz? Tüm dünyayı tehlike altına alan şu virüsten bize ne? Bulaşıcı bir virüsün bizim hikayemize girmesi bence çok saçma. Hani cennetteydik. Cennette virüs mü olur? Ayrıca Japonya’nın neresi cennet Allah aşkına. Ne zamandır söyleyeceğim içimde tutuyorum. Takmış efendim neymiş Fuji Dağı’nı görüyormuşuz. Bizdeki bu kısmetle 1708 yılından beri aktif olmayan bu yanardağ yakında patlar ben sana söyleyeyim.

Venüs – Hahaha. Bak buna ben de şaşırmam Mars. Olur mu olur… 🙂 Yalnız Elif’e niye kızıyorsun ki sen şimdi? Bulunduğumuz yerin adını Cennet koyduysa da sonuçta o bir Tanrı değil ki canım. Onun hayatının içinde bir gerçek var ve ister istemez onun öykü karakterleri olduğumuz için biz de o gerçeği farklı bir boyutta yaşıyoruz. Hepsi bu.

Mars – Olsun istese bu konuyu bize hiç bulaştırmayabilirdi. Sonuçta o kurgulamıyor mu yazdıklarını?

Venüs – Tamam o kurguluyor. Bu aşk hikayesini hayalinden yazıyor elbette. Yine de kendi içinde olduğu durumu göz ardı edemez ya Mars. Yoksa inan bana en çok o istemezdi böyle olsun. Seninle benim bolca sarıldığımız, öpüştüğümüz hatta doya doya seviştiğimiz diyaloglar yazmak isterdi. Emin ol buna. Her ne yaşarsa yaşasın sevgi dolu güzel bir ilişkinin var olabileceğine sonuna kadar inanmak ve kendince bunu anlatmak istiyor ama işte yaşadığı hayat onu çok zorluyor. O ne yapsın? Bizim üzerimizden kolonya esprisi yapmadığına şükret valla.

Mars – E ne zaman sarılabileceğiz peki? Seninle kucak kucağa olmayı öyle çok özledim ki. Hep böyle mi olacak yoksa? Bir daha hiç dokunamayacak mıyım o güzel tenine?

Venüs – Hiç bilmiyorum Mars. İkimizle ilgili neler olacağına dair inan hiçbir fikrim yok. Elbette ben de seninle özgür bir biçimde birlikte olmayı çok özledim ama şu anda yanımda olduğuna şükretmekten, senin iyi olduğunu bilmekle yetinmekten başka çarem yok.

Mars – Venüsüm benim. Sen benim canımsın. Yalnız bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak biliyorsun değil mi? Bu virüs olayını atlatsak bile alıştığımızın çok ötesinde bir dünya bekliyor bizi. Bütün bunlarla baş edebilecek miyiz? Her şeye sıfırdan başlamamız gerekebilir.

Venüs – Şimdi böyle mi diyorsun? Japonya’yı beğenmeyip, habire yeniden başlayalım dediğini unuttun galiba. Al işte sonunda senin istediğin gibi oldu.

Mars – Canım ben böyle mi olsun dedim? Sanki her dediğimi anında yapıyor da Elif. Seninki de laf.

Venüs – Bir şey isterken dikkatli olmak lazım yine de. Ayy bak yoldan ne kadar güzel bir araba geçiyor Mars. Aman Allahım ne kadar da tatlı. Ama ben onu yerim.

Mars – Hani hangisi?

Venüs – Sen yataktan kalkıp cam kenarına gelene kadar gitti maalesef. Tüh, göremedin kaçırdın.

Mars – Markası neydi?

Venüs – Bilmem. Ben anlamam ki araba markasından ama içinde birbirini çok seven bir çift vardı. O kadar belli oluyordu ki.

Mars – Peki nasıl bir şeydi? Modelinin nesini sevdin bu kadar? Yok onu yerimler filan. Bari biraz tarif etsen. O kadar ayağa kalktım sırf göreyim diye Venüs…

Venüs – Hmm… Nasıl anlatayım bilemedim. Güzeldi işte. Şeyi güzeldi. Şeyiiii… Buldum! Rengi… Rengi güzeldi.

Mars – :))) Allahım Venüs valla şaka gibisin.

Venüs – Ahh hatta bak, tam da şu an üstünde giydiğin tişörtün ile aynı renkteydi. Ne kadar tesadüf görüyor musun sen şu işi? İlk gördüğümde de bayılmıştım zaten bu tişörte ben.

Mars – Beğenmiş miydin gerçekten? Ama hiç tepki vermemiştin.

Venüs – Beğenmek mi? Dalga mı geçiyorsun? Nasıl beğenmem? Öyle güzel bir deseni var ki, baksana şuna tam benlik. Ayrıca bunu daha önce söylememiş olmam çok ilginç, atlamış olmalıyım çünkü sana çok yakıştırmıştım.

Mars – Git yanımdan Venüs. Git yoksa şimdi elimden bir kaza çıkacak.

Venüs – Niye kızdın ki şimdi?

Mars – Böyle güzel şeyler söylediğin zamanlarda seni resmen içime sokmak istiyorum ama sana dokunamıyorum ve bu beni gerçekten delirtiyor. Sarılsam ya doya doya ne olacak ki sanki?

Venüs – Olmaz. Lütfen Mars. Sana virüs bulaştırmak istemiyorum.

Mars – Olsun bulaşmaz belki.

Venüs – Neden böyle yapıyorsun? Daha önce de konuştuk. Bu öyle bir virüs ki eğer birlikte olursak sana da bulaşır. Bu yüzden birbirimizle temas etmememiz lazım.

Mars – Madem sende virüs var bende de olsun o zaman Venüs. Razıyım ben.

Venüs – Öyle deme hayatım. Kabul edemem. Bile bile sana bunu yapamam. İnan benim için her şeyden daha zor ama inanıyorum bir şekilde her şey yoluna girecek. Umudumuzu asla yitirmeyelim. Hem sana ironik bir şey daha söyleyeceğim. En sevdiğim diğer bir kitap da Körlük. Zekasına ve anlatım gücüne hayran olduğum yazar Jose Saramago‘nun kitabı. Bu kitapta körlük durup dururken bulaşıcı bir salgın hastalık olarak kısa bir süre içinde tüm dünyaya yayılıyordu. Toplumdaki ahlak kavramının içinin ne kadar boş olduğunu anlatan şahane bir kitaptı. Kolera Günleri’nde Aşk gibi onun da filmini yaptılar. Yine de kitapların verdiği duygu bambaşka oluyor. Her iki film de güzeldi ama kitaplarının yerini tutmaz bence. Körlük kitabında sonradan her şey düzeliyordu. Bizim dünyamızda da düzelecek eminim. Her şey yoluna girene kadar biz mümkün olduğunca dikkatli olalım yeter. Unutma, sen bana lazımsın Mars.

Mars – Elimden geleni yapıyorum hayatım.

Venüs – Hadi asma artık suratını. Bak en azından evimizde birlikteyiz. Birbirimize dokunmadığımız sürece sana bulaşmayacak. Buna da şükür. İki ayrı evde kalmak zorunda da olabilirdik. Birbirimizi hiç bir şekilde göremeseydik ne kadar felaket olurdu bir düşünsene.

Mars – Sen böyle söyleyince Yeryüzündeki Son Aşk filmini hatırladım birden.

Venüs – Ahh evet ne acayip bir filmdi. Film olarak çok beğenmiştim ama korkunç bir senaryoydu aslında. Tam da dünyanın şimdiki hali ile ne kadar ilintili konusu. Bak şimdi filmi hatırlayınca, hayat bana daha da ironik geldi Mars.

Mars – Neden?

Venüs – Filmin orjinal adı Perfect Sense idi yani Mükemmel Duyu. İki insanın aşkla birbirine dokunmasının ne kadar müthiş bir duygu olduğunu, bulaşıcı bir salgın hastalık ile vurucu bir şekilde anlatıyordu. O kadar etkilenmiştim ki filmin son sahnesinde çok ağlamıştım. O zaman seninle daha dünyada buluşmamıştık. Bir yıldız olduğumuz zamanlarda sana olan aşkımı hatırlamış, kavuşamayıp düştüğüm anı düşünerek hüzne boğulmuştum.

Mars – Sen de konusunda salgın hastalık olan kitaplara, filmlere ne kadar derinden empati yapmışsın. Hakikaten çok ironikmiş Venüs.

Venüs – Evet gerçekten çok acayip. Bundan böyle umalım da şansımız senin sevdiğin kitaplardan, filmlerden yana olsun Mars. :))) Şaka bir yana bırakalım artık bunları. Bu konulardan içim şişti valla. Hadi gel seninle beraber güzel bir şeyler izleyelim.

Mars – Evet haklısın hadi öyle yapalım. Aaa dur, ne izleyeceğimizi biliyorum.

Venüs – Nedir?

Mars – Bekle, hemen açacağım. Birazdan görürsün.

Venüs – 🙂 Mars?

Mars – Efendim canım?

Venüs – Seni seviyorum. Bu hikayenin sonu ne olursa olsun bunu hiç unutma olur mu?

Mars – Ben de seni seviyorum Venüs. Bizi ne olursa olsun hatırlayacağımdan hiç kuşkun olmasın.

Didem Elif

Not: Televizyon seyretmeyi, hele saatlerce karşısında oturmayı kendimi bildim bileli sevmedim. Hatta evde yalnızsam, televizyonu açmak aklımın ucundan bile geçmez. Yalnız eskiden; bir şekilde bir programı izleyip sevmişsem, onun gününü – saatini bilirdim ve eğer evdeysem mutlaka yakalamak isterdim. Sonuçta zamanını kaçırdığımızda sonradan izleme şansımız olmayan yıllardan bahsediyorum. İşte Bir Demet Tiyatro yıllar önce müptelası olduğum televizyon programlarından biriydi. O yüzden bu hikayeyi yazmadan hemen önce; tesadüfen karşıma çıkan, aşağıdaki videonun başında yer alan Bir Demet Tiyatro parodisine bayıldım. Belki geçmiş yılları benim gibi sevgiyle, gülümseyerek ve belki biraz da hüzünlenerek yad etmek isteyen olursa diye de sizinle paylaşmak istedim.

Her zamanki gibi edebiyatla kalın diyeceğim ama siz en iyisi sanatın en sevdiğiniz dalıyla kalın… Hangisi size kendinizi iyi hissettiriyorsa hayatınızda ona bolca yer verin.

Sevgilerimle.

Güzel Adam

Venüs – Bugün de amma eğlendik Mars. 😄

Mars – Evet sorma çok fazla güldük, aman sonra ağlamayalım valla Venüs.

Venüs – Niye ağlayalım ki canım? Çağırma şimdi sen de durduk yere. Şurda ne güzel neşe içindeyiz. 😉

Venüs – Biz birlikte olduğumuzda ne çok eğleniyoruz farkında mısın? En çok da sen.

Mars – :))) Ne güzel işte.

Venüs – Gerçekten de eğlenmek ne güzel şey. Hele seni güldürmek beni öyle mutlu ediyor ki. Tahmin edemezsin.

Mars – Canım benim. 😍

Venüs – Bir elime geçirsem seni var ya, sana yapacaklarımı biliyorum ben.

Mars – 😮 Efendim Venüs? Bana mı dedin?

Venüs – Ay yok şu örümceğe diyordum. Baksana gene ağ örmüş şu köşeye. Örüp örüp ortadan kayboluyor. Bir bulsam mahvedeceğim onu.

Mars – 😄 Ben de ne diyor diyorum. Ne güzel gülmekten bahsederken… Çok alemsin. 🙂

Venüs – Ama haksız mıyım? Şu hale bak.

Mars – Esas önce ben yakalasam keşke. Çok güzel planlarım var. Sahi sen yakalayınca ne yapacaksın Venüs? Öldürmeyeceksin onu değil mi?

Venüs – Yok, “Akşam yemeğine kal, beraber yemek yiyelim,” diyeceğim.  Tabi ki öldüreceğim Mars. Başka ne olabilir ki? Peki önce sen yakalarsan planların neymiş bakalım?

Mars – Büyüteç tutarak ağ örmesini izleyeceğim.

Venüs – Şaka yapıyor olmalısın.

Mars – Hayır şaka yapmıyorum. Daha önce videosunu izlemiştim. Çok büyüleyiciydi. Canlı görmeyi çok istiyorum. Aslında sen de izlesen benimle birlikte eminim örümceklerle ilgili fikrin değişir Venüs. Onlar tam bir geometri ustası.

Venüs – Geometri ustası mı? Örümcekler? Ne alaka?

Mars – Örümcekler kendi vücudundan çıkan ipek ile, sanki kusursuz bir dantel işler gibi ağlar oluşturuyorlar. Üstelik resmen geometrik bir düzen içinde yapıyorlar bunu. Mucize gibi bir şey Venüs.

Venüs – Bu sevimsiz ağların geometrik bir şekli mi var?

Mars – Tabi ki. Onların ördükleri ağı çizebilmek için bile, üç boyutlu düşünebilme yeteneği gerekir. Örümcekler hiç ölçmeden sanki bir mühendis gibi dünyanın en sağlam ağını üretiyorlar. Üstelik ağlarını örerken hiç hata yapmıyorlar düşünsene. Bir örümcek ağı bir sürü çokgenden oluşuyor. Muhteşem bir tasarım bence.

Venüs – Allah Allah örümcek ağları hakkında hiç böyle düşünmemiştim. Peki neden ağ örüyorlar?

Mars – Birkaç nedeni var. Bunlardan biri avlanmak. Yani onların da tüm canlı varlıklar gibi yaşamlarını sürdürmek için beslenme ihtiyacını gidermeleri gerekiyor. Bu ağlara takılan sineklerle ve böceklerle ihtiyaçlarını giderebiliyorlar. Onun dışında yumurtalarını bırakabilecekleri en güvenli yer yine ağları onlar için. Böylece hem kendilerini hem yumurtalarını dış tehlikelere karşı koruyabiliyorlar. Tabi evin içinde senin gibi bir Venüs varken bu pek mümkün olmayabiliyor. 🙂 Ava giderken avlanıyor zavallıcıklar. :))

Venüs – Ay kendimi çok kötü hissettim şimdi. Şu az önce parçalayıp yok ettiğim ağdan bu şekilde bahsettiğimize inanamıyorum. Çünkü bence pis duruyor. Açıkçası ben evimde örümcek ağı görmekten hiç hoşlanmıyorum. Sanki o alan temiz değil duygusu veriyor. Senin ağlara bu kadar hayran olmana şaşırdım doğrusu.

Mars – Evimizin içinde ağ olması hoş değil elbette. Yine de bunun için illa örümcekleri öldürmemiz gerekmiyor. Onları güven içinde başka alana taşıyıp ağlarını evin dışında bir yerde örmelerine destek olabiliriz.

Venüs – Haklısın. Yalnız bunu nasıl yapacağız? Ben hayatta bir örümceğe elleyemem.

Mars – Kavanoz yardımıyla. Örümceği gördüğün anda boş bir kavanozu üzerine kapatıp, onun kavanozun içine yürümesini sağlayabilirsin Venüs. Sonra kavanozun kapağını kapatıp, balkona ya da bahçeye bırakabilirsin. Kavanozun kapağını açık bir şekilde bıraktığında, o kendi istediği zaman çıkacaktır içinden ve doğada kendine güvenli yeni bir yer bulacaktır.

Venüs – Doğru söylüyorsun.

Mars – Böyle düşünmene sevindim.

Venüs – Bundan böyle elimden geleni yapacağım. Yalnız yine de benden önce görürsen büyüteçle alıp izlemek yerine lütfen bana söylediğini önce sen yap olur mu hayatım? Çok izlemek istiyorsan gene videosunu izle bence. Hatta bul da o videoyu birlikte izleyelim Mars. Çok merak ettim senin şu geometri ustasının işini nasıl yaptığını.

Mars – Tamam anlaştık. Sen otur şöyle yamacıma, ben hemen sana youtube’tan videosunu açıyorum. Ama önce o güzel yanaklarından bir bal alabilir miyim Venüsüm? Ne demişler; arııııı vız vız vız… :)))

Venüs – :)))

Didem Elif

Not 1: Bir kaç hafta önce sosyal medyada örümcek ağı üzerine izlediğim bir video bu öyküye ilham verdi. Eminim örümcek ağı mucizesini anlatan çok daha etkileyici videolar vardır. Ben yine de bana ilham veren videonun linkini paylaşmak istedim. Merak edenler izleyebilir. En az benim kadar samimi, doğal ve sıcak bulacağınıza eminim.

https://www.youtube.com/watch?v=kcqZ4Y1FXr8

Not 2: Sadece kadınlar değil, yaşama emek veren tüm canlılar sırf var olduğu için hak ettiği gerçek değeri gördüğünde, yeryüzünün cennet gibi bir yer olacağına inanıyorum…

Not 3: Mars ve Venüs olmak, birlikte büyümeyi gerektirir. Birlikte büyüyemezseniz, birlikte yürüyemezsiniz. O yüzden 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, “güzel adamlar” için yazmak istedim. Çünkü kadının kendi varlığının sorumluluğunu gerçek anlamda eline aldığında, onun yaşam yolculuğuna sevgi ve saygıyla eşlik edecek güzel adamlar olduğuna hala inanıyorum… Hala…

Edebiyatla kalın

Sevgilerimle

Aşk Durmaz

Mars – Neredesin Venüs?

Venüs – Geldim geldim buradayım.

Mars – Yürürken yanımda seni göremeyince yine düştün sandım. Düz yolda yürürken bile düşüyorsun malum.

Venüs – Yok yok düşmedim. Sadece biraz durdum.

Mars – Niye durdun hayatım?

Venüs – Yerde bu taşı buldum Mars. Onu inceliyordum. Baksana ne kadar güzel.

Mars – Sen şimdi gerçekten bir taş için mi durdun Venüs?

Venüs – Öyle deme Mars. Şunun formuna bir bak, görünce eminim sen de bayılacaksın.

Mars – Ne varmış formunda? Taş işte.

Venüs – Görmüyor musun? Resmen kalp şeklinde. Bugün çok şanslı günümde olmalıyım. ❤️

Mars – 😊

Venüs – Yalan mı ama Mars? Kalbe benzemiyor mu?

Mars – Yaniii, çok zorlarsan, evet biraz benziyor. 😊

Venüs – Aaa basbayağı kalp Mars. Sadece birazcık yamuk bir kalp ama olsun, kalp kalptir neticede. 😉

Mars – Tamam tamam öyle olsun. Yalnız yerdeki taşlara bakmayı bıraksan da yanımda yürüsen nasıl olur? Her zaman başına geldiği gibi bir taşa takılıp düşeceksin diye korkuyorum. Artık durmasak ve önümüze bakarak ilerlesek aşkım.

Venüs – Evet doğru çok düşerim ama uzun zamandır düşmüyorum bana haksızlık ediyorsun bence.

Mars – Doğru söylüyorsun aslında. Neyse geç kalmadan yetişelim istiyorum, o yüzden rica ediyorum daha fazla durma lütfen Venüs. Ben sana başka zaman çok güzel taşlar bulacağım söz.

Venüs – Peki hayatım ama bizim nereye gittiğimizi ne zaman söyleyeceksin?

Mars – Söyledim ya sürpriz. Bakalım görünce sevinecek misin?

Venüs – Biliyorsun sürprizlere bayılırım. İyice merak etmeye başladım.

Mars – Az kaldı. Aslında seni buraya arabayla da getirebilirdim. O zaman daha çabuk gelirdik tabi ama ben yürümek istedim. Ellerinin yumuşaklığını hissetmeye bayılıyorum. Seninle el ele yürümek o kadar hoşuma gidiyor ki. Umarım çok yorulmadın.

Venüs – Biraz yoruldum ama hiç şikayetçi değilim. Hem ne iyi oldu işte. Yürüyüşümüz sayesinde kalp şeklindeki bu taşı buldum. 😍

Mars – 🙈 Senin için şekiller niye bu kadar önemli Venüs? Yani kalp şeklinde olunca ne oluyor ki sanki anlamıyorum.

Venüs – Kalp, aşk demek Mars.

Mars – Tamam onu anladık da, çok klişe değil mi? Sen seviyorsun biliyorum ama bana çok anlamsız geliyor. Hem kalbin gerçekte şekli böyle değil ki?

Venüs – Elbette değil çünkü tekrar ediyorum bu şekil aşkın, sevginin simgesi. Vücuda kan pompalayan her kalbin aşk ve sevgi dolu olduğunu söyleyemeyiz değil mi? Ayrıca günümüze kadar gelen bu kalp sembolü çok eskilere dayanıyor. Taa Antik Roma döneminde madeni paranın üzerine bile basmışlar Mars.

Mars – Ciddi olamazsın.

Venüs – Çok ciddiyim.

Mars – Neden öyle bir şey yapmışlar ki?

Venüs – Silphium bitkisi meyvesinden ilham almışlar. Bu bitkinin tohumları kırmızı kalp şeklindeymiş.

Mars – Bunun aşkla ne alakası var peki?

Venüs – Erkeklerde çok güçlü biçimde afrodiziyak etkisi yaratıyormuş. Kadınlarda da doğum kontrol hapı işlevi görüyormuş. Dolayısıyla sevenler özgürce sevişebiliyorlarmış. Erotik sevgiyi çağrıştırdığı için bu sembol o zamanlar çok değerliymiş. Ayrıca bu bitkiyi yiyen erkeklerde şey sorunu olmuyormuş. Gel bunu kulağına söyleyeyim. 😉

Mars – Bak sen şu işe. Hmm. Konu ilginç bir hal aldı gözümde şimdi. 😊 Sen şu taşı versene bana bir daha bakayım.

Venüs – Yalnız şunu da belirtmeliyim Mars, elbette ki bu kalp sembolünün sana olan aşkımı ifade etmesi imkansız. O kadar yetersiz kalır ki…

Mars – Venüsss… Canım benim. Sen benim birtanemsin. 😍

Venüs – 😍

Venüs ve Mars yolun ortasında durup, sevgi içinde birbirlerine sarılırlar.

Mars – Hah işte sonunda geldik.

Venüs – Ooo. Burası ne kadar kalabalık böyle. İnanmıyorum Mars. Yoksa sen beni bir konsere mi getirdin?

Mars – Evet! Tam üstüne bastın. Seni Japonya’daki Barış Manço konserine getirdim Venüs.

Venüs – Yok artık. Öyle bir şey mümkün değil ki, biliyorsun Barış Manço şu anda yaşamıyor.

Mars – Kim demiş yaşamıyor. Hem biz zamanda yolculuk yapıp geçmişe geldik ki.

Venüs – Marscım seni kırmak istemiyorum ama daha henüz zamanda yolculuk yapılamıyor hayatım. Konser biletini sana kim sattıysa seni çok fena kandırmış.

Mars – Allah Allah Venüs. Hayret bir şeysin. Gökyüzünden kayan bir yıldız olduğuna inanıyorsun da, zamanda yolculuk yapabileceğine neden inanmıyorsun?

Venüs – Hahaha. Seni çok Nasrettin Hoca gördüm Mars. 🙂

Mars – 🙂

Ve efsane konser başlar…

Venüs – Aaa inanmıyorum, haklıymışsın Mars. Gerçekten Barış Manço çıktı. Ama bu nasıl oldu ki? Bütün bunları organize ettiğine inanamıyorum. Sen delisin.

Mars – Hani hep zamanda yolculuk yapmak istersin ya Venüs, seni buraya getirirsem çok mutlu olursun diye düşündüm. Hem sana olan sevdamı daha iyi kim anlatabilirdi ki?

Venüs – Marssss aşkımmm… ❤️❤️❤️

Mars – ❤️❤️❤️

Didem Elif

Not 1: Bazı gerçek karakterler öykülerle yaşatılmalı. 7’den 70’e kadın, erkek, çocuk demeden; hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun onu tanıyan herkesin yüreğinde sevgi tohumları ekmiş Barış Manço’yu tüm kalbimle anıyorum. Dilerim varlığı daha nice yaşasın. ❤️

Not 2: Öyküye verdiğim Aşk Durmaz ismi, Yüksek Sadakat grubunun Aşk Durdukça şarkısını dinlerken aklıma geldi. Onlar her ne kadar 90’lı yıllarda kurulmuş bir müzik grubu olsa da, şarkıları 2000’li yıllarda albümleştiği için, -hep beraber zamanda yolculuk yapalım diye- bu öykünün sonunda kullanmak istemedim. 😉 Hem Japonya’da konser denince, sizin de aklınıza ilk olarak Barış Manço gelmiyor mu? Eğer öyleyse, ne derim ben hep? Kalp kalp kalp… 😊 Eğer öyle değilse de aşağıdaki videonun kalbinize çok iyi geleceğini düşünüyorum.

Edebiyatla ve müzikle kalın,

Sevgilerimle…

Tepe

Venüs – Aa Mars resim yaptığını ilk kez görüyorum.

Mars – Aslında resim yapmıyordum. Camdan bakarken Fuji Dağı’nın ne kadar efsanevi formu olduğunu düşünüyordum. Birdenbire bu formu kağıda aktarma duygusu kapladı içimi.

Venüs – Evet ama yaptığın bire bir dağın formu sayılmaz. Sen burada bir sürü üçgen çizmişsin.

Mars – Yedi tane çizdim.

Venüs – Evrenimizdeki yedi gezegen gibi mi yani?

Mars – Sekiz.

Venüs – Nasıl anlamadım?

Mars – Evrenimizde sekiz gezegen var hayatım. Hatta astrolojik anlamda ay ve güneşi de içine katarsan on. Gerçi daha çok gezegen var ama neyse kafanı iyice karıştırmayayım.

Venüs – Tüh yanlış mı söyledim yani? Zaten ben gezegenlerden ne anlarım? Niye onlarla anlatmaya çalıştıysam? Doğrusunu istersen isimlerini say desen sayamam. 🙈 Beni düzelttiğin için teşekkür ederim. O zaman cümlemi değiştirip şöyle tekrar sorayım. İstanbul’un yedi tepesi gibi mi yani?

Mars – Tam üstüne bastın Venüs. İstanbul’un yedi tepesi gibi. Ne tesadüf ben de tam İstanbul’un ne kadar özel bir yer olduğunu düşünüyordum. Yedi tepe üzerine kurulmuş efsane bir şehir.

Venüs – Ahh ama sen İstanbul’u özlemişsin.

Mars – Evet gerçekten çok özledim. Keşke Elif bizi de yanında götürseydi.

Venüs – Bazen her şey istediğimiz gibi olmuyor malesef. Napalım? Bizim hayatımız da böyle. Çok uzakta da olsak, seninle burada olmayı seviyorum. Yalnız İstanbul’u ben de çok özledim. Gerçekten öylesine özel bir şehir ki.

Mars – Düşünsene İstanbul bir zamanlar dünyanın merkeziymiş. Her gün yüzlerce kişi bunu bilmeden Million Taşı‘nın önünden sıradan bir şeyin önünden geçer gibi geçiyor. Oysa Greenwich’ten önce ölçümlerde tüm dünyada merkez olarak kabul görmüş bir yer.

Venüs – Doğru. Yine de insan bilmese de o bölgenin enerjisinde bir başkalık olduğunu hissediyor.

Mars – Evet ama artık insanlar hislerine yoğunlaşmaktan o kadar uzaklaşmışlar ki. Anlamsız bir koşturmaca içinde oradan oraya savrulup duruyorlar. Oysa enerji ne kadar da önemli. Resmen karşımızda sabit duran şu Fuji dağının bile bir enerjisi var. Tepesine hala çıkamadığımız halde buradan bakarken bile hissedebiliyorum.

Venüs – Havalar güzelleşsin çıkarız Mars. Sana daha önce de dedim hava şartları yürümek için çok da elverişli değil. Hem benim şu sıralar hiç evden çıkasım yok.

Mars – Sahi sen son günlerde niye bu kadar yorgunsun Venüs?

Venüs – Bilmiyorum ki. Enerjim çok düşük.

Mars – Hmm. O zaman senin enerjini yükseltecek bir şeyler yapalım hemen.

Venüs – Ne gibi?

Mars – Gel bak odada sana ne göstereceğim?

Venüs – Gene aklından neler geçiyor Mars?

Mars – Sana hediye almıştım onu verecektim. Sen ne sanmıştın ki?

Venüs – Nee? Hediye mi? Sevgililer Gününü unutmayacağını biliyordum.

Mars – Aa bugün Sevgililer Günü mü? Ben şey… Aslına bakarsan Venüs ben hiç onu hesaba katmamıştım. En sevdiğin renkte olduğu için, bu elbiseyi görür görmez sen geldin aklıma. Sevinirsin diye hemen aldım. Gerçi bak şimdiden bile nasıl da canlandın. Hadi bir an önce üstüne giy de seninle dışarı çıkıp bir şeyler içelim. Eminim kendini daha da iyi hissedeceksin. Enerjini değiştirmek için önce fizyolojini değiştirmek sana çok iyi gelecek.

Venüs hemen Mars’ın ona aldığı elbiseyi giyer. Çok ama çok mutludur fakat aynada kendini bir türlü beğenmez. Hazır olmasına rağmen Mars’ın yanına gidemez.

Mars – Hadi Venüs. Nerede kaldın? Bitmedi mi işin? Gelsene artık yanıma.

Venüs – Olmaz gelemem.

Mars – Neden? Yoksa elbise sana olmadı mı?

Venüs – Hayır oldu da…

Mars – Elbiseyi mi beğenmedin?

Venüs – Hayır elbise gerçekten çok güzel ama bana hiç yakışmadı sanki. Kendimi hiç beğenmedim.

Mars – Gel bir de ben bakayım.

Venüs – Işıkları kapatırsan gelirim.

Mars – Ne saçmalıyorsun Venüs?

Venüs – Bu halimle beni beğenmezsen diye çok korkuyorum. Öyle kilo aldım ki hiç güzel görünmüyorum. Acaba başka rengi var mıydı elbisenin? Sarı diye mi yakışmadı acaba? Siyah olsa daha zayıf gösterirdi belki.

Mars – Ama sen sarı seviyorsun diye bu modeli seçtim. Bir görsem de kararı ben versem aşkım.

Venüs – Yok valla çıkamam bu şekilde karşına.

Mars – Hoppala. Ben sen kendini daha iyi hissedersin sanmıştım. Şu halimize bak ama.

Venüs – Seni bu kadar yorduğum için gerçekten özür dilerim Mars.

Mars – Tamam madem daha rahat edeceksin. Işıkları kapattım. Gel yanıma hadi.

Venüs – Yok, yok kapatmana gerek kalmadı. Çıkarttım bile elbiseyi. Bence biz direkt bunun siyahını almalıyız hayatım.

Mars – 🙂

Venüs – Niye gülüyorsun?

Mars – Elbisenin sarı dışında sadece beyaz rengi vardı da ona gülüyorum. Zaten sana aldığım bir şeyi de bir gün beğensen dişimi kıracağım Venüs.

Venüs – Olsun inan beni çok mutlu ettin. Düşünmen yeter hayatım. Gerçekten. Bak kendimi beğenmedim filan ama keyfim biraz yerine geldi. Enerjim birden yükseldi.

Mars – Sahi mi? Ben de daha kötü hissettin sanmıştım.

Venüs – Yok yok. Tam tersine. Nasıl zayıflayacağım bak gör. Bana aldığın bu elbise öyle güzel duracak ki üzerimde, görür görmez bayılacaksın.

Mars – Venüsss… Canım benim… Ben sana zaten bayılıyorum ki. Sana olan duygularımın görüntünle ne alakası var? Sanki hiç mi güzel kız görmedik?

Venüs – Ne yani? Çok mu güzel kız gördün?

Mars – :))) Ne yalan söyleyeyim, evet Venüs, tahmin edemeyeceğin kadar çok güzel kız gördüm ama inan bana, benim için sen herkesten başkasın.

Venüs – Marsss…. Canımmm… 😍

Mars – 😍🤗

Didem Elif

Not 1: İstanbul’da Sultanahmet bölgesinde kendimle başbaşa geçirdiğim Sevgililer Günü’nün akşamında, Etiler’de oturan amcamlara gitmem gerekiyordu. Güzergahı bilenlere sorarak gerekli aktarmaları öğrendim ve tren aracılığıyla Haliç’ten Etiler’e geçtim. İlk kez kullandığım bu metro beni Dünya Göz Hastanesi’nin önüne çıkartmıştı. Ne kadar İstanbul’lu olsam da yön duygum çok kötüdür. Hele şimdi İstanbul’da yaşamayınca caddeleri sokakları hepten karıştırıyorum. Yine de Dünya Göz Hastanesi’ni görünce, Nispetiye caddesi tarafına doğru yürümem gerektiğini düşündüm ve o yöne doğru yöneldim. Kısa bir süre sonra karşıma Venüs Pastanesi çıktı. O bölgeyi bilenler eminim Venüs Pastanesi’ni de iyi bilirler. Ben kendimi bildiğimden beri biliyorum çünkü. Venüs Pastanesi, çocukken amcamların evine yaklaştığımızın en güzel işaretiydi benim için. Dolayısıyla pastanenin tabelasını görünce birden aklım karıştı. Yanlış yöne doğru yürüyüdüğümü düşünüp geri dönmeye başladım. Tekrar Dünya Göz Hastanesi’ne gelince hepten kafam gitti. Yardım almak için telefonuma sarıldım ama aradıklarıma bir türlü ulaşamadım. Pastanenin yerinin değişmiş ya da şube açmış olabileceği ihtimali sonradan aklıma geldi. Şüphe içinde Venüs Pastanesi’ni ardımda bırakarak ilk yöneldiğim tarafa doğru caddede yürümeye devam ettim. Allahtan biraz sonra amcamların sokağını gördüm de tekrar geri dönmedim. Yoksa Boğaziçi Üniversitesi’ne kadar gitmem an meselesiydi. Yengemin söylediğine göre yılların Venüs Pastanesi eski yerini kapatmış, kafamın karışması gayet normalmiş. İnsan, bildiğini sandığı bir şey konusunda emin olmak için zihniyle sağlama yapmak istiyor bazen. Eldeki bilgiler tutarlı olmazsa doğru karar vermekte zorlanabiliyor. Başıma gelen yukarıdaki olayı örnek teşkil etmesi için bu yüzden anlattım. Pastanenin adının Venüs olması ise tamamen tesadüf. Ne ilginç bir tesadüf ama değil mi? :)))

Not 2: Sevgililer Günü için özel olarak, John Lennon ve Yoko Ono’nun birlikte yazdığı, Imagine şarkısını seçmek istedim. Ne de olsa onlar benim için yeryüzünde buluşmuş en güzel Mars ve Venüs çiftlerinden biri. Sevgiyle anıyorum… Bu arada Sevgililer Günü’nün geçtiğinin farkındayım. O güne yetiştirememiş değilim. Tarihlerin benim için hiçbir önemi yok. Hiçbir zaman da olmadı. Sonuçta takdir edersiniz ki, benim dünyamda Mars ve Venüs’e her gün sevgililer günü.

Edebiyatla ve müzikle kalın,

Sevgilerimle…

Gerçek Aşkım İstanbul

Bugünü ve dönüş günümü saymazsam, İstanbul’da geçireceğim son üç günüm kaldı. Tamı tamına bir aylık yolculuğumun sonuna geldim. Yalnız buradaki günlerimi hiç hayal ettiğim gibi geçirdiğimi söyleyemeyeceğim malesef.

Kaş – İstanbul arası ulaşım hiç pratik değil. Üstelik bir yerden bir yere gitme duygusundan pek de hoşlanmayan birisiyim. Hele yerinde durmayan küçük bir çocukla seyahat etmek, benim gibi yavaşlığı seven biri için çoğu zaman çileli bir hal alıyor. O yüzden İstanbul’a sık sık gidip gelmek yerine, seyrek gelip uzun kalmayı tercih ediyorum.

İşte böyle bir seyahatti bu da. Aylar öncesinden benim için en ideal olacak zamanı planlamıştım. Genellikle Kaş’ın en soğuk ve en boş ya da en sıcak ve en kalabalık zamanlarında İstanbul’da olmayı tercih ediyorum. Bir de kızımın, abimin, annemin doğum günlerinin Ocak ayının sonuna denk gelmesi de ideal zamanı belirleyici etkenlerden biri oluyor elbette. Üstelik bu sefer iki üç yıldır katılmak istediğim ve bir türlü kısmet olmayan ODM Aile eğitimine de nihayet katılabilecektim. Aslında en çok, bu bir ay boyunca yeniden hayata geçirdiğim Likya Sohbetleri için aklımda olan isimlerin hepsiyle yüzyüze görüşmeyi hedefliyordum. Söyleşileri yine yazılı yapsam da elimdeki günleri böyle değerlendirmek istiyordum. Sıcak ve sahici iletişimler kurarak.

Oysa öyle yorgun hissettim ki kendimi. İçime kapanmak, susmak, bırakmak, kaybolmak duygularıyla bir türlü baş edemedim. Belki de gerçekten ihtiyacım olan şey dinlenmekti bilemiyorum. Kaş’tan ayrılırken bir ay olmayacağım için, son haftam çok yoğun ve yorucu geçmişti çünkü. Her akşam Kaş Halk Eğitim’de verdiğim Emlak Dersleri, sınavlar, sınav kağıtlarının okunması, Kaş Radyo için gerçekleştirdiğimiz Kaş Likya Sohbetleri’nin bir aylık videolarının çekimleri derken o hafta ister istemez çok hırpalandım. Uçağa bineceğim günün sabahında bile Kaş Halk Eğitim’in idaresine vermem gereken dökümanları tamamlamaya çalışıyordum. Belki de o yüzdendir, İstanbul’a geldikten sonra canım uzun süre hiçbir şey yapmak istemedi.

Artık tatilimin son haftasına girdiğimde ataletten içim sıkılmaya başlamıştı. Döndükten sonra iyi biliyordum ki, buradaki günlerimi dolu dolu geçirmediğim için çok pişman olacaktım. İçimde hangi duygu olursa olsun vardığım an her zaman huzur bulduğum, burnumun dibindeki Kalamış’a ve Fenerbahçe’ye bile hiç gitmemiştim.

Dolayısıyla bu ruh halinden çıkmak için ilk işim bunu yapmak oldu. Fenerbahçe ve Kalamış sahilinin esen soğuk rüzgarı zaman zaman içimi titretse de, yaşamın sıcak duygusuyla anında kaplandı bedenim. Derken Karaköy’e kadar uzandırdım günümü. Çok eski bir dostumun sarmalayıp kucaklayan sıcak sohbetinde buluşturdum bu sefer ruhumu. Yazdıklarımı her zaman bir günlüğe benzeten arkadaşım yine tekrarlamıştı bu düşüncesini. Hazır sabahtan babamın geleneksel eleştirisiyle doyurmuştum zaten karnımı. Onun sözleri de tatlısı oldu.

Babamın derdi yıllardır hep aynı. İyi yazıyordum, anlatımım akıcıydı ama Türkçesi varken neden başka bir kelime kullanıyordum. Bunu kesinlikle kabul edemiyordu. Üstelik defalarca söylemesine rağmen onu hiç dikkate almıyordum. Yılların tekrarlanan kelimeleri hazırdı. “Hayat ile yaşam, hakikat ile gerçek, mesela ile örneğin…”

Babama tüm bu kelimelerin benim için anlamlarının Türkçe kökenli olup olmamasından çok daha başka olduğunu anlatmaya çalıştım. O da neden bu konuda hassas olduğunu tekrar yineledi. Haklı olduğu yanlar var elbette ama kelimelere yüklediğim anlamlar, her ne kadar günlük gibi yazsam da, hikayelerimin kurgusunun bel kemiğiydi. O kadar ki; derdimi anlatmak için tüm bu eş anlamlı kelimeleri aynı cümle içerisinde kullanabilirdim. Mesela; “Hayatın tüm zorluklarına rağmen yaşam-ak güzel,” örneğinde yaptığım gibi. Zaten tam da bu sebeple, kurduğum cümlelerdeki kelimelerin gerçek anlamlarını bilinçli olarak düşündürtmeye hatta hissettirmeye çalışarak, aslında bir hakikati anlatmaya çalışıyordum. Belki babam bu yazdıklarımı okuduğunda yine demagoji yaptığımı söyleyecek. İşte bu konuda pek de haksız sayılmaz. 😉

Sonuçta iki kitap kurduna, hala beni okudukları için teşekkür ediyorum. Neticede her ikisi de, eleştirisini yaparken yine burnumun dikine gideceğimi bilecek kadar beni iyi tanıyor.

Doğum günleri, Cenaze, Nişan ve Sevgililer Günü…

Bulunduğum süre içerisinde doğum günleri dışında bir de nişan ve cenazeye tesadüfen denk gelince, tüm sülalemi gördüm. Eniştemin aylardır acı çeken bedeni huzur bulduğu için ve bu dönemde burada olduğum için şanslı hissettim bu anlamda kendimi. Veee Sevgililer Günü’nde İstanbul’da olmak…. 🙂 Malum bir sevgilim olmayınca, ben de kendimi bu şehirdeki en sevdiğim yere götürdüm. Tıpkı eski günlerdeki gibi; çantamda kitabım, defterim ve kalemim eşliğinde… Aslında ilk defa bu kadar kolay ulaştım oraya. Marmaray sayesinde neredeyse annemlerin evinin önünden bindiğim trenle tek seferde Cağaloğlu yokuşuna varmıştım. Yıllarca işe giderken trafik çekmemek için sabahın altısında yollara dökülen biri için mucize gibi bir şeydi. Her zaman kalbimle buluştuğum bu yere Cuma ezanı eşliğinde girince, heyecan yapıp başka mucizeler de bekledim ama olmadı. 😝🤭

İstanbul’a geldiğimden beri içimde oluşan yorgunluğu kiminle paylaşsam; “İstanbul yoruyor insanı, ondan böyle hissediyorsun,” yorumuyla karşılaşıyorum. İşte bunu hiç kabul edesim yok. Bence İstanbul hala çok güzel çünkü. Adını duyunca bile benim içim bir başka oluyor. Bence her şeye rağmen hala öyle güzel ki. Martılarının kanat çırpışlarını nefesinle ciğerlerine çekersen, denizinin dalgasını kendi kalbinin kıyısına vurdurursan, yani onu yaşayıp hissedersen, karmaşasının içine değil, ruhunun içine girersen; bambaşka kelimeler fısıldıyor bu şehir insanın yüreğine.

Bana göre İstanbul’u sevmemek için deli olmak lazım. Hele ki boğaz kokusuyla büyümüş benim gibi biri için İstanbul gerçekten bambaşka. Bu yüzden ona duyduğum özlem hiç bitmiyor içimde. Bazen elimde yok diye mi böyle düşünüyorum diyorum ama hiç ilgisi yok. Kaş gibi cennet bir yerde yaşamama rağmen, doğup büyüdüğüm bu şehre olan aşkıma -neye dönüşürse dönüşsün- bağlı kalma hikayesi benimkisi. Sevmek dünyanın en güzel şeyi de olsa her sevgili zordur çünkü. Madem çekeceğim, bari sevdamın çilesini çekeyim der gibiyim bir anlamda yani.

İstanbul’dan bıkıp Kaş’a yerleşmiş biri olmadığımdan, deney için bir roket gibi uzaya fırlatılıp bırakılmış gibi hissediyorum bazen kendimi. Allahtan şükredilecek bir yerdeyim. Pişman olduğumu da söyleyemem.

Ben böyle anlatınca dönüşüm olur mu diye çok soruluyor. Büyük konuşmak istemem ama dönüşüm olmaz. Gittiğin bir yere geri döndüğünde hiç bir zaman daha iyi olmuyor çünkü. Ayrıca ne gidişlere, ne de dönüşlere inanan birisiyim. Ne kadar zor günler geçirirsem geçireyim, bir şehirden kaçma duygum olmadı hiç bir zaman. Gittiğin yere en çok kendini götürdüğünü her zaman o kadar iyi biliyordum ki. Çareyi asla bir mekanda aramadım bu yüzden.

Yarının bana ne getireceğini bilemiyorum elbette. Belki yeniden İstanbul’a gelişim olur, kim bilir… Yani dönmek için değil de, yeniden gelmek içinse evet neden olmasın? Sonuçta hayat benim için bir yol. O anlamda yaşamın beni nereye sürükleyeceğini gerçekten bilmiyorum. Ama bildiğim bir hakikat var, İstanbul benim gerçek aşkım. Aile dostlarımızla geçirdiğim güzel bir günün sonunda bir kez daha anladım ki, kalbim kesinlikle burada bir başka atıyor.

Didem Elif

Not: İlk olarak Son Mektup şarkısıyla onu dinlemiş, duyar duymaz sesine vurulmuştum. Nil İpek’ten bahsediyorum. Caz Kazaz ile beraber seslendirdikleri Kendi Halimde adlı Can Kazaz şarkısı ise benim meramımı çok güzel anlatıyor.

Sevgiyle kalın…

Yumak

Venüs – Offf yanlış oldu. Tüh.

Mars – Ne oldu Venüs?

Venüs – Yanlış örmüşüm şimdi fark ettim. Ta şuraya kadar sökmem gerekecek. Hay Allah.

Mars – Sahi sen günlerdir ne örüyorsun Venüs?

Venüs – Sana atkı örüyorum aşkım. 🙂

Mars – Ay sakın Venüs, istemiyorum örme. Sevmem ben öyle el örgüsü atkı filan. Hem sen benim atkı taktığımı ne zaman gördün Allah aşkına? Ayrıca bana bu kadar yakın oturmak zorunda mısın? Sen ördükçe kalçan habire kıpraşıyor dibimde. Dikkatim dağılıyor. Kitabıma konsantre olamıyorum. Biraz yana kayar mısın?

Venüs – Aaa niye kayacakmışım? Şimdi kıpırdayamam söktüğüm ipler birbirine karışır. Valla bu yumak çok özel bir yumak aşkım. Taa Venedik’ten almıştım. Rahatsız oluyorsan sen değiştir yerini. Hem niye örmemi istemiyorsun? Ne güzel el emeği bir şey yapıyorum senin için Mars. Benden hatıra kalsın sana istemez misin?

Mars – Annemmişsin gibi davranma bana lütfen Venüs. Ben el örgüsü sevmiyorum diyorum zorluyorsun ama. Hayatta giymem ben onu. O yüzden boşuna uğraşma. Örmekle yorma kendini lütfen. Sonra giymedim diye bozulacaksın. Boş yere huzursuzluk çıkacak yine aramızda.

Venüs – Giymen önemli değil ki Mars. Gerçekten. Zaten ben kendim için ördüklerimi de neredeyse hiç giymedim ki.

Mars – Peki neden örüyorsun o zaman?

Venüs – Ben örmenin kendisini seviyorum. Tıpkı yaşamın kendisini sevdiğim gibi. Bittiğini görmek tabi ki mutlu ediyor ama esas keyifli olan sürecin kendisi. Hem ayrıca kafamı boşaltıyorum. Ellerimle bir şeyler üretmek çok iyi geliyor. Yalnız baksana habire söküp duruyorum. Sen istesen de istemesen de bitmeyecek sanki bu gidişle Mars.

Mars – La Sagrada Familia Kilisesi gibi desene.

Venüs – Nasıl yani?

Mars – Barcelona’da bulunan yapımı bir türlü bitmeyen kilise var ya.

Venüs – Öyle bir kilise mi var? Bilmiyorum.

Mars – Tam sana göre bir kilise aslında. Eminim görsen bayılırsın. Öyle acayip detaylar var ki, sanki dantel yapar gibi tek tek işlenmiş. Ama işte düşün 1880’li yıllarda yapılmaya başlanmış ve hâlâ bitmemiş. Senin örgü de o hesap olacak anlaşılan. 🙂

Venüs – Bitiremeyeceğim dediysem de abartma istersen Mars. Sadece biraz zor bir motif seçmişim. Kafam karıştı hepsi bu. Sen de tüm hevesimi kırıyorsun doğrusunu istersen. Hiç enerjim kalmadı. Bu motivasyonla bundan sonrasını nasıl öreceğim ben şimdi? Bendeki heyecan sende de olsaydı çok daha farklı olurdu. Atkıyı çoktan bitirmiş olurdum inan ki. Biricik el emeğimle; şimdi boynuna sarılmış, bu soğuk havada seni sıcacık ısıtıyor olacaktım.

Mars – Gördün mü bak? Sana demiştim. Daha şimdiden ben suçlu oldum, bitince kim bilir başıma neler gelecek? Bana atkı ördüğünü daha az önce öğrendim Venüs. Bitmemiş olmasının heyecan duymamla ne alakası var. Bilmediğim bir şey için nasıl heyecan duyabilirim acaba?

Venüs – Ben hissetmiştim zaten. Yine de emin olamadım. Senin için ördüğümü anladın da ilgilenmiyor gözükerek çaktırmıyorsun sanmıştım. Ne kadar da safım.

Mars – Neyse tamam sen haklısın hayatım. Hepsi benim suçum. Hatta sarı saçlarımdan bile ben suçluyum. Niye esmer değilim ki sanki? 🙂

Venüs – Dalga geçme Mars. Hem ben senin saçlarının rengine bayılıyorum bir kere. Ellerim boş olsa gezdirmek isterdim şimdi saçlarının arasında valla. Ay bak şimdi konuşmaya dalıp yanlışlık yapacağım yine. Sana zahmet şuraya işaret olsun diye parmağını koyar mısın? En azından onu görünce emin olurum. Daha fazla sökmeden dururum.

Mars – Anlaşıldı sen bana kitap okutmayacaksın.

Venüs – Sahi sen ne okuyordun? Önemli bir şey değildi umarım.

Mars – Aslında daha önce okuduğum bir kitabı okuyordum. Travenian’ın Şibumi adlı kitabı beni yıllar evvel çok etkilemişti. Evimiz Japonya’da olunca merak ettim acaba şimdi okuyunca neler hissedeceğim diye ama sayende tek satır bile okuyamadım.

Venüs – Afedersin Mars. Gerçekten özür dilerim. Ben nasıl örgü örmeyi çok seviyorsam biliyorum sen de kitap okumayı çok seviyorsun. Senin okuma tutkun öyle başka ki. İçine kadar hissediyor insan.

Mars – Evet gerçekten farklı seviyorum. Okurken zihnimde fotoğrafların oluşması çok hoşuma gidiyor. Sanki oturduğum yerden bambaşka diyarlara seyahat ediyorum. Bir sürü dünya geziyormuş gibi hissediyorum.

Venüs – Tutkunu ne güzel anlatıyorsun aşkım. Keşke ben de senin gibi anlatabilseydim. Oysa çok zorlanıyorum kendimi ifade etmekte. Bu arada fotoğraf demişken aklıma ne geldi Mars? Hatırlıyor musun? Bir keresinde seninle birlikte çok güzel manzarası olan bir tepeye tırmanmıştık.

Mars – Bugüne kadar bir sürü güzel manzarası olan tepeye tırmanmıştık Venüs. Hangi tepeden bahsediyorsun?

Venüs – Adını hatırlayamadım. Hani sen fotoğraf makineni yeni almıştın. “Arkanda çok güzel bir manzara var, fotoğrafını çekeceğim illa,” diye tutturmuştun. Hatırladın mı?

Mars – Venüscüm senin binlerce kez fotoğrafını çektim nasıl hatırlayayım?

Venüs – Elimde, yürürken çok terlediğim için yüzümü sildiğim bir havlu vardı. Fotoğrafta yüzümün yanında görünüp kötü çıkmasın diye elimi aşağı indirmemi istemiştin.

Mars – Havlunun rengini de söyle de tam olsun Venüs. Şaka gibi. Terini sildiğin elindeki havluya kadar tüm detayları hatırlıyorsun ama tepenin adını hatırlamıyorsun yani öyle mi? Pes valla. Neyse çıkaramadım hangi fotoğraftan bahsettiğini. Ne olmuş o fotoğrafa?

Venüs – Ben de onu soracaktım. Ne oldu o fotoğraf? Merak ettim. Nasıl çıkmıştım acaba? Tepeye çıkarken kafam o kadar başka yerdeydi ki, fotoğrafa bakmak hiç aklıma gelmemişti.

Mars – Venüs sen ciddi misin hayatım? Ben sana kitap okurken ne hissettiğimi anlatıyorum. Bu senin aklına, öylesine çekilmiş bir fotoğrafta nasıl göründüğünü mü getirdi gerçekten? Çok alemsin hayatım. 😝

Venüs – Ne var canım? Ay aman tamam. Çok da önemli değil. Sana da bir şey sorulmuyor. Bana habire gülüp duruyorsun. Bir daha da sormayacağım işte. Elini artık çekebilirsin. Söktüm tüm yanlış ördüklerimi.

Mars – Venüs sen de çok çabuk kırılıyorsun ama. Hemen niye suratını asıyorsun ki? Bak benim şahane bir fikrim var. Yarın ilk iş seninle birlikte Fuji Dağı’na çıkalım. Buraya geldim geleli istiyordum zaten. Epeydir de seninle birlikte bir tepeye tırmanmamıştık. Hem Fuji Dağı’nın manzarasından senin yepyeni bir fotoğrafını çekerim. Bu sefer doya doya bakarsın. Ne dersin?

Venüs – 😊 Hmm. Fena fikir değil aslında. Ama bilemedim. 😊 Yarın olsun da havanın durumuna göre bakarız.

Mars – 😊 Peki hayatım.

Venüs – Ay iki düz, bir ters mi yapacaktım sanki ben bu sırada. Bak gene söktüğümün aynısını yapmışım. Hay Allah ben niye habire aynı şeyi örüyorum yaa?

Mars – Madem hep aynı şeyi örüyorsun, sen en iyisi bir daha sökme Venüs. 😊 Hem versene sen bana o şişleri artık.

Venüs – Aaa napıyorsun Mars? Bırak şişlerimi.

Mars – Sen az önce boynumu sıcak tutmak istediğini söylememiş miydin? Gel bak ben sana onun başka bir yolunu göstereceğim. 😉

Venüs – 😍

Mars – 😍

Didem Elif

Okuyucuya oldukça uzun bir not: Yaklaşık üç haftadır İstanbul’dayım. Öyle yorgun hissediyordum ki kendimi, garip bir atalet duygusu içindeydim. Çağrıldığım ve gitmem gereken yerleri saymazsak, çok az dışarı çıktım. Neredeyse hep evdeydim. Fakat Yumak adlı bu öyküyle -bu diyaloglara öykü demek de ne kadar doğru bilmiyorum- haşır neşir olurken, Kutsal Aile anlamına gelen -daha önce görme fırsatım olmadığı- La Sagrada Familia Bazilikası hakkında o kadar çok şey okudum ki; bu diyaloğu yazarak sanki içinde tek başıma ayin yapmış gibiyim. Ayin müziğim ise -neredeyse çocuk yaşta- abimle birlikte sesini sonuna kadar açarak dinlediğimiz, Alan Parsons Project grubunun La Sagrada Familia şarkısı oldu. Metni bitirene kadar defalarca başa alıp tekrar tekrar dinledim. Oysa son günlerde sürekli Cem Adrian’ın Şeker Prens ve Tuz Kral albümünü dinliyordum. Açıkçası Yumak’ı yazmaya başlamadan önce aynı isimli parçasını paylaşmayı düşünüyordum. Dolayısıyla yazmayı bitirdikten sonra iki şarkı arasında oldukça kararsız kaldım.

Garip gelecek belki ama Cem Adrian daha yeni yeni dinlemeye başladığım bir isim. Başlarda Cem Adrian bana pek benim tarzım değilmiş gibi gelse de, Şeker Prens ve Tuz Kral albümü ilk dinlediğim andan itibaren yüreğime oturdu. Hatta geçtiğimiz yaz kendisi Kaş’ta konser vermişti. Gitmediğim için bayağı hayıflandım.

Alan Parsons Project’e gelince… Açıkçası; Beatles ve Pink Floyd için ses teknisyenliği yapan sonra da kendine grup kuran Alan Parsons ismi, benim gençlik yıllarımın yapı taşlarını oluşturdu diyebilirim. Onlar etkilendikleri sanat eserlerini ve toplumsal meseleleri müzik albümlerine taşıyan bir İngiliz grubu. 80’li yıllarda ön planda olan grubun; La Sagrada Familia’yı bitiremeden ölen, mimarı Antoni Gaudí‘nin yaşamı ve çalışmalarından ilham alarak yaptıkları Gaudi adlı bir albümü var. Bahsettiğim La Sagrada Familia şarkısı da bu albümde bulunuyor. Öykümde bir türlü bitirilemeyen bu büyülü bazilikadan boşuna bahsetmiyorum. Elbette bir anlamı var ama onu detaylı olarak anlatacak değilim. Bakmayın sürekli notlar bıraktığıma, normalde öykülerim ile ilgili her şeyi anlatmayı sevmem… 🙂 Okuyucu fark etsin isterim ama hadi size bir iyilik yapıp bu sefer biraz ipucu vereyim. Gaudi; tasarladığı La Sagrada Familia’nın kulelerinin tepesinde kullandığı süslemeleri anlatırken, onları cennet ile yeryüzü arasında bir bağlantı olarak gördüğünü belirtmiş. Bu kadarı yeterli oldu sanırım. 🙂

Yani kısacası La Sagrada Familia şarkısı bu metne çok uyacaktı…

Yıllar önce kendi kurduğum bir işin sloganında “İki seçenek arasında kaldığında, kendine üçüncü bir seçenek yarat.” cümlesini kullanmıştım. O yüzden iki şarkı arasında kararsız kalınca, üçüncü bir şarkı seçmeyi düşündüm önce; fakat sonra aklıma uyanı değil kalbimin istediğini seçmeye karar verdim. Dilerim siz de seversiniz. Keyifli dinlemeler.

Edebiyatla ve müzikle kalın,

Sevgilerimle…

Facebook
Twitter
Instagram