Hayatı Yavaştan Almak Gibi

Özdemir İnce tarafından Fransızca’dan çevirilen Milan Kundera’nın Yavaşlık adlı romanını ilk kez 1995 yılında okumuştum. O günden beri yaklaşık on beş sene, gittikçe hızlanan bir hayat temposuna ayak uydurma çabasıyla geçti. Çünkü İspanyol Filozof Ortega’nın dediği gibi: “Yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır.” Devir koşma devriydi, geride kalmamak için herkes gibi koşmak gerekliydi.

Kundera; Yavaşlık’ta, yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki kuruyor: “Gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim. Bir adam sokakta yürüyor. Birden bir şey anımsamak istiyor, ama anı uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. Buna karşılık, az önce kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hala çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır. Varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.”

Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur adlı eserinde -Kundera’dan çok daha önce- tıpkı böyle bir durumu betimlemiştir: “Mümtaz, hiçbir şey düşünmemeye karar vermiş insanların haliyle acele acele yürüyordu.”

Kundera’nın kurduğu denklemden çıkardığı sonuç, Tanpınar’ın betimlemesini doğrular niteliktedir:

“Kendisini unutma arzusu içindeki insan, çağın hız iblisine teslim olur.” Yani düşünmekten kaçar. Var gücüyle, bedeninin bütün sınırlarını zorlayarak koşar. Oysa Sokrates; insanın, bedeninden başka bir şey olduğunu söyler. Alkibiades’le aralarında geçen konuşmalarda, insanın kendisini bilmesi için, önce ruhunu bilmesi gerektiğini vurgular. Ona göre, Eski Yunan’da, Delfi tapınağının üzerindeki “Kendini Bil” ibaresinin anlattığı tam da budur.

İnsanın ruhunu tanıma çabası, kuşkusuz onu yavaşlatacaktır. Üstelik toplum ruhuna ters düşen bir şeydir bu. Sonuçta kendini arayan kişi, toplumun dayattığı görenekleri sorgulamaya başlayacaktır. Görenekler, başkalarıyla birlikte yaşamayı kolaylaştıran amaçlar taşısa da, aslında güçlü biçimde ötekileşmeyi besler. Çünkü kendinden uzaklaşan, sadece çevresiyle uğraşan birey gittikçe ötekileşir. Üstüne üstlük kendisi gibi olmayan herkesi de ötekileştirir. Hermann Hesse, “Öldürmeyeceksin!” der, ve devam eder; “Öldürmeyeceksin, sözü, başkasının canını yakmayacaksın gibi bir anlam içermez. Bu söz; kendini başkalarından yoksun bırakma, kendi kendine zarar verme; gibi bir anlam taşır.”

Richard Bach’ın unutulmaz Martı’sı, Jonathan! Kendini bulmak için diğer martılara karşı büyük bir savaş verir. Başkalarının sesini dinlemektense, kendi iç sesinin peşinden gider. Yavaşlığın sesi, nihayetinde ona daha önce hiçbir martının ulaşamadığı hızı verecektir. Çünkü kendi varlığını bilmenin de ötesine geçer o, kendi varlığını seçer. Bu aslında bir yalnızlık seçimidir. İlhan Berk, Oda adlı şiirinde “Sessizlik ister ev,” der, “Böyle bir sessizlik sınırsızlık saçar.”

Sait Faik, Kayıp Aranıyor adlı romanında, bu yalnızlığı derinlemesine yaşatır ana karakterine. Daha ilk satırlardan anlarız Nevin’in kendisinden çok uzaklarda olduğunu: “Ayaküstü erkeklerin bira içtiği bir yerde, iki kadeh konyak içmişti.” Başlarda başkalarının yaşamlarına, kendi yaşam birikimiyle katılmakta olan Nevin’in kendi varlığını seçme başarısını, ustalıkla anlatır yazar. Bunun için okuyucuyu adeta yavaşlamaya zorlar. Belki de yeniden okumaya.

Toplumsal ahlakı, Körlük ve Görmek kitaplarında ironik hikayeleriyle yıkan Portekizli yazar Jose Saramago, Filin Yolculuğu adlı kitabında, yavaşlığın kitabını anlatmaya soyunur. Bunun için fil, kusursuz bir seçimdir doğrusu.

Dino Buzzatti, insanın kaderine boyun eğişini, ilk romanı olan Tatar Çölü’nde sıkıntılı bir bekleyişle anlatır. Bu kitapta Giovanni Drogo, Bastiani kalesinde yazgısına teslim olmuş bir teğmendir. Burada zaman; çok yavaşmış gibi görünse de, aslında hızla akıp gider. Söz konusu olan, geçip bitmek bilmeyen, aynı zamanda, bir çırpıda geçip giden tekdüze bir hayattır.

Peki, tekdüze bir hayattan kurtulup, insanın kendini bilmesi için izlemesi gereken yol nedir? Kuşkusuz bunu herkesin kendi yaşamı belirleyecek. Ece Temelkuran’ın ilk romanı Bütün Kadınların Kafası Karışıktır’daki gibi, aynalı yastıklara yatmak gerekecek belki. Ayna, dünyanın en güzelini değil, her birimize kendi yolumuzu gösterecek. T. S. Eliot, Dört Kuartet’inden Dördüncüsü Little Giding adlı şiirinde; “Aramaktan vazgeçmeyeceğiz,” der, “Ve arayışlarımızın sonu – Başladığımız yere dönmek olacak – Ve bu yeri ilk kez tanıyacağız.” Büyücü’de, bu dizeleri alıntılayan John Fowles; insanın kendini tanımasının, özgürlüğüne ulaşmasının başlıca yanıtı olduğunu düşünür: “İnsanın her yerden, her şeyden kaçması sonucunda, kendisinden de kaçtığını fark etmesi; öyle ki, artık var olmuyordur, artık özgür değildir.”

Kendi yolumuzu bulmamızda kitapların tuttuğu ışık yadsınamaz elbette. Ancak çok satan kitaplar genelde, bir çırpıda, soluksuz okunan kitaplar oluyor. Maalesef hızlı okunan kitaplar daha çok rağbet görüyor. Umarım bundan sonra bu tablo değişir de; insanlar kendilerini unutturan kitaplardan daha çok, yavaşlayacakları ve kendilerini bulacakları kitaplara yönelirler. Çünkü; İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası kitabı hakkında, Hulki Aktunç’un söylediği gibi: “Mutlu yazar, azdır. Belki de yoktur. Ama mutlu okur vardır.”

Birgün Gazetesi Kitap Eki, 5 Ocak 2010

Benim Dünyam

Venüs – Ben senin ne yapmak istediğini hiç anlamadım Mars.

Mars – Ben nereden bileyim anlamayacağını Venüs. Yoksa bu işe kalkışır mıydım? Resmen Bilal’e anlatır gibi anlatmak gerekiyormuş sana da ha.

Venüs – Bilal de kim Mars? Konumuzla ne alakası var?

Mars – Eyvahlar olsun. 🙈🙈🙈 Boşver canım ya. Onu şimdi hakikaten anlatamayacağım. Hem doğru olmaz. Elif’in başı belaya girer. 😉

Venüs – 😢

Mars – Ne o? Yoksa sen ağlıyor musun?

Venüs – 😭

Mars – Ciddi olamazsın Venüs. Yapma lütfen. Seni bu kadar üzecek ne söyledim ki ben şimdi? Hoppala.

Venüs – Soruma verdiğin cevap beni çok üzdü.

Mars – Afedersin. Bilimsel kavramları anlamakta zorlanman aslında çok normal. Bazı şeyleri merak etmiştim dolayısıyla araştırıyordum. Sen okuduğum şeyin ne olduğunu sorunca heyecanla direk anlatmaya başladım ama sana birden ağır geldi bu konu. Ben de geç fark ettim. Kusura bakma.

Venüs – Merak ettiğin şey neydi ki? 😞

Mars – Şimdi biz balayı için aya gittik ya Venüs. Biz ayda otururken dışarısı kadar içerisinin yani ayın yüzeyinin de ne kadar karanlık olduğunu fark ettim. Güneş ayı da dünya gibi aydınlatıyor ama buna rağmen ayda gündüz olmuyor. Dolayısıyla ayda bir aydınlanma görmek söz konusu değil.

Venüs – Evet haklısın. Ben de fark ettim bunu ama üzerinde durmamıştım.

Mars – İşte ben merak ettim neden acaba böyle oluyor diye. Dünyanın farklı bir atmosferi varmış Venüs. Ayda ise böyle bir atmosfer yok. O özel atmosfer sayesinde biz dünyada ışığı görüyoruz ve gelen güneş ışınları ile dünyamız aydınlanıyor. Böylece gündüzü yaşıyoruz. Bu sence de çok özel bir şey değil mi? Belki teknik terimler kullanmayınca şimdi ne demek istediğimi anlamışsındır.

Venüs – Evet böyle anlatınca anladım tabi. 😊 Az önce atmosfer; toz, kir, gaz ve su damlalarıyla dolu deyince; evimizin çok kirlendiğini ve hiç temizlik yapmadığımı ima ediyorsun sandım Mars.

Mars – Ahahaha Venüs. Ne alemsin sen var ya… 😆 Evimizin kirli olduğunu düşünsem ben kalkıp temizlerim ki. Sana niye imada bulunayım?

Venüs – Ne bileyim? Bazen anlamıyorum işte. İletişimimizde de bu yüzden bir kopukluk oluyor. Aslında insanlarda da böyle bir atmosfer mi var acaba Mars? Onu da araştırsan mı bir ara? Ondan mı var olan ışığı algılamıyor insanlar? Bazen zihinleri tamamen karanlıkta kalıyor ve yanlış düşüncelerin içinde saplanıp kalıyorlar. Atmosfer sorunu gibi bir sorun mu oluyor onlarda da acaba?

Mars – Ben kurduğun bu bağlantıyı tam anlamadım.

Venüs – Mesela şu an Elif bu yazıyı yazarken bilgisayar başında ya. Kullandığı farenin herhalde pili bitmiş, tutukluk yapıyor. Akmıyor olması gerektiği gibi ve şu an Elif’i kanırtıyor resmen. Sabah ilk iş gidip pil alması gerekiyor ki, bilgisayar başına geçtiğinde rahat bir şekilde çalışabilsin.

Mars – Fare ile bu konunun ne alakası var canım?

Venüs – Güneş nasıl bir enerji kaynağı ise pil de bir enerji kaynağı değil mi? İlişkilerde iletişim tıkandığında yani aralarındaki enerji rahat bir şekilde akmadığında insanlar çok bunalıyorlar ya. Işık geçmiyor belki ruhlarına. Bir anlamda karanlıkta kalıyorlar. Atmosfer yeryüzünü saran bir tabaka anladığım kadarıyla. Acaba onların yaşamlarına etki eden insanların da yüzeyini saran bir tabaka mı var? Tabi bunu iyice araştırmak lazım. Tam da çözemedim bu konuyu aslında. Sen bakma bana tamamen sesli düşünüyorum şu an. Yoksa genelde kafamın içinden geçiriyorum bunları.

Mars – 🙉 Sen hep böyle misin Venüs? Yani kafan hep böyle mi çalışıyor senin?

Venüs – Yaniii… Eeevet… Çoğunlukla… 😊

Mars – Allah kolaylık versin diyeyim, ne diyeyim ki.

Venüs – Mesela Cennet’e taşınıp bir evimiz olunca, ben şimdi hayatımda ilk kez elimle çiçek ektim ya geçen gün Mars. Bu sabah o çiçeklere su veriyordum. Bir süredir vermeyince toprak iyice kurumuş. Ben de suyu birden bolca döktüm saksıya. Fakat bir baktım saksının altından su akmaya başladı. Oysa ilk verdiğimde yavaş yavaş dökmüştüm hiç öyle bir şey olmamıştı. Toprak suyu çok güzel emmişti. Daha az su dökmeme rağmen hızlı döktüğüm için saksı suyu dışarı atınca; toprağa, ihtiyacı olan suyu resmen veremedim.

Mars – Eee ne olmuş? Bundan sonra yavaş dökersin sen de.

Venüs – Ya işte onu düşündüm. İnsanlar ilişkilerinde de yaşıyor sanki bunu. Bazen dedim karşı tarafa birdenbire fazladan verici davrandığında karşı taraf hepsini alamadan dışarı atıyor. Belki de yeterince alamıyor insanlar o verdiğin şeyi. Veren de memnun kalmıyor o zaman alan da. Oysa tüm ilişkilerde ihtiyacımız olan alış-verişler yavaş yavaş gerçekleştiğinde muhtemelen daha sağlıklı ve dengeli bir iletişim kurulabilir. Bunun gibi şeyler düşündüm işte. Hala da üzerinde düşünüyorum. Tam bir yere varamadım.

Mars – Of ama bu zihin yapısı çok yorucu. Öyle değil mi? Suyu ver çiçeğe gitsin Venüs. Fazla su mu çıktı saksının altından onu da bir bezle sil tamam oldu bitti hayatım. Ay ne kadar ayrıntılarla yaşıyorsun. Öldüreceksin bir gün sen bu detaylarla beni valla.

Venüs – Evet gördüğüm, bir anlamda hissettiğim her şeyde bir anlam arıyorum. Bu gerçekten yorucu belki ama ben bunu bilerek yapmıyorum ki. Hayata dair ne varsa her şeyi anlamaya çalışıyorum. Tıpkı kör bir insanın…

Mars – Evet evet biliyorum. Tıpkı kör bir insanın dokunduğu şeyi el yordamıyla yoklayarak anlamaya çalışması gibi… Bazı şeyleri sürekli tekrar ettiğin için artık iyice ezberledim hayatım… 😍

Venüs – 😍

Mars – Neyse ben çok acıktım. Akşama ne yemek yiyoruz? Ben yine bugün de hurma yemek istemiyorum Venüs. Cennet meyvesi bir yere kadar yeniyor yani. Hem cicim ayları da bitti sayılır. Artık yemek yapmaya başlayalım lütfen evde.

Venüs – Yemek mi? Ama ben hiç yemek yapmadım ki hayatımda.

Mars – Neee? Sana yemek yapmayı Elif öğretmedi mi Venüs?

Venüs – Hayır öğretmedi. Sana öğretti mi ki?

Mars – Hayır bana da öğretmedi. Sandım ki sen kadınsın ya. Hani belki dedim…

Venüs – Ne demek sen kadınsın ya?

Mars – Yok yani… Ay neyse amaaannn dert ettiğimiz şeye bak. Şimdi beraber internetten tariflere bakar yapa yapa öğreniriz Venüs.

Venüs – Ay sahi ya. Bravo Mars aklınla bin yaşa. Biliyor musun şimdiden heyecanlandım. Seninle beraber yemek yapmak çok keyifli olacak. 😍

Mars – 😊 O zaman şöyle güzel bir müzik aç bakalım da, evimizin önce bir atmosferi değişsin. Ben de bahçeden yemeklik ne toplayabilirim bir bakayım.

Venüs – Hah konuyu ne güzel atmosferle bağladın. Bak gördün mü evimizin bile bir atmosferi var. İnsanların niye olmasın ki? 😉 Bunu bence sen gerçekten bir araştır.

Mars – 😊 Merak etme sen. Çoktan bu konuda düşünmeye başladım bile. 😍

Venüs – 😍

Didem Elif

Edebiyatla Kalın

Sevgilerimle,

https://www.youtube.com/watch?v=hq2KgzKETBw

Likya Sohbetleri Artık YouTube Kanalında

Didem Elifin gerçekleştirdiği Likya Sohbetleri’ne likyasohbetleri.com adresinden ulaşabileceğiniz gibi aşağıdaki listeden de okumak istediğiniz yazılı söyleşiye direkt tıklayabilirsiniz. Ayrıca Likya Sohbetleri artık Youtube kanalında. Videoları anında izlemek için Didem Elif Likya Sohbetleri Youtube kanalına abone olabilirsiniz.

Selda Güleç – Pişirdikçe Çoğalıyoruz

Füruzan Şimşek – Zaman Değerli, Yapacak Çok İş Var

Burcu Özkan Güneç – Yoga Yaparken Katman Katman Dönüşüyoruz

Tülin Kılıç – Risk Aldığım An Açıldı Kapılar

Fatmanur Erdoğan – Hedef Olmadan Da Harekete Geçilebilir

Levent Veziroğlu – Likya Işıklı Aşklar Ülkesi

Hatice Türkeli – Aşkın Mandalası

Şenay Lambaoğlu – Her Birimiz Kendi Şarkımızı Duyuyoruz

Ahmet Erdem – Fotoğraflarımla Tanınmak İsterim

Yeşim Ateşçi – Kendini Sevme Sanatı

Tuba Şamlı Atilla – Cici Büyüyor

Gülşah İslamoğlu – Münferit Tatile Giderse

Recep Çiftci – Ne Arıyorsam Bendeymiş

Tanju Yıldırım – Mutluluk Parfüm Gibidir Üstünüze Sıkmadan Yayamazsınız

Tamer Dövücü – Optimum Denge Modeli

Mustafa Çağa – İletişimin Gücünü Keşfet

Mustafa Horasan – Sanat Benim Özgürlük Alanım

Kürşat Başar – Bazen Unutmak İstersin

Kemal İslamoğlu – Hayatın Direksiyonuna Geç

Banu Kanıbelli – Hayatta Olmaya Teşekkürdür Şarkılarım

Murat Moroğlu – Bana Hayallerini Anlat

Buket Ebru Söylemez – Oluyorsa Sebebi Var

Müge Çevik – Mutluluk Benim İşim

Orçun Sakarya – Tango Karşılıklı Enerji Alışverişidir

Renan Tan – Puduhepa ve Kız Kardeşleri

Nuri Kaya – Karanlıkta Bir Çok Konsept İşliyoruz

K.R.E. – Kadınlar Rüyalar Ejderhalar

Gülbahar Yeni – Önce Kendini Tanımak Gerekir

Nejat Ünlü – HIV/AIDS Değil Ayrımcılık Öldürüyor

Jale Sancak – Yazmak Benim Yaşama Biçimim

Maral Ataman – Müzik Hayallerime Açılan Kapı

İlker Özdemir – Emek Verilmiş Şarkılar

Bereket

Mars ve Venüs Tanrının huzurunda evlenip, tüm okuyucuların katıldığı bir törenle ayın üzerinde güzel bir balayı geçirdikten sonra onlar artık cennettedir.

Mars – Yok duymuyor anacım yok. Bu kız beni gerçekten duymuyor?

Venüs – Anlamadım Mars. Dalmışım pardon. Bana bir şey mi dedin?

Mars – Yok bir şey hayatım. Kendi kendime konuşuyordum. Ancak sen bazen tamamen kopuyorsun dünyadan var ya. Sana bir şey söylesem beni zerre duymuyorsun. Çok enteresansın yani.

Venüs – Ya evet. Aynı anda iki iş yapamıyorum maalesef. Başladığım şu mozaiği tamamlamaya çalışıyordum. Nasıl bir parça koysam onu düşünüyordum. Bir işle uğraşırken başka bir iş yapamıyorum aşkım ben yaa.

Mars – İyi de benim seninle konuşmam bir iş değil ki. İnsan etrafında olup biteni fark etmez mi hiç canım. İş yapıyorsun diye dış sesleri nasıl duymazsın ki?

Venüs – Yok duyuyorum aslında. Mesela senin konuştuğunu fark ettim ama ne dediğini anlamadım.

Mars – O an beni sadece ses yığını olarak mı algılıyorsun yani?

Venüs – Evet aynen sadece bir ses yığını duyuyorum. Anlamı olmayan bir ses yığını.

Mars – Teşekkür ederim yani Venüs. O kadar anlamsız yani benim cümlelerim senin için.

Venüs – Hahaha. Mars çok alemsin. Şimdi ben sana öyle bir şey mi dedim? Hemen ne alınganlık yapıyorsun? Bir şeyle uğraşırken o kadar fazla konsantre oluyorum ki, yanımda bomba patlasa algılayamıyorum. O kadar yani. Bu da benim yapım ne yapabilirim ki? Yaptığım işe çok fazla odaklanıyorum ondan oluyor. Yalnız meseleyi ne kadar çarpıtıyorsun sen de ha? İşimiz iş yani seninle. Sadece sana özel bir şey değil ki, herkesle başıma geliyor.

Mars – He anladım. Herkesle oluyorsa iyi o zaman bari. Ne bileyim benim konuşmalarımı önemsemiyorsun sandım bir an. Haklısın boş yere kuruntu yaptım.

Venüs – Bak mesela, senin konuştuğunu fark ettiğimden beri de yaptığım mozaiğe olan tüm konsantrem bozuldu. Az önce kestiğim cam elime batmış görüyor musun? Hay aksi durduk yere elimi kanattım.

Mars – Ay kanıyor hakikaten. Dur sana mendilimi vereyim. Al bunu sar üstüne hemen.

Venüs – Mars sen yanında mendil mi taşıyorsun? Aynı eski zamanlardaki gibi. Ay çok şeker. Çok tatlısın aşkım sen yaa…

Mars – Nesi hoşuna gitti bunun anlamadım ama iyi ki taşıyormuşum. Gördüğün gibi lazım olabiliyor işte şimdi olduğu gibi.

Venüs – Ne bileyim, herkes kağıt mendil kullanıyor ya şimdi. Kullan at hesabı. Senin gibi mendil taşıyan pek kalmadı hayatım.

Mars – Ben o kağıt mendillerin dokusunu sevmiyorum, ne o öyle hışır hışır.

Venüs – Kumaş mendilin dokusu daha güzel tabi ama işte kullandıktan sonra atamıyorsun, yıkamak gerekiyor.

Mars – Bunu yıkamakta ne var ki? Pratik olacak diye ne kadar da tembelliğe ve özensizliğe alıştırmış insanlar kendini. Neyse aç bakayım durdu mu elinin kanaması?

Venüs – Evet evet durdu. Teşekkür ederim ciddi bir şey değildi zaten. Alt tarafı ufak bir cam kesiği.

Mars – Konsantreni bozup seni böldüğüm için özür dilerim. Ne yapıyorsun sen şu an peki?

Venüs – Mozaik yapıyorum.

Mars – O kadarını anladım Venüs. Bu mozaik bitince ortaya ne çıkacak onu anlamadım. Neredeyse parçaları tamamlamışsın, çok az boş yer kalmış ama ben tam olarak bir şeye benzetemedim yaptığını. Bir araya koyduğun bu mavi parçalar bir şekil oluşturacak sanki.

Venüs – Ah evet. Ben bu şekli çok seviyorum.

Mars – Bir anlamı var mı bu şeklin?

Venüs – Türk kilimlerinde sıkça kullanılan bir motif bu Mars. Bereket anlamına geliyor.

Mars – Demek bereket. Yani bolluğun simgesi.

Venüs – Evet bolluğun simgesi. Bunun gibi bereket anlamında kullanılan birkaç motif daha var. Anadolu kültüründe bereket motifleri sonsuz mutluluğu temsil ediyor. Aynı zamanda evrenin yapısını yani insanın doğum ve ölümünü simgeliyor.

Mars – Vay, anlamını bilince heyecanlandım resmen. Bitmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Sen tamamlayana kadar bölmeden sessizce seni izleyeceğim aşkım söz veriyorum.

Venüs – Canım benim. Beni bölmende hiç sakınca yok. Seninle konuşmayı, özellikle yaptığım işler üzerine konuşmayı, çok seviyorum. Seninle paylaşmak beni her şeyden çok mutlu ediyor inan ki.

Mars – Ben de seni işini yaparken izlemeyi çok seviyorum. Gerçekten. Yaptığın işi o kadar aşkla yapıyorsun ki? Etrafındaki her şeyle tüm bağlantının kesilmesini bu anlamda anlıyorum aslında.

Venüs – Bir tanesin sen. Ama biliyor musun sanırım ben daha fazla mozaik yapmaya devam edemeyeceğim. Şu an her şeyi bırakıp sana sıkı sıkı sarılmak istiyorum.

Mars – Hayır olmaz.

Venüs – Nasıl yani? Olmaz mı? Beni istemiyor musun?

Mars – Tabi ki istiyorum ama artık evliyiz unuttun mu? Sana dilediğim zaman sarılabilirim. Ben bir an önce şu mozaiği tamamlamanı istiyorum. Bitmiş halini çok merak ediyorum.

Venüs – Yok yaa. Demek evli olduğumuz için istediğin zaman bana sarılabileceğini sanıyorsun. Ohhh işte bunda yanıldınız bayım. Beni kızdırdığın an seni cennetten kovdururum Mars, tepemin tasını attırma benim.

Mars – Anam anam gene celallendi hatun. Venüscüm ama sen beni yanlış anladın. Sen anlatınca o kadar heyecanlandım ki, bir an önce yeni evimize senin yaptığın bu mozaiği asmak istiyorum. Ondan yani. Yoksa sana sarılmak istemez miyim canım?

Venüs – Çevir kazı yanmasın. Evlenince hemen değiştin sen bakıyorum.

Mars – Evimizin tüm duvarlarını senin yaptığın mozaiklerle donatalım Venüs.

Venüs – Boş laflara karnım tok benim Mars.

Mars – Bak şimdi. Sen ciddi ciddi bozuldun ama. Vallahi yanlış anladın beni. Hem bak ben ne diyeceğim sana. Senin kilimlere dokunan bu sembolle ilgili anlattıkların bana yıllar evvel duyduğum bir hikayeyi hatırlattı.

Venüs – Hikaye mi? Ne hikayesiymiş bakayım o?

Mars – Bir zamanlar bir çoban varmış. Bu çoban yanında çalıştığı beyin kızına aşık olmuş. Kız da ona aşıkmış. Hem de çok aşıkmış.

Venüs – Demek bir aşk hikayesi bu. Ayyy çok merak ettim şimdi. Eeee sonra ne olmuş?

Mars – Seni de aşk hikayesiyle kandırmak ne kolay be Venüs. Bak öyle herkesin anlattığı hikayelere aldanma tamam mı? Sonra bozuşuruz valla.

Venüs – Yaa ne alakası var. Yaptığım mozaik sana nasıl bir aşk hikayesi hatırlattı onu merak ettim sadece. Bak tam affettim seni gene sinirlendireceksin beni ama…

Mars – Ay tamam tamam sinirlenme… Nerede kalmıştım? Haa… İşte çobanla beyin kızı çok aşıklarmış birbirlerine. Çoban en sonunda bir cesaretle istemiş kızı babasından.

Venüs – Çok iyi yapmış. Aferin ona. Aslan çoban!

Mars – Dur, isteyince hemen sanki kızı verdi mi babası?

Venüs – Vermemiş mi namussuz?

Mars – Niye namussuz oluyor canım? Herkes dengi dengine. Tabi ki vermemiş. Hiç olur mu bey kızı ile çoban? Sana da hikaye anlatılmıyor. Hemen atlıyorsun yani Venüs. Bir türlü bitirmeme izin vermiyorsun.

Venüs – Tamam hadi devam et. Nereye varacak bu hikaye bakalım.

Mars – Babası kızı vermemiş üstelik çobanı da bir güzel dövdürmüş.

Venüs – Yaaa namussuz dedim sana işte. Aşık olmuş diye dövülür mü insan hiç?

Mars – Ama Venüssss…

Venüs – 🙂 Tıp… 🙂

Mars – Hem kızına da sormuş ki sonradan adam. Tabi kız korkudan bir şey söyleyememiş babasına. Tüm duygularını içinde saklamış ama içten içe çobanı sevmeye devam etmiş. Bu sefer kızın babası yakın bir köydeki bir beyle evlendirmiş kızını. Zavallı çoban bu durum karşısında hiçbir şey yapamamış. Aşkını içine gömen kız ise kilim dokumuş habire. Öyle ki resmen dokuduğu motiflere aşkını anlatmış. Kızın evlendiği adam kilimleri görünce hemen anlamış kızın aşkını. Babasına her şeyi anlatarak adamı ikna etmiş ve çobanla kızın bir araya gelmesini sağlamış. Ne güzel bir hikaye değil mi? Ben duyduğumda çok sevmiştim.

Venüs – Ahh evet… Gerçekten çok güzelmiş.

Mars – Fatih Kısaparmak da etkilenmiş olmalı ki bunun türküsünü yapmış. Dur google’dan bulup sana türkünün sözlerini de okuyayım.

Ayıptır günahtır diye kilit vurdular dilime,
Aşkı dokudum kilime anlıyor musun?
Yetinmedim türkü yaptım gayri bu canımdan bıktım.
Hani senin olacaktım dinliyor musun?
 
Kilim kalbin aynasıdır gönül sesidir.
Her nakışı bir duygunun i̇fadesidir.
Kilim sevgiliye çağrı aşka davettir.
Kimi renkler şikayettir kimi hasrettir.
 
Ben şu gönül tezgahında kilim dokudum.
Erenlerin dergahında aşkı okudum.
Töremizde kilim demek i̇lim demek.
Kilim sevdadır özlemdir derttir istektir.

Venüs – Bak şimdi kilim dokuyasım geldi resmen Mars.

Mars – Yok artık Venüs. Ona da bulaşma lütfen. Her şeye el attın bir o kalmıştı.

Venüs – Evimize güzel bir kilim alalım o zaman. İkimizin de beğeneceği güzel bir kilim. Ne dersin? Tıpkı Elif’in annesiyle babasının yaptığı gibi beraber bakar, karar veririz. Olur mu?

Mars – Olmaz mı? Harika olur hem de.

Venüs – Yaşasın!

Mars – Mutluluktan ne komik zıpladın. 😍 Öyle tatlısın ki. Şu an seni içime sokasım geldi. Bu arada ne kadar aptalım ben Venüs ya. Fırsatım varken sana sarılmadım az önce. Gelsene yanıma sana sıkı sıkı sarılayım.

Venüs – Ama mozaiği bir an önce bitir demiştin.

Mars – Gel buraya lütfen. Başlayacağım mozaiğe şimdi… 🙂

Venüs – 😍

Mars – 😍

Didem Elif

Not: Kaş’a ilk yerleştiğim sene sanatçı Olça Tansuk ile tanışmıştım ve kendisinden mozaik yapmayı öğrenmiştim. İlk yaptığım mozaik öyküde de bahsi geçen; kilimlerde sıkça kullanılan, Anadolu motifi bereket sembolüydü. Maddesel şeylere sahip çıkmayı oldum olası beceremediğim için o mozaik nerede şu an bilmiyorum. Allahtan sosyal medya var da, geçmişte Facebook’ta paylaştığım fotoğrafını bir şekilde bulabildim. 

Bu arada konudan bağımsız olarak aşağıdaki videoyu paylaşmak istedim sizinle. Her şeyin de illa bir bağlantısı olması gerekmiyor sonuçta. Videoda geçen Malaguena’yı gitarda çalmak için 25 sene önce aylarca uğraşmıştım. Yine de adam gibi çalamıyordum. O yüzden hiç haz etmem bu melodiden aslında ama videodaki flamenko dansıyla birleşmiş bu versiyona bayıldım. Keyifli seyirler…

Edebiyatla kalın,

Sevgilerimle…

Güle Sor

Ne zaman var olmaya başladığımı bilmiyorum. Kendimin farkına vardığımda bir formum oluşmuştu. Budanmaya hazır dallarım vardı. İnce, yemyeşil, içinde bütün ruhumun barındığı her biri çiçek açmaya kendini adamış dallarım. Ve kuşkusuz dikenlerim. Gül olmak böyle bir şeydi çünkü. Tüm biricikliğime, tüm eşsizliğime, tüm güzelliğime, tüm naifliğime rağmen; bana fütursuzca dokunanın canını yakacak kadar keskin dikenlerim vardı.

Bakmayın şimdi bundan böyle çok doğal bir şeymiş gibi bahsettiğime. Öyle çok kolay olmadı dikenlerimle barışmak. O günü hiç unutamam. Kızıl, yeni uzamaya başlamış uçları kıvrık saçlarıyla Eylül anne babasının desteği olmadan yürümeye daha yeni yeni başlamıştı. Attığı her adımda duyduğu mutluluktan içim ne kadar da coşuyordu. Pembe açmış çiçeklerimden köklerime yayılan hazzı size anlatamam. Yeni açacağım çiçeklerin mis gibi kokması için varımı yoğumu ortaya koyacaktım.

Derken hiç beklemediğim bir şey oldu. Dengesini yitiren Eylül yere kapaklanırken ona en yakın olan dalımı sımsıkı kavradı. İlk an hiçbir şey hissetmedim. Kırılan dalımın boynu büküklüğünü algılamam zaman aldı. Oysa budandığım zamanlarda, o keskin aleti daha bedenime vurmadan canım acımaya başlar benim. Bu işlemin daha güzel var olmam için en gerekli şey olduğunu bilsem de, kendi içimde çok zorlanırım. Her şeyden önce o kadar emek verdiğim parçamdan koparılmaya alışmam zaman alır. Biçimsiz kesilmiş halim içime oturur. Üzülürüm. Fakat o gün yürüme başarısının coşkusuyla kahkahalar atan Eylül, düşer düşmez kötü bir çığlık attı ve hemen arkasından başlayan ağlamasıyla yeri göğü inletti. Bir türlü susturamıyorlardı. Avuçlarından sızan kana bakakalmış dehşet dolu gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Kırılan dalımın ilk defa kanaması beni afallatmıştı. O kıpkırmızı renk çiçeklerimin pembesini gölgede bırakmıştı.

Kucaklayıp eve götürdüler Eylül’ü. Nihayet bir süre sonra sustu. Toprağı ıslatıp ona tatlı bir kızıllık veren kanımın neden tam da böyle bir zamanda dalım kırıldığında döküldüğüne anlam vermeye çalışıyordum. Ve neden Eylül’ü bu kadar üzmüştü bu. Kafam karışık olduğu için de bedenime yayılması gereken acıyı bir türlü hissedemiyordum. Öyle uzunca bir süre kırık bir şekilde dalım sarktı üzerime. Uğramıyorlardı yanıma.

Birkaç gün geçmişti herhalde; Eylül “Cızz,” diyerek geçti yanımdan içimi cızlatan bir ses tonuyla. O an sandım ki artık fark ederler de besleyemediğim kırılan dalımı benden ayrıştırırlar. Fark etmediler bile. “Evet annecim cızz,” diye tekrarladı bedenini Eylül’e doğru bükmüş olan annesi.

Aylarca ne dokundular ne de kokladılar beni. İyice olgunlaşan çiçeklerimi bile toplamadılar. Sadece Eylül’ün babası bahçeyi suladığı zamanlarda uzaktan köklerime doğru tuttu hortumu. Hiçbir şey yapmadığım halde böylesine yok sayılmak kahretti ruhumu. Öylesine değersiz, öylesine güçsüz hissediyordum ki kendimi; içimden bir türlü açmak gelmiyordu. Beni görmezden gelmelerine ne kadar içerlediysem de, bağlı olduğum topraktan aldığım güçle gül olmaktan vazgeçmedim. Dallarım, dikenlerim ve çiçeklerimle her zamanki gibi var ettim kendimi. Aksi nasıl olunur bilmiyordum her şeyden önce.

Aylar geçmişti. Eylül artık yalpalamadan yürüyebiliyordu. Ağzından dökülen kelimeler çoğalmış, anlaşılır bir hal almıştı. Annesinin “Annecim bak bu çiçeğin adı gül. Ne güzel kokuyor, kokla bak,” diyerek çiçek açmış dallarımdan birini Eylül’e doğru eğmesiyle, aylardır donuklaşan içimde bir ürperme oldu. Kontrolsüz şekilde yayılan bir sıcaklığa bedenlendim.

“Kokuyor. Gül… Kokuyor,” dedi Eylül koklamayı beceremeyen ama taklit etmeye çalışan mimikleriyle. Eylül’ün annesi keşke içimdeki bu sıcaklığa son verecek o cümleleri etmeseydi. “Evet anneciğim ama dikenleri çok sivri görüyor musun? Dikkatli dokunmalısın. Batarsa elin çok acır. Cızz.” Eylül yine tekrarladı “Diken… Cızz.”

Hayatımın en zor anıydı. Avaz avaz bağırmak istiyordu ruhum. “Hayır ben asla kimseye zarar vermem, aslaaaa. . .” Ama biz güller insanlar gibi konuşmayız. Rüzgarın esintisine kendimizi bırakıp, acılarımıza rağmen esnemeye çalışırız. Esnemezsek kabullenemeyiz kendimizi. Kırılıp, savrulup, yok olup gideriz.

Dikensiz bir gül olabilmenin çaresini inanın çok aradım. Fakat ne kadar denediysem olmadı. Kendimi masum ve narin sanırken, bir o kadar da keskin ve tehlikeli olduğumu kabullenebilmem uzun zaman aldı. Hatta kimseye batmadığı, kimsenin canını yakmadığı zamanlarda bile; o dikenlerin bana ait olduğunu bilmek canımı acıttı. Biliyordum ya artık başkalarına zarar verebileceğimi. Kendimi bir türlü affedemiyordum.

Zor oldu, inanın çok zor oldu ama sonunda bir gün anladım. Canilerin acıttığı canların o amansız çığlıkları ruhumun acısını bastıracak kadar yeryüzünü kapladığı an anladım. Bir annenin çocuğundan sakındığı o keskin dikenler beni ben yapıyordu. Onlar olmadan ben gül olamazdım ki. Dikenine rağmen bir canın güzel olabileceğine ve güzel bakılırsa bunun bütün canlar için geçerli olabileceğine başka türlü insanları inandıramazdım ki.

Didem Elif

Mucize Ruh Dergi, Sayı 4, Temmuz 2018

Not: Bu öyküyü 2018 yılının Temmuz ayında, çocuk yaşta öldürülen Eylül’ün haberinin arkasından Mucize Ruh Dergi için yazmıştım. Bir anlamda Leyla için, Ayşe için, Fatma için, içimizdeki çocuk için, yani tüm “can”lar için yazdım. Yazmaya başlarken nedenini bilmediğim bir şekilde aklıma Ciwan Haco’nun Gula Sor adlı şarkısı gelmişti. Kürtçe olan şarkının bendeki çağrışımlarıyla öyküye Güle Sor ismini vermiştim ve kendimi Gül’ün yerine koymaya çalışmıştım. Normalde canlı çiçek kopartmayı sevmem ama geçmişte istemeden de olsa zamansız yere Dal’ını kırdığım bir Gül eminim ki vardır. Bunun için gerçekten çok üzgünüm

Dolmakalem

Uzun zaman sonra mektup yazmak da nerden aklıma geldi bilmem. Üstelik oturduğu evin adresini de bilmiyorum. Hala aynı telefon numarasını kullandığından bile emin değilim. Eşyalarımı toparlarken elime geçen dolmakalem ve mürekkep beni kışkırtmış olmalı. Sahi doğum gününde ona aldığım dolmakalemin bende ne işi var. Votka şişesinin dibini gördüğüm o gece bütün eşyalarını verdiğimi sanıyordum. Sanki bunu özellikle saklamışım; yıllar sonra yani tam da şimdi, evlilik arifesinde eşyalarımı toplarken allak bullak olmak için. Beni bugüne kadar dinlemeyi seven biriymiş gibi sayfalarca döktürmüşüm bir de. Bazen kendimi hiç anlamıyorum. Evleniyorum ben, çok az kaldı. Bir dolmakalemin çeyiz sandığından daha fazla şeyi içine sığdırabiliyor olması haksızlık.

Çay demlemekse bugün yaptığım en aptalca şey. Ben çay sevmem ki. Yıllarca sırf o seviyor diye demledim çayı. Ne kadar da nefret ediyordum çaydanlığı temizlemekten. Akşam yatmadan mutfağı ocağına kadar mutlaka temizlerdim ama çaydanlığın içindeki o bayatlamış çay sabaha kadar öylece kalırdı. Sabah erken kalktığım için kahvaltı öncesi onu temizlemek gene bana kalırdı tabi. Günlerce beklemiş çay çaydanlığı nasıl karartıyorsa, içimde biriktirdiğim anılar da içimi öyle karartmış.

İnsan kendi yazdığı mektubu postalamadan önce defalarca okumalı. Ama ben tekrar okursam kendimi caydırırım diye korkuyorum. İnsanın kendisiyle hiç beklemediği bir anda bu şekilde yüzleşmesi korkutucu. Dolmakalemin mürekkebinin istemeden etrafa akması gibi, duygularım resmen odanın her yerine döküldü.

İşte sakin kalmak için öğrendiğim nefes tekniklerini tam da uygulama zamanı. İçimde bana acı çektirmek isteyen tarafım şiddetle bunu reddediyor. Ama lütfen bana bunu yapma hayır! Günlerce hatta aylarca verdiğim mücadeleyi yok sayıp şimdi tekrar sıfırdan başlayamam.

Dolmakalem… Yazdığı tüm kitapları onunla imzalayacağının hayali belirmişti onu vitrin camında ilk gördüğümde. Ne çok yakışacaktı o güzel parmaklarına. Dolmakalemin turkuaz gövdesini kavrarken farkında olmadan içini tarif edilemez bir enerji kaplayacaktı. Yüzüne yayılan gülümseme, karşısına çıkan herkesin içini aydınlatacaktı. Hayranlarının adını kitabının ilk sayfasına karalarken, aklının ucundan bile geçirmeyecekti beni.

Varlığının deli gibi beynimi istila ettiği şu anda aklının ucundan geçiyor muyum ki? Ayrılığın en acıklı yanı bu değil mi? Karşısındakinin ne hissettiğini asla bilemeyecek olmak. Yoksa belki gururuna yenilip koşa koşa sarılacak insan.

Sahi ne zaman karar verdim evlenmeye? Onu unutamadığımı kendime neden hiç hatırlatmadım? Nasıl oldu da Mehmet’i bunca zaman aldatabildim? Nasıl bu kadar insafsız olabildim? Mehmet’e evlenemeyeceğimizi bir an önce anlatmalıyım. Bu saçma sapan mektubu hemen yok edip, dolmakalemin mürekkebi bitmeden bu sefer Mehmet için yazmalıyım.

Didem Elif

Mucize Ruh Dergi, Sayı 3, Haziran 2018

Roman Yazma Sanatı ve Eco

Umberto Eco, kuşkusuz çağımızın en önemli yazarlarından biri. Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan son kitabı Genç Bir Romancının İtirafları’nda, yazar kendi romanları üzerinden kurmaca yapıtları masa üstüne yatırıyor. Beyaz perdeye uyarlanan ve büyük ses getiren ilk romanı Gülün Adı’nın elli yaşına doğru yayınlanmış olması, onu kendi gözünde genç romancı kılmaktadır. Son kitabında kurmaca eserlerine odaklanmış olsa da; konuyu ele alış biçimiyle, İtalyan yazarın gstergebilimci kimliği kitap boyunca satırlar arasında ruhunu hissettiriyor.

Romancılığını amatör bir uğraş olarak grür ve mesleği olarak varsaymaz. Ancak çocukken başlayan roman yazma denemeleri, bunun onun en büyük hayallerinden biri olduğuna dair itiraf niteliğindedir. Ruhunun derinliklerinde uzunca zaman kendisinin de farkında olmadığı bir romancı yaşatmıştır. Hayatının bir noktasında bunu gerçekleştirme dürtüsüyle Gülün Adı’nı yazmaya başlar. Peki bir yazar nasıl yazar? Kitap okuyan ve yazma eyleminde bulunan pek çok kişinin sıkça sorduğu bu soruya cevap vermeye soyunuyor. Başka diğer kurmaca yapıtlarından alıntılar yaparak, kendi yöntemlerini aktarıyor.

Yazma sürecinde ilham onun eserlerinde önemli bir yer tutmaz. Metinlerinin zenginliği araştırmalar ve incelemeler sonucu kazanılmıştır. Bu da bazıları üzerinde uzunca yıllar çalışılmasını gerektirmiştir. İçe kapanıklıkla geçen hazırlık yılları içerisinde; kişileri, mekanları ve hatta olayları önce resimsel boyutta çözümler. Gittiği bazı yerleri, haritalara; karakterleri, portrelerine varıncaya kadar çizer. Bir yandan da belgeler toplar. Tüm dikkatini anlatacağı hikaye ile ilgili fikirler, imgeler, sözcükler bulmakta toplar. Betimlemeye verdiği önem büyüktür. Doğru betimleyebilmek uğruna, gecenin bir vakti yollara düşüp, şehirde sokak sokak dolaşabilir; ki bu yönteme sıkı sık başvurur. Yazmaya başlamadan önce yaptığı çizimler sayesinde, mekanlar arasında hareket eden iki karakterin diyaloğu bile gerçek zaman dilimine tekabül edecek niteliktedir. Bu sayede, büyük başarı getiren Gülün Adı romanı, sinemaya da aynı başarıyla uyarlanmıştır.

Romanda konuya hakim olmak çok önemlidir. Eco’nun romanlarının her biri önce bir imge ile kafasında belirir. Onu heyecanlandıran bu imgeden yola çıkarak; yaratıcı fikirler, içinde doğar ve büyür. Araştıran ve belge biriktiren kişiliği konuya hakim olmasını kolaylaştırır. Yine de bazen aradığı soruya yanıt bulması yıllarını alır. Zaten bulduğu yanıt romanın kendisidir. Yazar anlatı dünyasını oluşturduktan sonra sözcükler arkasından gelir. Hikaye ne kadar kendi başına yol alsa da, yazarın hikayenin ilerlemesinde uyguladığı yöntemler vardır. Bunlardan biri getirilen kısıtlamalardır. Mesela hikaye hangi zaman diliminde gerçekleşecektir? Bu çok önemli ve gerekli bir kısıtlamadır. Kendisi için yazmadığını belirten Eco, kendisi için yazdığını söyleyenleri de samimi bulmaz. Ona göre yazarların kendisi iin yazdığı tek şey, işleri bitince attıkları alışveriş listeleridir. Ve edebiyatın amacı yalnızca insanları eğlendirmek ve avutmak olmamalıdır. Okudukları onları heyecanlandırmalı, harekete geçirmeli, düşünmelerini sağlamalı, gerekirse aynı metni defalarca okumaya yönlendirmelidir. Bu duyarlılık içinde olan her yazar, okuyucunun zekasına ve iyi niyetine saygı göstermektedir.

Kuşkusuz bir yapıt kendi iinde tutarlı olmalıdır. Bu bakımdan bir yazar bütün öğeleri hesaba katmak zorundadır. Eco’nun bakış açısına göre, yazar ne olursa olsun kendi yapıtıyla ilgili yorum yapmamalıdır. Her okuyucunun yorumu farklı olabilir. Bununla ilgili yaşadıklarından örnekler verir. Yazarların kendilerine bile açıklayamadığı yapıtlarıyla ilgili özel hayatlarında mucizevi rastlantılar gerçekleşebilir ama Eco için rastlantı ya da mucize değildir yaşanan. Çünkü yazarların özel hayatları yeri geldiğinde metinlerinden daha karmaşık ve anlaşılmazdır.

Bazen okurlar okudukları hikayeye kendilerini o kadar kaptırırlar ki, yazarın kurmaca dünyasını gerçek gibi algılarlar. Hikayenin karakterlerini çok fazla ciddiye alırlar. An gelir onları kendi ve başkalarının hayatlarından model olarak görürler. Eco bu konuyu, Anna Karenina’ya Ağlamak başlığı altında inceler: “Eğer Anna Karenina’nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak o zaman onun düştüğü duruma neden ağlıyoruz ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor?” Anna Karenina gibi sanal bir karakterin hikayesini paylaşmamızın anlamı ne olabilir? Yazar sorduğu sorulara neredeyse matematiksel bir çözümleme ile yaklaşıyor. Başarılı kurmaca karakterlerin nasıl gerçek insani durumun kusursuz örnekleri olduklarına çok güzel açıklamalar getiriyor.

Umberto Eco, roman yazma ile ilgili itirafları içerisinde en büyük payı Listeler’e ayırmış. Ona göre iyi bir listenin gerçek amacı sonsuzluk fikrini ve vesairenin başdöndürücülüğünü iletmesidir. bu düşüncesini listelere yer veren yapıtlardan alıntılar yaparak kuvvetlendirir. Listelerin oluşması elbette yine araştırmalarla, birikimlerle gerçekleşir. Gerçi internet sayesinde bugün bir yazarın bulabileceği liste sayısı neredeyse sınırsızdır. Listeleri o kadar derinlemesine anlatır ki; söylediği gibi, sonsuzluk fikri ve vesaire, bu anlatımda bile insanın başını döndürür. Yapıtlarında nesnelerin, kişilerin ve mekanların betimlemelerini listeler yoluyla güçlendirmektedir. Kendi romanlarında en azından bir yere mutlaka bir liste koyar. Bunun nedeni de ifade edilemeyeni hissetmenin onu büyülemesidir. Zaten listelerle ilgili detaycılığı, anlatımı ve alıntıları Eco’nun ne kadar büyülendiğini gayet net okura hissettirir. Bir yandan yaptığı alıntılar vesilesiyle etkisi altında kaldığı yazarları paylaştığı da söylenebilir.

İlknur Özdemir çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılan Genç Bir Romancının İtirafları, bizi Eco’nun kurmaca dünyasına götürüyor ve bu farklı dünyaya ait ipuçları veriyor. Bir inceleme niteliğindeki bu kitap roman yazma sürecini daha yakından tanımak isteyenlere iyi fırsat sunuyor.

Didem Elif

Birgün Gazetesi Kitap Eki, 2011

İnsanın Somut ve Soyut Oluşu

Bazı roman karakterleri roman isimleri kadar kalıcıdır aklımızda. Tıpkı Albert Camus’nün Düşüş adlı romanındaki Jean-Baptiste Clamence gibi. Üstelik karakterin kendi kendine verdiği takma bir addır bu. İki yüzlü bir kafaya, bir Janus’a (bir yüzü öne, bir yüzü arkaya bakan iki yüzlü Roma tanrısı) benzettiği hayatını anlattığı bu kısa roman boyunca, onun gerçek adını öğrenemeyiz.

Her ne kadar Düşüş, uzun bir hikaye gibi görünse de, 4-5 ciltlik bir kitapta verilebileceğinden daha çok konuya değinir Camus romanında. Onun hayata bir felsefeci gibi yaklaşım gösterdiğini göze alırsak, bu hiç de şaşırtıcı bir sonuç olmaz. Aileden tutun da köleliğe kadar pek çok şeyi irdeler. Bu okuyucuyu boğmaz, ona fazla gelmez; çünkü felsefeyle ördüğü kurgusunu, karşıya hissettirmeden roman akıcılığıyla işleyen bir ustadır o. Ayrıca tüm hikayeyi monolog olarak kendi ağzından dinlediğimiz Jean-Baptiste’nin kendini ve etrafını sorgulama içerisinde olması, bu durumu daha da doğallaştırır.

Jean-Baptiste 40’lı yaşlarda bir Fransızdır. İçi dolu eski bir avukattır. Kendini cezalı yargıç olarak tanıtır. Bu tanımın ne anlama geldiğini açıklamak için de, kendi düşüş hikayesini Paris’te bir avukat olduğunu sonradan öğreneceği Amsterdam’da Mexico City adlı barda tanıştığı adama anlatmaya başlar. Romanın başlangıç noktasını oluşturan bu mekan 72 milletin denizcisini ağırlar. Her akşamı kendi evi gibi gördüğü bu barda geçirmektedir. Ardıç likörü ile başlayan muhabbetlerinden, karşısındakinin onu ilk dinleyen kişi olmadığı ortaya çıkar. Bir zamanlar oldukça zengin olan Jean-Baptiste, adeta Amsterdamlıymış gibi ağırlama arzusu içindedir. Tutkuyla şehri anlatır. Burayı oldukça sevmektedir, çünkü kendisiyle özdeşleştirdiği bu şehir onun gibi iki yanlıdır. Tam da kendi deyimiyle; Hitlerci kardeşler tarafından üzerinden bir zamanlar sanki elektrik süpürgesi geçirilmiş Yahudi mahallesinde oturur: “Ve ben tarihin en büyük cinayetlerinden birinin işlendiği yerde oturuyorum şimdi.” Fakat ikiyüzlülüğünü anlaması öyle de kolay olmamıştır. O hep hayatın yüzeyindedir, hiçbir zaman gerçeğin içinde değildir. Her şey üzerinden kayıp gider. Seine nehri üzerindeki Arts köprüsünde duyduğu kahkahaya kadar hayatı öğrenmeye hiç ihtiyaç duymamıştır. Üstelik bu kahkahadan iki, üç yıl önce yaşanmıştır gerçekte hayatının dönüm noktası olan olay. Yine köprüden geçmekte olduğu bir gece, arkasında bıraktığı parmaklıklara dayanan kadının intiharına şahit olması ve çığlığı karşısında hiçbir şey yapmamasıdır onun düşüşünü başlatan. Bu yüzden ilk gece bardan birlikte çıktığı beyefendiyle köprü başında ayrılır. Yemini vardır. Geceleri köprüden geçmez. Ya biri kendini suya atarsa? O zaman ne yapacağız?

Ölüm çok fazla işlenen bir temadır Camus’nün kitaplarında. Bir yandan soyut bir biçimde kendi hayatlarını devam ettirme isteğinde olan, diğer yandan somut olarak ölümlü bir varlıktır insan. Çelişkili yaşantısı boyunca hayatını anlamlandırmaya çabalar. Bu “Absürt”ün ta kendisidir ona göre. Her ne kadar o kendini herhangi bir akımın altında görmek istemese de, absürdizmin öncülerinden biri olarak anılır. İntiharı desteklememektedir, ama Düşüş’te intihar anından sonra karakterinin kendini tanımasının başladığını görürüz. Belki Jean-Baptiste’nin de vurguladığı gibi: “Sadece ölüm duygulandırıyor bizi.”

Jean-Baptiste, pek de duyarlı olmadığı avukatlık döneminde, katiller dahil olmak üzere pek çok suçluyu savunur. Böylece yargıçlar cezalarını veriyor, o her türlü ödevden kurtulur. Ayrıca kurbanları kendisi olmadığı sürece, suçlular ve sanıklardan yana olmasının ne zararı vardır? O haklıdan yana olduğuna inanmaktadır. Çoğunun suç işlemesinin nedeni, suçlu olmaya dayanamadıklarındandır. Karısını aldatan adamın, karısını öldürme hikayesi bu düşüncesini destekler niteliktedir bu bağlamda. Ayrıca ona göre; “Pezevenklerle hırsızlar, her zaman, her yerde ceza görecek olsalardı, bütün namuslu kişiler, kendilerini boyuna suçsuz sanırlardı.”

Paris’te oldukça tanınmış tutkulu bir avukat olarak yargıçları hep küçümser. Varlıklarını kabul eder ama bir türlü insanın kendini bu işe vermesinin nedenini aklı almaz.

Bir iyilik timsalidir neredeyse Jean-Baptiste. Terbiyeli ve naziktir. Dul, yetim hakkı yemez. Körleri karşıdan karşıya geçiren bir yardımseverdir. Sadaka vermeyi sever. Dilenci görünce adeta coşar. Otobüste, metroda yer vermek ve bunun gibi yaptığı iyi olan her şey onun gününü aydınlatır. Oysa onun iyilik anlayışı, karşısındaki borçlu olmaya itmek üzerinedir: “Kimseye borçlu kalmaksızın herkesi kendime borçlu kılıyordum. İşimden ötürü, yargıcın üstüne çıkıp onu bana karşı minnet duymaya zorluyordum.”

Çok yetenekli, sporla ve güzel sanatlarla da uğraşan bilgili biridir aynı zamanda. Kısaca başarılı bir hayattır onunkisi. İnsan hayattan daha ne isteyebilir ki?

Yalnızca üstünlüklerini görür. Böylesine dolu bir insan olduğuna inandıkça, kendini biraz insanüstü görmeye başlar. Aslında işin can alıcı kısmı da budur. İyiliğe verilen adayış, seçilmiş olduğunu sanmaya kadar varır. Herkesten üstündür ama kendini daha akıllı bulmaz, çünkü esas aptallığın bu olduğunu bilir.

Ve kadınlar… Kadınları çok seven bir bekardır. Onlarla ilişkisi dolambaçlı oyunlar içindedir. Elde edip kendine bağladıktan sonra onları terk eder. Yine de hiçbiri kalıcı olmayan bu kadınlara mahkemelerden daha az yalan söyler.

Kahkahayı duyduğu geceden sonra öğrenmeye başlar bildiklerini. O an dek şaşılacak bir unutma gücüne sahiptir. Kendine güvensizlik ortaya çıkar, dostlarının ona sürekli güldüğünü düşünür. Tekrar tekrar duyduğu gülüşler kendiyle buluşmasıdır oysa. Böylece varlığındaki ikiliği keşfeder. Etkileyici, girgin, zeki, erdemli, medeni, kırgın, hoşgörülü, yardımsever, öğretici rollerine giren, insanları ve yaptıklarını ciddiye almayan, esasında en çok küçümsediklerine yardım eden biridir o. Rol yapmadığını hissettiği tek alan, ciddi ve hevesli olduğu spor ve tiyatrodur.

Ölümü düşünmeye başlar. Tedirgindir. İnsan bütün yalanlarını itiraf etmeden ölmemelidir. Bir dosta ya da bir kadına. Kadınlara sığınır. Eksiklik, acı içindedir. Sevme ve sevilme ihtiyacı yüzünden aşık olduğunu sanır. Kendi deyimiyle; “Aptallık eder.” O güne kadar rahatsız olduğu soruyu sorarken bulur kendini: “Beni seviyor musun?” Ama karşılığında gelecek “Ya sen?” sorusu için yine ikilem içindedir. Aşk sayesinde arınacağına daha çok günahlar kazanır. Kadınlarla dost olmayı denedikçe de sıkılır. Çünkü artık oyun yoktur, tiyatro yoktur, gerçeği bulmuştur. Ve gerçek insanı sıkıntıdan patlatır. Geriye kahkahayı susturmanın bir tek yolu kalır. Vur patlasın, çal oynasın yaşamak. Orospularla yatar, her gece sabahlara kadar içer. Çünkü bir şişe daha fazla içti diye içki erkeği üstün kılabilir. Ama zamanla karaciğeri bozulur. Vur patlasın, çal oynasın yaşamak, sanıldığı gibi delice bir azgınlık değildir. Upuzun bir uykudur o. Delice eğlenerek duyduğu o kahkahayı zamanla işitmez olur. İşleri azalır ama mesleğini hala devam ettirmektedir. Hastalığını atlattığını sanır. Ta ki bir gün bir kadınla gezintideyken, büyük bir geminin en üst güvertesinden, okyanusun üzerinde kara bir nokta görene kadar. O anda kaçtığı sesin Seine üzerinde çınlayan o çığlık olduğunu anlar. O gün aslında iyileşmediğini, adeta sıkıştığını kavradığı gündür. Halini ortaçağdaki rahatsızlık yuvasında yaşamaya benzetir: “Sıkıntıya boyun eğip iki büklüm yaşamak gerekiyordu. Uyku düşmeyle geçerdi, uyanıklık çömelmeyle.”

Buna alışması çare bulması gereklidir. İlkin avukatlık yazıhanesini kapatır. Paris’ten ayrılıp, geziye çıkar. Adını değiştirir ve Amsterdam’a gelir. Mexico-City yeni yazıhanesidir artık. Hayatını başkalarına dillendirirken sürekli kendini suçlar. Aslında çağdaşlarına sunduğu kendi tasviri, onlara bir ayna oluversin ister. Karşısındakini özeleştiri yapmaya ve kendisini yargılamaya itmek için çabalar.

İkiyüzlülüğü kabullenmiştir. Mutludur. Huzuru bu kabullenmede bulur: “Bir şeyi örtbas etmek isteyen, onu daha çok ortaya çıkarır. Dünyanın düzeni çift anlamlı.” Ona göre, bundan böyle herkes yargıç olduğuna göre herkes suçludur birbiri karşısında. Peki kendisini yargılamaya başladıkça mı kendini tanır insan, tanıdıkça mı kendisini yargılamaya başlar? Belki ikisi birden doğru. Jean-Baptiste’nin dediği gibi: “İnsan böyledir, ikiyüzlü.”

Didem Elif

Birgün Gazetesi Kitap Eki – 2011

İyi Hissetmek Nedir Ki?

“Her insanın yaşamaya ve var olmaya hakkı vardır.”

Emre Karacaoğlu’nun “Müzikte Yabancılaşma ve Noir” adlı ilk kitabını elime aldığımda ne okuyacağıma dair pek bir fikrim yoktu. Her şeyden önce “Noir” kelimesinin anlamını bilmiyordum ve “müzikte yabancılaşma” tanımlaması zihnimde herhangi bir yere oturmuyordu. Müziğin matematiğine sandığımdan daha da yabancıydım besbelli. Hikmet Temel Akarsu’nun “Tuhaf Bir Kitabın Önsözü” adını verdiği, kitaba kılavuzluk etme amacı gütmeyen içten yazısı bu duygumu daha da arttırdı. Akarsu’nun, düşünce alışverişi yapabildiği bu genç yazarla kesişen yollarının hikayesini anlattığı önsözde, onun bazı eserlerini İngilizce’ye kazandıran Karacaoğlu’nun ilk çocuğuna “tuhaf” demesi ne anlama geliyor olabilirdi?

Kim bilir başka bilmediğim kaç müzik kavramıyla karşılaşacağım korkusuyla başladım, Emre Karacaoğlu’nun Yüxexes adlı müzik dergisinde yayınlanan yazılarından oluşan kitabına. Daha ikinci sayfasında okuduğum bir cümle ile bu korkuyu def edip kendime geldiğimi itiraf etmem lazım. Ama bu buluşma öyle kolay bir süreç olmadı. Yolculuğa devam etmek isteyen ayaklarım, mıhlanıp kalmış beynim yüzünden ilerleyemedi, edata karıncalandı. Farkındalığın anlık şaşkınlığından gözlerim doldu. Sürekli ne, neden, niçin, niye diye sorgulayan ruhuma bedenim bir şey anlatmaya çalışıyordu sanki. Öyle ya “Hiçbir şey hissetmiyorum,” diye bağıramazdım artık, Peter Steele’in şarkısında olduğu gibi. Çoktan yoldan çıkmışım da meğer arkadan seslenmemişim kendime. Çoğunu geçmişte defalarca dinlediğim müzisyenlerin şarkı sözlerini satır aralarında okurken (okuduğum her bir cümlede her metnin bir müziği olması gerektiğine olan inancım pekişiyor, daha evvel dinleme fırsatı bulamadığım Karacaoğlu sanki müziğiyle arka planda metne eşlik ediyor), o müzisyenleri, şarkılarını ilk kez anlamaya çalışıyorum.

Elimde olmadan yine soruyorum kendime: “Neden dinlemiştim o zaman peki?”

Bedenim cevap veriyor: “Hissetmiştin.” Sorularıma yanıt verdiği için gülümsüyorum kendime.

Yıllar evvel, Emre Karacaoğlu’nun “yalnızlığını, utangaçlığını, anlaşılamamışlığını, depresyonunu ve uykusuzluğunu müziğe taşırken,” diye çözümlediği Kurt Cobain’in hayat hikayesini Dave Thompson’un kaleminden okumuştum. Yirmili yaşlardaydım. Sadece Kurt Cobain değil, başka birçok Rock dehasının da hayatını merak etmiş, peş peşe her birini incelemiştim. Fakat en çok Kurt Cobain’in hikayesinden etkilenmiş olmama rağmen o zamanlar yeterince anlamamışım ki, tutunamayışını yargılamıştım, kendi hayatına son veren pek çok insanı yargıladığım gibi. Kim bilir bir gün benim de aynı sarmala sürüklenebileceğime hiç ihtimal vermeden. Oysa insanın hayattan beklentisi karşılanmadığında, olduğu kişi olamadığında; yaşamla başa çıkma gücünü kaybeder. Girdiği depresyonla kendi içine döner. Yazarın da Karl Marx’dan alıntıladığı gibi, bu noktada insanın ne yaptığı çok önemlidir; ne ürettiği, hatta üretip, üretemediği. Yani bu içine dönüşle verimli sonuçlar elde edip edemediği. Bir insan neden, varlığına devam ettirmeyi seçebilecekken, kolay yoldan gider? Neden vazgeçer? Üstelik varlıkları pek çok kişiyi bu kadar etkilerken? Albert Camus’un meşhur karakteri Sisifos gibi, her kaybedişde yeniden denemesi gerekmez mi? Üstelik kaybedişlerimizden bir şeyler öğrenmez miyiz?

Müziğin matematiğini anlatan bir kitap beklerken, kafamda yıllar boyunca sürekli dönüp duran konularla yeniden meşgul bulunca kendimi, şaşırdım. Karşımda öznel düşüncelerini paylaşmasına rağmen; müzisyeni yargılamayan, ruhuyla empati kuran bir yazar vardı. Bazı karanlık şarkı sözleri nasıl sırf “hissedebilmek” için “acı”ya odaklanıyorsa, o da var olmanın dört işlemini çözebilmek için “duygu”ya odaklanmıştı. Çünkü o duyguyu yaşayan herkes bilirdi ki, var olduğunu hissedememek gerçek acının ta kendisiydi. Birçok iyi müzik devinin uyuşturucularla dindirmeye çalıştığı bu acıyı yargılamak yerine anlamaya çalışmak gerekirdi. Bu anlamda kitabın ilk kısmı olan “Müzikte Yabancılaşma ve Noir Üzerine Bir Deneme” yazıları bana ışık tuttu. Hikmet Temel Akarsu’nun “tuhaf bir kitap” derken onu alkışladığını düşünüyorum şimdi. Sonuçta Karacaoğlu’nun dört işleminden biri de buydu: “Hiçbir şey göründüğü gibi değildi.”

“Sayın”la başlayan ‘Açık Mektuplar’ kısmı her ne kadar öznel ağırlıklı olsa da, yazarın mektubun alıcıyla arasındaki kendi iç sorgulamalarını paylaşması bakımından kayda değer metinler. Yalnız ‘Mor ve Ötesi’ grubu ve Hikmet Temel Akarsu’ya olan açık mektupların “Sevgili” olarak hitap edilmesindeki detay ilgimi çekti. Ne de olsa detayları severim. Emre Karacaoğlu da hayatın detaylarını iyi yakalayan, onlar arasında başarıyla bağ kuran bir yazar. Ki “öğrenilmiş başarı” algısına satır aralarında kafa tuttuğunu dikkate alırsak, bunun onu çok da bağladığını sanmam.

Son bölüm olan ‘Müselles’ yazıları ise evrendeki bütünlüğün, birliğin küçük birer örnekleri gibi… Dört işlemin “eşittir” kısmı adeta. Üç farklı tema, kişi veya nesne hakkında yazılan bu eserler, yazarın bağ kurma eylemini üst noktaya taşımış. Özellikle “Ramanujan, Sinestezi, Hendrix: Rabb’in Sezgilere Bir Hediyesi” müsellesi çok ilginç. İlk defa bu metinle adını duyduğum Sinestezi gerçekten de insana verilmiş bir hediye. Bu denemeyi okurken bilmediğim ‘şey’lerin beni artık korkutmadığını fark ediyorum. Merak etmenin, yeni şeyler öğrenmenin şükranlığını duyuyorum adeta. Resimle, müzikle, yazıyla donanmış bir ilk kitabı kapatırken, mutlu olduğum zamanlarda kendi kendime mırıldandığım bir James Brown şarkısı söylüyordum:

I Feel Good

Whoa-oa-oa!

I feel good, I knew that I would, now

I feel good, so good, i got you

İyi Hissediyorum, şimdi öyleyim bunu biliyorum

İyi Hissediyorum, şimdi öyleyim bunu biliyorum

Çok iyi, çok iyi, sana sahibim

Kitabın içeriğinden çok kendi duygularımdan bahsetmek istedim, çünkü “Müzikte Yabancılaşma ve Noir” ile olan yolculuğum boyunca hiç yabancılık çekmedim.

Didem Elif

10 Aralık 2011 tarihli Birgün Gazetesi Kitap Eki’nden

Facebook
Twitter
Instagram