Masumiyet, Savaş, Sanat

Sierra Exif JPEG 02Bir dünya düşünün ki içinde çocuk olmasın. Kurşun sesleriyle dönsün dünya. Kuşlar cıvıldamasın. Hatta tek bir kuş uçtuğu görülmesin gökyüzünde. Ağaçlar yeşermesin. Yeşermesin ki kağıda dönüşemesin. Tarih; yanmış, parçalanmış kağıtlara yazılabilsin ancak. Toprak hep ıslak kalıp, ölü bedenleri çürütsün telvelerinde. Yaşayan bedenlerin dili olmasın. Dili varsa kalbi olmasın. Parayı sadece parası olan alsın. Kafası büyük olana çıksın piyango. Elleri küçük olanın dolsun cebi. Cep ne kadar küçükse o kadar yırtık olsun dibi. Dikiş bilmekse dünyanın en büyük ahlaksızlığı sayılsın. Ve bu düzende yaşayan herkes ahlaklı olsun.

Bir sergi izledim bugün. İçinde sadece çocuğun olduğu bir dünya gördüm. Yaşadığımız dünya gibi kimsenin dengesini bozmadan kendi etrafında dönüyordu. Kurşun seslerine rağmen; cıvıldayan kuşlar, yeşeren ağaçlar, kalbi olan canlı bedenler dillenmişti resimlerde. Gazete küpürlerindeki dili bilmem gerekmiyordu, okuduklarımı anlamak için.

Karanlık bir odaya girdim bugün. Gözleri kapalı insanlara dönmüştü ışık yüzünü. Onlar aydınlandıkça içimdeki karanlığı gördüm. Nelere gözümü kapamışsam, her biri kafa tuttu bana, acizliğimi fırsat bilerek. Başka bir odaya attım kendimi, huzurumu kurtarabilmek için. Oysa gerçek; oturmuş odada, çay keyfi eşliğinde benim gelmemi bekliyordu.

Didem Ünlü’nün, Nişantaşı’nda yeni açılan Mim Art & Antiques’deki sergisine gittim bugün. Duvarlarda soğuk savaş, sanatla belgelenirken; masumiyet, varlığını kara çarşafa rağmen koruyordu.

Son Kulis Haber / 04 Nisan 2012

Sağlık Olsun

Dönem dönem sağlığını kaybedebilen varlıklar olarak, her birimiz sağlıklı olmanın önemini biliriz temelde. Ancak daha çok kendimizin ya da sevdiklerimizin sağlığı bozulduğunda aklımıza gelir değeri. Esas beceri sağlıklıyken kıymetini bilmekte. Maalesef benim de bu satırları yazmama sebep olan, 35 yaşında bilincini yitirmiş bir tanıdığımın yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyor olması. İşte, ufacık umutlu bir haber beklediğimiz şu anda “Sağlık olsun,” demenin, diyebilmenin erdemini hatırlıyoruz. Hani en sevdiğimiz bardak kırılır ya dikkatsizlikten, ya da işimizi kaybedebiliriz hırslarımız yüzünden, hatta doğup büyüdüğümüz ev bile satılabilir yabancılara elde olmayan nedenlerden… Böyle anlarda, yitirdiğimiz ne olursa olsun, “Sağlık olsun,” diyebiliyorsak ne mutlu bize.

Varlığının korunması gereken değerler var; huzur, mutluluk, özgürlük gibi… Hatta bence huzurlu ve mutlu olmayı becerebildiğimizde hem özgür olabiliyoruz, hem de sağlık konusuna farklı açıdan bakabiliyoruz. Çünkü sağlıklı olmaktan çok, sağlıklı bakış açısına sahip olabilmek daha önemli. Doğuştan engelli de doğabiliriz, ya da beklenmedik bir kaza sonucu sağlığımız sekteye uğrayabilir, ölümcül hastalık davetsiz misafir gibi ansızın gelebilir. Davetsiz misafire nasıl davranılıyorsa, işte öyle davranılmalı hayatın bütün getirdiklerine… Güler yüzlü bir “Hoş geldin,” ile sıcacık bir kabulleniş, “Neden ben, niye ben?” diye sorgulamadan. “Nasıl iyileşebilirim? Başka neler yapabilirim?” sorularına cevaplar arayarak. Sahip olduğumuz güzellikleri görmekten hiç vazgeçmeden ve içimizdeki sevgiyi hiç kaybetmeden. Sevginin evrensel gücünü iyileşmek, iyileştirmek için hissetmek ve hissettirmek.

Arkadaşlıklar, dostluklar hatta aileler biraz da bunun için varlar. Sevdiklerimizle ve bizi sevenlerle iyi, kötü her duyguyu paylaşmak; bizi daha sağlıklı bireyler haline getiriyor. Paylaştığımız sevgiyle büyüyoruz, güzelliklerle mayalanıyoruz, çoğalıyoruz. Hastanede yatmakta olan tanıdığımın sevenleri her an yanı başında. Sevgili eşi yaşama geri dönmesi, onunla yeniden hayatı paylaşması için sabırla, sevgiyle bekliyor. Onun gücüne hayranlık duyuyorum. Sürekli dua ediyor, sıcak ve sevgi dolu masajlarla sevgilisinin bedenini rahatlatmaya çalışıyor. Benim elimden başka bir şey gelmediği için, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum bugüne kadar bütün kaybettiklerim için; “Sağlık Olsun!” diye…

Son Kulis Haber / 30 Mart 2012

Gün Gelir Ayrılsak Da Seninle Arkadaş

Yazıyı Didem Elif’in sesinden dinlemek için aşağıdaki ses dosyasına tıklayın.

Yıllar içinde etrafınızdaki arkadaşlarınız hep değişir. Aynı kalmaz hiçbir zaman. Mahallenizde başka, ilkokulda, ortaokulda, lisede, üniversitede başka, işyerinizde başka, hatta bilgisayarınızla dünyaya bağlandığınızda bile başka arkadaşlarınız olur. Ne de olsa ortam değiştirdikçe arkadaş edinmek mayanızda vardır.

Acı tatlı geçerken hayat; acıdan, tatlıdan çok kendinizi paylaşırsınız arkadaşlarınızla. Ama hayatın acıları, tatlıları değişmeye zorlar sizi. Bazen de arkadaşlarınız bu değişimde rol oynamak ister. Gün gelir Zeynep sevmediği için Mehmet’i çağırmazsınız, o geldiğinde; Fikret, Zeynep var diye gelmez, çağırdığınızda; ve Zeynep, bozulur Arzu geldiğinde onu çağırmadığınızda… Belki de bazen bu yüzden beş sene önceki arkadaşlarınızla oturmazsınız bugün sofraya. Başkalarının sağlığına kaldırırsınız kadehleri, beş sene sonra kimlerle içeceğinizi bilmeden… Yine de içkinin şişede durduğu gibi durmadığı anlarda, hep bir ağızdan “Arkadaş” şarkısını söylersiniz bütün coşkunuzla. Ne de çok arkadaşınız vardır saymaya başladığınızda…

Zaman artık teknoloji zamanıdır. Anılar bilgisayarınızın harddiskinde depolanır. Facebook diye bir arkadaş sitesi yapılır, gelmiş geçmiş bütün arkadaşlarınızı bulmanız, onlara bir çırpıda ulaşabilmeniz, yeni arkadaşlar edinebilmeniz için. Bir artırıp, üç eksilterek çoğaltırsınız, ekranda dondurduğunuz arkadaş listenizi.

Yılların, değişimlerin, teknolojinin hayatınızdan hiçbir şekilde çıkaramadığı kişiler de olur sayıları az da olsa. Zeynep, Fikret ve Mehmet gibilerle arkadaşlık yapmanıza bakmayan kişilerdir bunlar. Değişimlerinize, umduğuyla değil bulduğuyla yetinen bir misafir edasıyla yaklaşabilen; beş yıl aradan sonra bile aradığınızda sitem yapmayan; sırf sesinizi duyduğu için gülümseyerek konuşan; hasretini ekrandan gideremeyen; başarınıza sevinen; kayıplarınıza üzülen; hatta tanrıya inanmadığı halde sizin için dua eden kişiler bile vardır…

Onlar hep aklınızdadır. Ama bir türlü aramazsınız, arayamazsınız. Çünkü hızlı yaşamaktasınızdır zamanı arkadaşlarınızla…

Didem Elif

Bizim Avrupa / 2006

Son Kulis Haber / 13 Mart 2012

Sonuçlardan Memnunum

Birkaç gündür “Verimlilik nedir?” diye düşünüyorum. İktisat Bölümü mezunu olarak “Verimlilik” kavramının tanımını öğrenmiştim oysa. Üzerinden yıllar geçti. Hafızamda teknik açıklamalar gitti geldi. Fakat sonuçtan tatmin olamadım. Tam da o an anladım ki aradığım, verimliliğin net açıklaması değildi. Verimliliğin tanımını ararken hissettiğim duyguydu. “Sonuçtan tatmin olmak ya da olmamak. İşte bütün mesele buydu…”

Verimliliğin direkt açıklaması bu olmayabilir elbette ama bence kişinin tatmini yoksa verimlilik söz konusu olamaz. Yani zamanını çok eğlenerek geçirmiş olabilir insan yaptığı şey her ne ise. Hatta zaman su gibi akıp gitmiş olabilir. Yüzde bir gülümseme ve bomboş bir kafayla dolaşabilir. Ancak eğer ki yaptıklarının sonuçlarından memnun değilse verimsiz geçirilmiş bir zaman gibi hissedebilir. Çünkü gerçekte doyuma ulaştırılmak istenen noktalar aç kalmıştır. Tabi bunu anlayabilmek için ne istediğini bilmek gerekiyor. Kişi kendi hayat dilimini nasıl geçirmek istediğini tanımlayabilmeli. Bunun açılımını spesifik olarak yapabilmeli.

Düşündükçe verimli olmayı tek başına istemek yanlış geldi. “Para istiyorum,” demek ne kadar yanlışsa… Sonuçta 1 Lira da para, 1000 Lira da. İçilen kahve siparişi verilirken, nasıl şekerinden sütüne kadar detay veriliyorsa aynen öyle açık olmalı. Diyelim ki ben günde beş sayfa yazı yazmam gerektiğini düşünüyorsam ve bir sayfa mutlaka yazıyor ama daha fazlasını bir türlü yazamıyorsam, yazdıklarımın sonuçlarından tatmin olamam. Kendimi sürekli verimsiz hissederim. Bu duygu beni gün içinde aşağıya çeker durur.

Demek ki spesifik hedefler belirlerken gerçekçi olmalı. Yere çakılmamak için havada kalacak hayaller kurmamalı. En azından işe tutturabileceğimiz hedefler belirleyerek başlamalı. Mesela ben! Ben bugün beş sayfa yazı yazdım. Sonuçtan memnunum. Günümü verimli kullandım. Peki gelelim sana: Sen ne yapmak istiyorsun? Sen ne yaparsan verimli hissedeceksin kendini?

Son Kulis Haber / 06 Mart 2012

Bitti Gitti

İnsan hayatı ölümle son bulmadan önce bir sürü bitişler barındırır içinde. O bitişler korkutur bizi. Hatta bazen öyle korkarız ki, istemediğimiz sonun gelişini daha da hızlandırırız. Üstelik sonrasında yeni başlangıçlara bir türlü odaklanamayız. Geçmişin bilinirliği geleceğin bilinmezliğinden dolayı her zaman daha aydınlık görünür. Okula başlayan çocuk, gözyaşı akıtabilir sırf bu yüzden. Annesinin eteklerine sımsıkı tutunmak isteyebilir. Belki başka bir çocuk onun elinden tutuncaya kadar direnebilir. Yıl sonu gelip çattığında ise arkadaşının elini bırakırken aynı çocuğun gözünden yeni bir gözyaşı daha akar.

Doğan, ağlar; ölen, susar. Biz ise doğana güler, ölene ağlarız. Doğanın kanunlarına alışsak da onları bir türlü anlayamayız. Israrla anlamak istemeyiz. O bize her seferinde bıkmadan usanmadan yeniden anlatır. Korkularımız, öfkelerimiz, hırslarımız kendi merkezine çeker bizi. Geçmişin kayıplarını tuttuğumuz bir defteri, günlük gibi karalar dururuz. Böylece defter eskise bile, geçmiş hep taze kalır belleğimizde. Üstelik çoğu zaman kötü anıları güzel anıların üstüne yazarız, sanki hayat bilançosunda kötü olanı unutmamak daha çok işe yarıyormuş gibi.

Kimseye hayat dersi vermek değil niyetim. Herkes tek başına su gibi akıyor evrende ve kendi yolunu kendi kendine buluyor. Ben de kendi bitiş hikayemin içindeyim. “Bitti Gitti,” diyemediğim anlar oluyor benim de. Yeni başlangıçlar her zamankinden çok korkutuyor beni. Bu yüzden hayatımın en zor yazısını yazıyorum şu anda belki de. Kelimelerle dağıtmaya çalıştığım korkular, kelimelerin yetersizliği karşısında iyiden iyiye büyüyor sanki. Şimdiki zamanda kalmaya çabalıyorum. Haliyle yazdıklarım da en çok bana dair. Güzel anıların üzerini kapatmadan bu bitişin son gününün duygularını karalıyorum defterime. Bilançom nihayet eşit çıkıyor.

Öte yandan bilirim, bazı bitişler için gün sayılır. Hele ki ucunda tezkere almak varsa. Aslında tam da İspanyol filozof Seneca’nın dediği gibidir; “Başlayan her şey biter.” Bu anlayış sürekli hatırlansa, hem çileli günler daha rahat dolar, hem de bütün bitişler metanet ile karşılanabilir. Sonuçta herkes yeni güne uyanmak için gözlerini uykuya kapatır.

Son Kulis Haber / 28 Şubat 2012

Türkiye’nin İki Yüzü

Ocak ayının sonunda “Korkma, Susma, Boyun Eğme, Gülümse” sloganıyla yayın hayatına başlayan Yurt Gazetesi’nin dün kullandığı bir manşet dikkatimi çekti. Üstelik göz gezdirme adetim bile yoktur gazetelerin üçüncü sayfalarına. Tuhaf şekillerde can veren insan hikayelerini okumayı pek sevmiyorum. Ama “Türkiye’nin İki Yüzü” adlı başlığın yanında bikinisiyle gülümseyen kızın fotoğrafı, yazıya çekti beni. Haberde Türkiye’nin büyük bir bölgesi karla boğuşurken, Alanya’da turistlerin havuza girmesine değiniliyordu. Haber çok ısıtmasa da gazetenin diğer sayfalarını çevirirken sürekli bu başlığı düşünüp durdum.

Madımak Oteli’nin yakılmasıyla ilgili davanın zamanaşımına uğramasına ramak kaldı. Yakalanamayan sanıklar için son 21 günün içine girildi. Öte yandan Hidroelektrik santralini protesto eden genç kıza 9 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Aynı gazetede bu iki ayrı haber gazetenin siyaset sayfalarında yer almıştı. Birinde çevreyi koruma adına eylem yapılıyor; ölen yok. Diğerinde Madımak Oteli bir grup gözü dönmüş tarafından ateşe veriyor; Pir Sultan Abdal Şenlikleri için kente gelen 37 kişi, konakladıkları Madımak Oteli’nde yanarak ölüyor. Üstelik 51 kişi ağır yaralanıyor. Tanıklarının unutamayacağı bir katliam yaşanıyor.

İstanbul bu sene sık sık karlar altında kaldı. Gündelik hayat çoğu zaman zorlaştı. İstanbulluların şikayetlerine Ankara gibi karı daha yoğun yaşayan şehirlerdeki insanlar çok büyük tepkiler verdiler. Her ne kadar Alanya’da şu anda havuza giriliyor olsa da, yurtta badem ağaçları çiçek açmış olsa da, hala Türkiye’nin genelinde kış mevsimi yaşanıyor.

Siyasette de Türkiye’nin iki yüzü var elbette. Bir yandan Yurt Gazetesi gibi sistemi eleştirme cesaretini gösteren yeni oluşumlar doğuyor. Diğer taraftan hemen hemen her alanda AKP’nin borusu ötüyor. Türkiye’nin siyasetini ağırlıklı olarak onlar belirliyor. Hele son günlerde başbakan, Türkiye’nin sorunlarını çözecekmiş gibi; “dindar genç nesil yetiştirme,” derdine düşmüş. Ama istemeden merak ediyor insan: 1993 yılında Madımak Oteli’ni yakanlar kimdi? Onlar hepimizden daha dindar değil miydi?

Son Kulis Haber / 21 Şubat 2012

Dünyanın En Güzel Öyküsü: Aşk

Yıllar evvel çok yakın bir arkadaşım; “hayat, onu anlayalım ve içinden çıkamayalım diye elinden geleni yapıyor,” demişti sanal bir sohbetimizin arasında. Derinden etkilemişti bu söz beni. En azından benim gerçekliğimi yansıtıyordu. Anlamadığım değildi de hayat, içinden çıkamadığım bir şeydi. Hele ki “aşk” söz konusu olduğunda…

Bazen replikler duyuyorum arkadaşlarımın diğer arkadaşlarıma sarf ettiği: “Onunla birlikte olmak mı istiyorsun, bak beni dinle, aynen dediğim gibi davranmalısın…”, “sakın onu arama, o seni aradığında telefonunu beklemiyormuş gibi davran…”, “sen beni dinle beni, sakın içinden geleni yapma!” Bu diyalogları duyduğumda her zaman korkuyorum. “Aşk böyle olmamalı,” diyorum. Böyle yol tarifi verir gibi olmamalı. Sonra akıl veren arkadaşımın hayatına bakıyorum; evli ve çocuklu, dışarıdan bakıldığında düzenli bir hayatı var. Onun aklını dinlemeyen arkadaşımın ise elinde kalan aşk acısını dinleyen diğer arkadaşları. Sevgililer Günü gelmiş çatmış. O yine yalnız.

Yalnız olsa ne olur? Çok mu önemli Sevgililer Günü’nde biriyle birlikte olmak? Hani bir insanı sevmekle başlamayacak mıydı her şey? Sait Faik böyle söylememiş miydi bize? Bunu ne zaman unuttuk?

Biriyle birlikte olup yalnız hissetmektense, yalnız olup birini bütün varlığınla sevmek. Hileye yalana başvurmadan, kendini olduğun gibi gerçekleştirmek, var olmak. Bence sadece severek bile güzelleşiyor insan. Üstelik bu güzellik gözle görünüyor. Seven insanlar ışıl ışıl dolaşıyor ortalıkta. Sevgileri gözlerinden okunuyor. Varsın aramasın sevdiği, varsın “seni seviyorum,” demesin. O kendi sevgisini besliyor içinde, kendi sevgisiyle büyüyor, kendi aşk hikayesinin kahramanı oluyor.

14 Şubat, Sevgililer Günü olmasının yanı sıra aynı zamanda Dünya Öykü Günü (World Short Story Day). Aşk ise tek başına dünyanın en güzel öyküsü. Okumasını bilene…

Son Kulis Haber / 14 Şubat 2012

Erovizyon Mu, Eurovision Mı?

Eurovizyon’a Türkiye ilk kez 1975 yılında katılmış. O zamanlar ben -1 yaşındayım. “Seninle Bir Dakika” Eurovizyon’da sonuncu oluyor. Bir tek Monako bize üç puan vermiş. Dünya sevmesin ne yazar, şarkı ülkemizde öyle bir tuttu ki, anlaşılan o ki ömrümün sonuna kadar bu şarkıyı duyacağım. Yalnız Semiha Yankı gibi bir sesten sadece “Seninle Bir Dakika”yı bilmek garip geliyor bana. Mutlaka başka şarkılar da söylemiştir, ancak hiçbiri aynı etkiyi yaratmadı.

Eurovizyon deyince Johnny Logan, ABBA, Celine Dion gibi isimler geliyor aklıma. Türkiye ile ilgili benim net olarak hatırladığım ilk Eurovizyon ise, Çetin Alp’in “Opera” şarkısıyla katıldığı. Fakat o ne acı bir deneyimdi öyle. Ki kanımca opera Türkiye’de o zamanlar şimdikinden daha çok saygı görüyordu. En azından benim babam opera çok severdi. Başucundan eksik etmediği, ortadan kaybolduğunda evde kıyametin koptuğu bir opera kitabı vardı. Video dönemlerinde evimizde bazı operaların videoları bulunurdu. Opera, benim kişisel seçimim olmamakla beraber, dünyamda ufak çapta da olsa yer edinmişti yani. Fakat 1983 yılında dinlediğim “Opera” adlı şarkı işkence gibi gelmişti. Eurovizyon’dan sonra arkadaşlarımla birlikte Çetin Alp’i ve şarkısını taklit edip durduk. O yaşımda “tereciye tere satmak,” sözünü fiilen kullanmış olmasam da, bilinç düzeyinde o boyutta düşündüğümü hatırlıyorum.

Her ülkenin kendi dilinde katılma kuralı kalktığından beri de aynı şeyi düşünüyorum. Bence yıllardır tereciye tere satmaya çalışıyoruz. Fikrimi kısaca ifade etmem gerekirse; “ya Türkçe sözlerle Eurovizyon’a katılmalıyız, ya da hiç katılmamalıyız.” Sanıldığı gibi konuya “Müzik evrenseldir,” gibi bir yerden yaklaşmayacağım. Tam tersine bu noktada bireysel açıdan bakıyorum. Müziğin evrensel boyuta geçebilmesi için önce bireysel açıdan doyuma ulaşmalı. Sanatçı önce kendi hissettiği parçayı seslendirmeli. Ancak o zaman müzik karşı tarafa geçer. Şarkıcı en çok o zaman başarılı olabilir. Belki Avrupa’da birinci olamaz, ama yıllarca şarkısı ülkesinde dinlenir. Adı unutulsa bile sesi unutulmaz. Gün gelir bir filmin ya da bir kitabın esin kaynağı olur. Hatta şarkısı yabancı dillere çevrilir. Ayrıca şarkıcılardan çok ülkeler yarıştığı için Eurovizyon’un politik bir düzeyi var. Türkiye katıldığı için 1975 yılında Yunanistan katılmamıştır örneğin. 1979 yılında ise şarkısını seçmiş olmasına rağmen, Kudüs’te yapıldığı için Türkiye katılmaktan vazgeçmiştir. Son yıllarda ise kompleksimizden kurtulup kendi dilimizde Avrupa’lıya şarkı söylemeye cesaret edemiyoruz. Avrupa’lı gibi düşünmek başka, ona karşı değilim. Avrupa’lı gibi görünmek bizi komik duruma düşürüyor. Bu bağlamda imajımız şudur: “Biz sizin çok iyi taklidinizi yapıyoruz.”

Daha okuma yazma bilmezken İngilizce şarkılar dinliyordum. Çünkü ben çocukken abim ergendi ve yabancı müzik dinlerdi. Benim ergenliğimde de Türk şarkıcılara rağbet etmezdik. Zaten onların sayısı -biraz abartacağım ama- neredeyse bir elin parmağı kadardı. Hatta bir ara şu an asla dinlemeye tahammül edemeyeceğim sertlikte bir müzik zevkim vardı. Tam da o dönemlerde Eurovizyon günleri Türkiye için bayram günü gibiydi. Tüm aile o gün başka bir program yapmaz, ortak bir evde toplanırdı. Özellikle Türkiye’de seçimleri bir başkaydı. Herkes favori şarkısını söyler, bir yandan evin içinde de aile içi bir yarışma yaşanırdı. Israrcılığından dolayı en çok eniştemin seçimini hatırlıyorum. Her seferinde Nükhet Duru’nun kazanması gerektiğini söylerdi. Ben ise Sezen Aksu’yu tutardım. Gelgelelim eniştemin ve benim o dönemki seçimlerim Avrupa’da hiç denenmedi. Kendileri hala müzik dünyasında emek veren isimlerdir.

Sertab Erener ses ve yorumcu olarak dünyaca tanınması gereken bir şarkıcı. Ancak şahsen önce kendisinden ve sevenlerinden özür dilerim ki, dinlediğim en kötü şarkısıyla Eurovizyon’u kazanmıştır. Bu durumda onun kendini yüzde yüz ifade edeceği bir eserde açık ara farkla birinci olacağına inanıyorum. Zaten kazanmasının en büyük etkeni bence sahne şovuydu. Onu televizyondan izlerken hissettiklerimi bugün gibi hatırlıyorum. Bağlarından kurtulan güçlü bir Türk kadını, müzik eşliğinde ekranda devleşti de devleşti. Göbek atarak bize o ruhu Letonya’dan ulaştırdı. “Shake It Up Şekerim,”i ne Türkler ne yabancılar tam olarak anladı, ama Kenan Doğulu görsel açıdan benzer bir enerji yakaladı.

Eurovizyon’u yabancı dilde bir şarkıyla nasılsa kazandık. Gönlümde yatan, bu sene katılacak olan Can Bonomo da dahil olmak üzere, artık bundan sonra Türkiye’yi temsil eden şarkıcıların kendi dilimizde yarışması. Açıkçası İngilizce yerine Kürtçe parça seslendirilmesini bile çok daha anlamlı buluyorum.

Eğer bundan böyle son yıllarda olduğu gibi Avrupa’lı için yine İngilizce şarkılar yapılacaksa, “Eurovision”u “Erovizyon” olarak telaffuz ederek kendimizi kandırmayalım.

Son Kulis Haber / 08 Şubat 2012

Eskici

Ben bir eskiciyim. İkinci el eşya topluyorum, kapı kapı dolaşıp. Başkasının eskisi yeni gibi geliyor bana… Boş vakitlerimde onlara bakıyorum tek tek. Tozlarını alıyorum. Dokunuyorum konuşmalarını dinlemek için. Anlamıyorum dillerinden. Mesela şu köşesi kırık olan fincan, kimlerin dudağı değdi üstüne? Kimin elinde kırıldı? Merak ediyorum. İçine çay koyup, dudağımı değdirdim bir kere. Keskin yerinden içmeye kalktım. Dudağım kanadı. Tatlı bir sıvı aktı dilimin üstüne. Ağzıma dolan kendi hikayemdi.

Unutamadığım bir insanı unutmaya çalışıyorum yıllardır. Ne kadar istesem de yüzü gözümün önünden gitmiyor. Yaşadıklarımızı eskitemiyorum bir türlü. Tekrar tekrar aynı anıları yaşıyorum. Susmuyor içim. Her gece konuşuyorum onunla. Mektup yazıyorum. Sabah olunca beğenmeyip yakıyorum yazdıklarımı. Evde sürekli bir yanık kokusu…

Camı açık unutmuşum geçen. Rüzgar çıkmış. Rüzgarla, yağmurla, karla dolu hatıralardan rüzgarla olanlar geldi aklıma. Üşüdüm. Sigara sardım. Birlikte sigarayı bıraktığımız günü düşündüm. Benim şerefime içtiğimiz son sigarayı. Ayrıldıktan beş yıl sonra ben içmeye başladım yeniden. Bir trafik kazası geçirmiştim. Taksici sigarayı uzatınca, dayanamadım yaktım bir tane. Yakış o yakış. Her sigara içişimde bilmek isterim “o da başlamış mıdır?” diye.

Son günümüzün son günümüz olduğunu bilmiyorduk ikimiz de. Şu anki halimden daha zayıftım. Mavi gömleğimi giymiştim. Onun üzerinde ise kot pantolon ve siyah bir bluz. Bluzu kirlendi o gün. O gün aldığım fincandaki kahveyi döktü üstüne. Dökülen kahveye sinirlendi sandım önce. Sonra fincana bakıp kızınca, anladım. Başkalarının eskilerini kullanmamı sevmezdi. Bilmiyorduk içtiğimiz son kahve olduğunu. Yoksa belki o eşyalarıma kızmazdı, belki ben de yeni yepyeni bir fincan alırdım ona. Taze çay demlerdim. Kahvaltı hazırlar, yumurta kırardım. İki göz, sarısı sulu. Sahi yumurtayı o nasıl sever? Bilmiyorum.

O günden kaç gece sonraydı. Telefonda konuşuyorduk. Güzel bir şeyler söyledi. Mutluydum. Yalandan “yalancı,” dedim. Galiba bozuldu. “Uykum geldi,” dedi. Bozuldum. Telefonu kapattık. Songül Hanım’dan aldığım kırmızı telefonu kullanırdım o zamanlar. Gecenin sessizliğinde öyle bir çınladı ki kapatırken, o an anladım bir daha görüşmeyeceğimizi. Kırmızı telefonu kullanmıyorum artık, ama o çınlama hala arada çınlar evin içinde.

Eskilerini vermeyi seviyor insanlar. Kim bilir, geçmişlerini unutuyorlar böylece belki. Yalandan “seni seviyorum,” diyince alınmıyor hiç kimse. Mektupları kimse yakmıyor benim gibi. Yanık kokusunda yaşamıyor. Ayrıldıkları sevgililerini unutabiliyorlar. Kırmızı telefonunu geri istemiyor Songül Hanım. Hatta kapıda beni her gördüğünde kurtulmak istediği bir başka eşyasını veriyor.

Yeni bir fincan almayı düşünüyorum. Yepyeni. Daha önce hiç kimsenin dudağının değmediği yeni bir fincan. Ben bile içmeyeceğim onunla. Kimseye de dokundurtmayacağım. Sonra yeni bir tabak alacağım. Bembeyaz bir tabak. Yavaş yavaş içinde sadece yeni eşyaların olduğu bir oda yapacağım. Daha önce hiç kullanılmamış ve hiç kimsenin kullanmayacağı eşyalar mis gibi kokacak odada.

O geri gelmez belki. Zaten gelse de yanık kokusunu sevmez. Hem beni unutmuştur, belki yeni bir sevgili bulmuştur. Belli mi olur, bir gün ben de onu unuturum. Belki yeni bir sevgili bulurum. İşte o zaman yeni eşyaların olduğu odaya yalnızca sevgilimi sokarım. Onunla o odada yaşarım. Taze çayın yanına kahvaltı hazırlarım. Yumurtayı istediği gibi yaparım. Hemen hemen her gün. Bazen de yumurtayı benim sevdiğim gibi yeriz. İki göz, sarısı sulu. Kızarmış ekmek kokusuyla dolar oda. Evin diğer odalarına sinmiş yanık kokusunu, o da ben de unuturuz.

Zalifre Yazıları / Şubat 2012

Daha Tükürük Kurumamıştı Be Usta

Adı “İnsanlık Anıtı” olan bir heykel yıkıldı bu ülkede. Üstelik çok değil, daha altı yedi ay oldu yıkılalı. Tam bir yıl önce 01 Şubat’ta alınmıştı karar. Bundan böyle artık varolmayan bir sanat eseri, “ucube” olarak hafızamızda kalacaktı. Köylüsü, şehirlisi, Kars’lısı, Van’lısı duymayan kalmadı Mehmet Aksoy’un adını. Oysa onun başkentimizdeki “Asya-Avrupa Bienali Birincilik Ödülü” alan “Periler Ülkesine” isimli heykelinin üstüne atılan tükürük daha kurumamıştı.

Yıllar evvel Mehmet Aksoy’un adeta bir sanat eseri olan “Böcek” biçimindeki ev-atölyesine gitme şansım oldu. “İnsanlık Anıtı” daha kafasında bir projeydi ve ondan heyecanla bahsediyordu. Onu dinlerken, Kars’ta heykelin tam karşısında, karşı dağın eteklerinde hissetmiştim kendimi. Sonucunun böyle olacağı eminim o an aklından bile geçmiyordu. Ama geçseydi de, öyle bir inancı, öyle bir tutkusu vardı ki; bu düşünce onu yolundan çeviremezdi.

Tamam sanat süreç ister bazen. Kendi zamanının bir adım ötesinden gider. Öyle ya da böyle anlaşılacağı zamanı bekler. Ama hiçbir kaygı duymadan rahatça, “Ben böyle sanatın içine tükürürüm,” diyebilenlerin; o günden bugüne gelen süreçte sanat eserlerini aşağılamak yerine onlara saygı duyacaklarını, sanata karşı duyarlılıklarının artacağını umarken; tekbir sesleriyle kesilen heykel başlarının parçalanmasını kabullendik ulusça. Yine Mehmet Aksoy’un yaptığı, Datça’da yatan Can Yücel ustanın mezar taşının parçalanmasına engel olamadık.

Ben safça “daha ne kadar ileriye gidilebilir,” diye düşünüyorum; azıcık zaman geçiyor, önemli konumdaki bir bakan insanlığın kanını donduracak cümleler sarfediyor. Birliği, düzeni sağlaması gereken konuşmalar yerine, çatışma yaratacak bir gündem oluşturuyor. İnsan kendisini onun da ifade ettiği gibi arka bahçede hissediyor. Sanatçılar birlik olup en güzel cevabı bakana yazdıkları mektupla verdi gerçi. Mektubun altındaki her bir ismi yaratıcı bir dilde buluşmalarından ötürü sevgiyle kucaklıyorum. Değerlerine, cesaretlerine, varlıklarına sağlık. Ürettikleri işlere attıkları imzalarla onlar kendilerini yeterince riske atıyorlardı zaten.

Son Kulis Haber / 30 Ocak 2012

Facebook
Twitter
Instagram