Sen’den Sonra

Öyküyü Didem Elif’in sesinden dinlemek için aşağıdaki ses dosyasına tıklayın.

Bu dünya hep dar geldi bana. Doğduğum andan itibaren sürekli bir kısıtlanmışlık duygusuyla boğuştum durdum.

Gülmemizin şekline bile başkalarının karar verdiği bir düzen söz konusuydu ve ben buna illet oluyordum. Üstelik kimin kurduğunu bile bilmediğimiz bu düzeni sürdürmeye çalışıyorduk. Maymundan geldiğimiz söyleniyor ya hani, gerçekte geldiğimiz yeri bilemem ama bence gittiğimiz yer kesinlikle orasıydı. Japonya’da bir restoranda maymunların servis yaptığını hesaba katarsak, hiç de yanılıyor sayılmam.

Özümüzün potansiyeline varmamızı engelleyen, dayatılmış hayatlar yaşıyoruz hepimiz neticede. Belki de bu yüzden hiçbir yere ya da kimseye ait hissedemedim kendimi. Ben de gözle görünmez bir ipten; sadece benim gördüğüm, içine sadece benim girdiğim bir dünya ördüm. Böylece orada olduğum zamanlarda istediğim her şeyi yapabiliyordum ve ne yaparsam yapayım kimseye hesap vermek zorunda değildim. Sınırsızlığın ve özgürlüğün doya doya tadını çıkarıyordum. Hepsinden önemlisi; kimsem, neysem olduğum gibi kalabiliyordum. Kendimi kandırmıyordum. Dünyama isim bile vermiştim. Debpol…

Bu tabi onu tanımadan önceydi. Çünkü benim için tam olarak böyleydi hayat, ondan önce ve ondan sonra diye ikiye ayrılıyordu.

Dünyam gibi onun da bir adı olsun madem. Sen diyelim bundan böyle ona. Çünkü ne yalan söyleyeyim sanki kırk yıllık yabancıymış gibi ondan “o” diye bahsetmekten hiç hoşlanmıyorum.

Sen’den Önce

Günlük tutardım. Bildiğimiz defter gibi kalemle yazılar yazılan bir günlük filan değil ama. Geceleri yatağa girdiğimde, o günü baştan sona sadece kendime anlattığım dolayısıyla kimsenin asla bulamayacağı bir akıl defterim vardı. Böylece gün içinde yaşadığım sıkışmışlık duygusunu o anlarda nihayet aralar, onun yerine başka duygular koyardım. Dayatma olmayan, daha bana ait, tamamen içimden yani özümden gelen duygular. Bu sayede nasıl olmam gerektiğini dikte edenlere ne kadar sinir olsam da, uzun süre öfkeli kalamazdım.

Sevmek mi? Benim için çocuk oyuncağıydı. Gözüm kapalı yapabileceğim bir şey varsa o kesinlikle sevmekti. Haa bir de günlük tutmak elbette. Tamam tamam, gözüm kapalı yapabildiğim başka şeyler de var mutlaka ama şu an konumuz bu değil.

Kalabalığı sevmezdim. Hemen başım ağrırdı. Hele o mevlütlerde. Yaşarken bile tanımadığım insanların, öldüğünün bilmem kaçıncı yılı için yapılan tüm o ritüel boyunca başım felaket ağrırdı.

En kötüsü etrafıma baktığımda o ölüyü benim dışımda kimse anmıyor gibi gelirdi bana.

Sadece vitrinlerde duran, Almanya’dan bir akrabadan gelmiş, sürekli tozu alınan ama hiç kullanılmayan fincanlar gibi bir hayat mı yaşamıştı, yoksa herkesin yıkayıp defalarca kullandığı bütün parçaları birbirine benzeyen uyumlu çatal bıçak takımı gibi bir hayat mı? Yoksa benim gibi elle bile ortadan kolayca ikiye bölünebilen, tazeyse mis gibi kokan ama bayatsa taş gibi olan hatta hiç kullanılmazsa küflenen, küflendikten sonra atılmazsa kurtlanan yiyecekler gibi bir hayat mı? Hayır hayır şu an o kadar kötü bir hayatım yok. Dedim ya bu Sen’i tanımadan önceydi.

Yalnız sırayı karıştırmayalım. Önce onla tanıştım. Bu arada ondan “O” diye bahsedebiliriz. Hiç sıkıntı yok. Duysa çok üzülür buna biliyorum ama bunu beni aldatmadan önce düşünecekti.

Dünyamın farkındaydı. Adını bilmiyordu. Neye benzediğini görmüyordu. İçinde ne vardı hiçbir fikri yoktu ama varlığını biliyordu. Anlamıştı.

İçine girmek istedi. Başta sokmak istemedim. Bunu hiç umursamadı. Dışarıda sabırla bekledi. Israrlarına dayanamadım sonunda ve içeri aldım. En yumuşak koltuğa oturttum. Yayıldı. Olabildiğince her yere yayıldı.

Tuhaftı ama bu çok iyi gelmişti. Nihayet ilk defa artık beni anlayan, beni benimle paylaşan biri vardı. Dünyamda gördüğü hiç bir şeyi yargılamayan, onu değiştirmeye çalışmayan biri. Ben evde olmasam bile onu güvenle evimin içinde bırakabileceğim biri. Sahip olduğum her şeyi rahatlıkla teslim edebileceğim, hatta ettiğim biri. Beni hapishaneye soktuklarında görüş günü olmasa bile dışarıda bekleyen biri.

Aslında ona biri demek de olmadı şimdi. Çünkü o bir sürü kişiydi. Bir arkadaş, bir yoldaş, bir rehber, bir öğretmen hem de asla bağırmayan her şeyi tane tane anlatan şahane bir öğretmen, bir anne, belki emzirmedi beni ama kendi ayaklarımın üstünde yürümeyi ilk ondan öğrendim. Ve hepsinden önemlisi bir eşti. İhtiyaçlarımı bilen, onları gözeten, onun istemediği şeyler varsa da her zaman tahammül eden bir eş. Bu onu somurtkan yapardı. Bazen bir çocuk gibi küserdi ama hiç bir yere gitmezdi. Hep yanımdaydı, her koşulda. Artık benim için O olduğunu, Sen diye birinin varlığını bildiği zamanlarda bile hiçbir yere gitmedi.

O’nDAn Sonra

Sen geldi. Bana gelmedi aslında. Bir şekilde ben gittim. Lazımdı. O gün öyle gerekti. O kısmı önemli değil. Önemli olan garip bir şey olduğu. Bütün her şeyi altüst eden bir şey. Ezber bozan bir şey. Bildiklerimi unutturan, unuttuklarımı hatırlatan bir şey.

Bir anda içinde olduğum mekan ve zaman algısı darmadağın oldu. Çok korktum. Çünkü kimsenin bilmediği bir dünyam da olsa o güne kadar yine de bir yer çekimi vardı. Oysa artık uzay boşluğuna benzer, atmosferini hiç bilmediğim bir yerdeymiş gibiydim. Yer çekimi tamamen ortadan kalkmıştı. Kontrolsüz bir şekilde çekildiğim tek bir şey vardı. O da Sen.

Sevmek mi? Gözü kapalı sevmenin çok ötesinde bir duyguydu bu. Sanki gözümü hayata açmadan önce bile var olan çok eski bir duygu. Çok tanıdık ama hakkında hiç bir şey bilmediğim, yabancı olduğum bir his.

Kaçtım. Köşe bucak. Nasıl durabilirdim ki? Böylesine kontrolü benim elimden alan bir yaşam sistemi hakkında bir şey bilmiyordum. Bu anlamda bir astronot için uzay boşluğu korkutucu gelmeyebilir. Hatta tüm varlığını adadığı yerde bulunmak onu heyecanlandırabilir. Bense elimi, kolumu nasıl oynatacağımdan bile habersizdim. Ayaklarımı yerden kesen bu duygu beni huzursuz ediyordu.

Kaçsam da onda buluyordum kendimi. Altında, üstünde, hatta içinde en çok da içimde. Herhangi bir sevişme gibi değildi tüm o yuvarlanışlar. Bir kar topunun yüksek bir dağdan düşüşü gibiydi. Tutmaya çalışsan dağılıp parçalanacak diye tutmadığın, giderek hızlanan ve sürekli büyüyen bir kar topu.

Beyaz, bembeyaz kartopu; dokunsan buz gibiydi ama sadece varlığı bile içimi acayip ısıtıyordu. Bir kar tanesi ne kadar kar topuna da dönse de, onu uzun süre erimeden yaşatamazsınız. Bunu bildiğimden kaçıyordum aslında. Yine de kaçtığım o duygu ısrarla büyüyordu işte. Üstelik nereye gidersem gideyim üstüme üstüme geliyordu.

Mutsuzdum

Gerçekten çok mutsuzdum. Sen’in varlığı yüzünden değil ama. Şimdi hay karşısına çıkmaz olaydı demeyin hemen. Dünyamı terk ettiğim için mutsuzdum ben. İnsan kalbinin attığı yerden çok uzaklara gider mi? Ben gitmiştim. Nasıl gitmeyeyim ki? İçeride O vardı. Önce onu çıkartmam gerekirdi. Biz de kaçtık. Benim dünyamı değiştirmeye çalışmayıp, her halimi olduğu şekliyle kabullendiği gibi; bu kaçışları da kabullenecek, benimle gelecekti. Mutsuz olduğumu göre göre eşlik edecekti bana. Keşke O olmasaydı diyebilirsiniz şimdi belki. Yine de demeyin. Kıyamıyorum. İnsanın varlığını hatırladığında saygı duyabildiği biri için böyle şeyler demeyin.

Keşke ile başlayan bir cümle kuracaksanız, keşke kaçmasaydın diyin. Bak o olur. Ona hiç itiraz edemem işte. Hele ki yok olup gideceğinden korktuğum için kaçtığım o kocaman olmuş kar topu benden hızlı hareket edip nihayet bana çarptığında, yaşadığım duygunun eşsizliğini hissetseniz kesin dersiniz zaten. Evet arkamı döndüğümde kar topundan eser yoktu belki. Ayrılmış kar taneleriydiler yine.

Ve Sen oradaydı. Tam karşımdaydı. O kadar kaçıp hiçbir yere gidememişim meğer. Mutluydum. Çok mutluydum. Artık yapacağım hatta yapmak istediğim tek bir şey vardı. Ben de öyle yaptım. Yere eğildim. İki avucuma karları doldurup sımsıkı yaptım ve ona fırlattım.

Sahi, yoksa siz hala beni mi dinliyorsunuz? Oyun arkadaşınıza kar topu fırlatmaya gitmediniz mi daha?

Didem Elif

Not: Aşağıdaki şarkı benim gençliğimde çok popülerdi. Jason Danovan seslendirmişti. Hey gidi yıllar hey… 🙂

Edebiyatla kalın

Sevgilerimle

Kilim

Didem Elif’in sesinden dinlemek için ses dosyasına tıklayın.

Daha çocuğum. Aslında yeni yeni adet görmeye başlamışım ve göğüslerim artık büyümüş. Yine de saatlerce bir kilimcide oturmak istemeyecek kadar çocuğum. Dört bir odası halıfleks kaplı bir evde otururken, annem ve babamın niye ısrarla kilim baktıklarını anlayamayacak bir yaştayım. Babamın işyerinin giriş katında kocaman bir kilimci varken üstelik. Bu sıcak yaz gecesinde sevimli bir çay bahçesinde güzelce bir ağacın altında serinlemek yerine, içilmesi burada tercih edilen çayları aklım kesinlikle almıyor.

Evden çıkalı bir haftadan az olmuş. İç Anadolu’dan başlayıp her gün farklı bir yerde konaklayarak adı duyulmamış bu küçük sahil kasabasına kadar gelmişiz. Benim için büyülü olan bir yolculuğun içindeyim. Ömrümde ilk kez antik şehirleri, önemli insanların kabirlerini geziyorum. Filmlerden ve kitaplardan öğrendiğim şelale ve vadi kavramları ilk kez kafamda görsel bir şölenle bir yere oturuyor. Anıtkabir, Mevlana Türbesi, Peri Bacaları, Ihlara Vadisi, Manavgat Şelalesi… Kayalarda kral mezarları… Daha birinin duygusu bitmeden, bambaşka enerjisi olan bir yerin duygusuna yer açıyorum küçücük benliğimde. İşte bu kilimci de onlardan biri.

Burada geçirdiğimiz zamanı anlamasam da sıkılmıyorum. Hayır kesinlikle sıkılmıyorum. Gündüz girdiğimiz denizde kulağıma kaçan su çıktığına ve artık ağrı yapmadığına göre, “hadi,” diye sızlanarak annemlerin keyfini kaçıracak değilim. Tuhaf bir merak duygusu içindeyim. Sonuçta ömrüm boyunca hafızamdan silinmeyecek bir kilim kokusu eşliğinde, onların karar vermesini bekliyorum. Önlerine serilen her dokuma karşısında gözleri daha bir farklı ışıldadığına ve bir maden bulmuş gibi büyülendiklerine göre önemli bir yerde olmalıyız. Yıllar sonra adı sanı bilinmeyen bu sahil kasabasında yaşayacağımı, bu kilimcinin her gün önünden geçeceğimi ama bir kez olsun bile içine girmeyeceğimi ve buradan alınan kilimi büyük bir mutlulukla evime sereceğimi henüz bilmiyorum. Nasıl bilebilirim ki? 30 yıldan fazlasından bahsediyoruz.

O yıllarda desenine zerre kadar dikkat etmediğim bin bir güçlükle karar verilen kilime bakıyorum bugün. Keşke annemin babamla geçirdiği o mutlu saatleri bir kavanoza sığdırıp konserve yapabilseydim. Gerçi yapabilseydim de şimdiye çoktan tükenmiş olurdu öyle değil mi? İlişkilerinde yaşadıkları tüm güzel anları yoksa herkes ihtiyacı olduğunda kullanmak üzere kavanozlarda biriktirmez miydi?

Belki de ben en doğrusunu yaptım. O anları çocuk yüreğime koyarak daha da kalıcı hale getirdim. Böylece yapayalnız hissettiğim bu evde sadece bir kilime bakarak sanki uçan bir halıya binmişim gibi güzel zamanlara doğru yolculuk yapabildim. Çünkü tıpkı benim o kilimcide geçirdiğim anlar gibi; ne kadar uzun süredir bekliyor olsan da, yalnız olmadığını biliyorsan mutlusundur.

Didem Elif

Not: Çok ama çok kısa bir öykü oldu. Çünkü bazı öyküler daha fazla uzamamalı. Acıttığı yerde bitmeli. Bitmeli ki kimsenin çocuk yüreği daha fazla acımasın. O zaman biten her şey için Sertap Erener’den gelsin. İncelikler yüzünden…

Edebiyatla Kalın

Sevgilerimle…

Benim Adım Yahudi

Hava karanlık. Döşekler her geceki gibi rahatsız. Uyku bir çocukluk anısı. Gözlerim kapansa, burnum açılıyor. Ağzım açılsa, dilim kuruyor. Konuşamıyor tahta çarşaflar. Defterimle yatıyor, kalemimle uyanıyorum. Etrafta çocuklar var, büyüsünler diye. Uzaktan izliyorum çocukları. Ağlaşıyorlar dertli dertli. Onların benden soğuk kemikleri.

Dört bir yandan ayak sesleri geliyor. Kulaklarım sesten uyuşmuş, kalbim sessiz ve derinden atmakta. Soğukmuş, sıcakmış önemli değil. Rüzgara uyum sağlamaya çalışıyorum düzenli düzensiz. Yalnızım, sanıyorlar; tek başınayım bu sokaklarda. Kafama zorla soktukları insanları unuttular mı? Tanımadığım, sevmediğim, istemediğim halde susturamadığım demirbaşlarım onlar. Bir ses, bir nefes olarak kaldılar içimde. Kanım aktıkça damarlarımda var oldular. Bileklerimi kessem benden çok onların kanı akardı. Ben gittim, geldiler. Her adımda benimle birlikte yürüdüler. Giderek çoğaldılar. Yetmedi, büyüdüler. Tuvale gerdim. Uyandılar. Fırçaya bandım. Utandılar. Renk verdim. Usandılar. Affettim. Sarıldılar. Yine de kurtulamadım onlardan. Nerede olsam, hep yanı başımda: sırtımın gerisinde, önüme vuran gölgemde, saatimin kayışında, paltomun yakasında… Böyle olacağını bilseydi kuşlar, cıvıldayamazdı tepemde özgürce. Duysaydı çığlığımı balıklar, yüzemezdi rahatça derinlerde. Anlasaydı acımı ağaçlar, yeşeremezdi baharda gönlünce. Kuşların bilmediği, balıkların duymadığı, ağaçların anlamadığı iyi oldu. Karanlık saklarken gerçeği, ben de sustum böylece. Yoksa kuşlar da, balıklar da, ağaçlar da; şimdi benimle birlikte suçlu olurdu.

Ben bir Yahudi’yim. Nazi döneminde yaşayan genç bir Yahudi. Üstelik o günden beri yelkovanla akrep bir daha üst üste gelmedi. Hala suçluyorlar beni. Oysa insan olmayı ben istemedim ki. Yoksa ben de bilirdim kuş olup uçmayı, balık olup yüzmeyi. Ben de bilirdim ağaç olup her mevsim yenilenmeyi. Uçamıyorum, yüzemiyorum, yenilenemiyorum diye; korkuyorum, sanıyorlar; kaçıyorum köşe bucak ve yalnız başınayım kavgamda. Bilmiyorlar ki, bir tek kimliğimden korkmuyorum. En çok kendimleyken kalabalığım. Bir insan olarak kendimden başka tutunacak neyim var ki bu hayatta?

Ocak 2014

“Sanat Objesi Olarak Sanatçı” kitabından / Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

Ressam: Felix Nussbaum – Selbstbilnis mit Judenpass

Eskici

Ben bir eskiciyim. İkinci el eşya topluyorum, kapı kapı dolaşıp. Başkasının eskisi yeni gibi geliyor bana… Boş vakitlerimde onlara bakıyorum tek tek. Tozlarını alıyorum. Dokunuyorum konuşmalarını dinlemek için. Anlamıyorum dillerinden. Mesela şu köşesi kırık olan fincan, kimlerin dudağı değdi üstüne? Kimin elinde kırıldı? Merak ediyorum. İçine çay koyup, dudağımı değdirdim bir kere. Keskin yerinden içmeye kalktım. Dudağım kanadı. Tatlı bir sıvı aktı dilimin üstüne. Ağzıma dolan kendi hikayemdi.

Unutamadığım bir insanı unutmaya çalışıyorum yıllardır. Ne kadar istesem de yüzü gözümün önünden gitmiyor. Yaşadıklarımızı eskitemiyorum bir türlü. Tekrar tekrar aynı anıları yaşıyorum. Susmuyor içim. Her gece konuşuyorum onunla. Mektup yazıyorum. Sabah olunca beğenmeyip yakıyorum yazdıklarımı. Evde sürekli bir yanık kokusu…

Camı açık unutmuşum geçen. Rüzgar çıkmış. Rüzgarla, yağmurla, karla dolu hatıralardan rüzgarla olanlar geldi aklıma. Üşüdüm. Sigara sardım. Birlikte sigarayı bıraktığımız günü düşündüm. Benim şerefime içtiğimiz son sigarayı. Ayrıldıktan beş yıl sonra ben içmeye başladım yeniden. Bir trafik kazası geçirmiştim. Taksici sigarayı uzatınca, dayanamadım yaktım bir tane. Yakış o yakış. Her sigara içişimde bilmek isterim “o da başlamış mıdır?” diye.

Son günümüzün son günümüz olduğunu bilmiyorduk ikimiz de. Şu anki halimden daha zayıftım. Mavi gömleğimi giymiştim. Onun üzerinde ise kot pantolon ve siyah bir bluz. Bluzu kirlendi o gün. O gün aldığım fincandaki kahveyi döktü üstüne. Dökülen kahveye sinirlendi sandım önce. Sonra fincana bakıp kızınca, anladım. Başkalarının eskilerini kullanmamı sevmezdi. Bilmiyorduk içtiğimiz son kahve olduğunu. Yoksa belki o eşyalarıma kızmazdı, belki ben de yeni yepyeni bir fincan alırdım ona. Taze çay demlerdim. Kahvaltı hazırlar, yumurta kırardım. İki göz, sarısı sulu. Sahi yumurtayı o nasıl sever? Bilmiyorum.

O günden kaç gece sonraydı. Telefonda konuşuyorduk. Güzel bir şeyler söyledi. Mutluydum. Yalandan “yalancı,” dedim. Galiba bozuldu. “Uykum geldi,” dedi. Bozuldum. Telefonu kapattık. Songül Hanım’dan aldığım kırmızı telefonu kullanırdım o zamanlar. Gecenin sessizliğinde öyle bir çınladı ki kapatırken, o an anladım bir daha görüşmeyeceğimizi. Kırmızı telefonu kullanmıyorum artık, ama o çınlama hala arada çınlar evin içinde.

Eskilerini vermeyi seviyor insanlar. Kim bilir, geçmişlerini unutuyorlar böylece belki. Yalandan “seni seviyorum,” diyince alınmıyor hiç kimse. Mektupları kimse yakmıyor benim gibi. Yanık kokusunda yaşamıyor. Ayrıldıkları sevgililerini unutabiliyorlar. Kırmızı telefonunu geri istemiyor Songül Hanım. Hatta kapıda beni her gördüğünde kurtulmak istediği bir başka eşyasını veriyor.

Yeni bir fincan almayı düşünüyorum. Yepyeni. Daha önce hiç kimsenin dudağının değmediği yeni bir fincan. Ben bile içmeyeceğim onunla. Kimseye de dokundurtmayacağım. Sonra yeni bir tabak alacağım. Bembeyaz bir tabak. Yavaş yavaş içinde sadece yeni eşyaların olduğu bir oda yapacağım. Daha önce hiç kullanılmamış ve hiç kimsenin kullanmayacağı eşyalar mis gibi kokacak odada.

O geri gelmez belki. Zaten gelse de yanık kokusunu sevmez. Hem beni unutmuştur, belki yeni bir sevgili bulmuştur. Belli mi olur, bir gün ben de onu unuturum. Belki yeni bir sevgili bulurum. İşte o zaman yeni eşyaların olduğu odaya yalnızca sevgilimi sokarım. Onunla o odada yaşarım. Taze çayın yanına kahvaltı hazırlarım. Yumurtayı istediği gibi yaparım. Hemen hemen her gün. Bazen de yumurtayı benim sevdiğim gibi yeriz. İki göz, sarısı sulu. Kızarmış ekmek kokusuyla dolar oda. Evin diğer odalarına sinmiş yanık kokusunu, o da ben de unuturuz.

Zalifre Yazıları / Şubat 2012

Mola

Yola çıkmayı bekliyor, heyecandan uyuyamıyordum. Daha kaç saat vardı? Saymayı bırakmıştım. Gün çoktan batmıştı. Her yanı çiçekler kaplamıştı. Lavanta kokusu eşliğinde kuşlarla sohbet ediyorduk. Ne ben onları anlıyordum, ne onlar beni. Gene de sırayla dinliyorduk birbirimizi. Sanki derdimiz aynıydı…

Otobüs hareket ederken, diğer bütün koltukların boş olması korkuttu beni. Şoför suratsızın biriydi. Yüz ifadesini anlamlandıramıyordum. Bütün konuşma girişimlerimi başıyla reddetti. Belli ki sessizce görevini tamamlamak istiyordu. Muavini bulurum diye arka tarafa yöneldim. Otobüste şoför ve benden başka kimse yoktu. Ortalarda bir koltuğa oturdum. Karanlıktan, nereye gittiğimizi kestirmek güçtü. Yolun ancak birkaç metre ilerisini görebiliyordum. Ne lavanta kokusu vardı şimdi, ne bir kuş sesi. Gözlerimi kapadım. Kuşların otobüsle aynı güzergahta uçtuğunu hayal ettim. Böylece kapalı gözlerimle camdan görür gibi oldum onları. Bu sefer hiç konuşmadan dinledim cıvıltılarını. Bana adeta yol müziği yapıyorlardı.

Vakit nasıl geçecek derken ilk mola yerine gelmiştik bile. Gece yarısı olmuştu. Sonradan anlayacaktım ki bu en kısa mola, en güzeli olacaktı. Aşk Medresesi diye bir yerde durduk. Benim gibi yalnız başına geldi biri. Medresenin avlusunda boş tek bir masa vardı. Bakıştık. Gözlerimizle bu anı paylaşmak konusunda anlaştık. Bir saat kadar avluda oturduk. Hava hafif serindi. Zaman zaman esen ılık rüzgar titretti içimi. Sarılır, sandım. Sarılmadı.

Onun tanıdığı biri öldü o an. Haberi avluya kadar geldi. Molalarda bile duyulur ölüm haberleri. Ölüler beklemez. Onları bir an önce gömmek lazım.

Ona bakıp, yaşadığım sürece bana sarılmasını bekleyebileceğimi anladım. “Hem ayrıca bana sarılmasa ne olur?” diye düşünürken, gitmemiz gerektiğini hatırlattı bana. Masadan birlikte kalktık. Ayrılırken eliyle yüzümü kendine çekti. Tutkuyla yanağımdan öyle bir öptü ki, içime kadar değdi dudağı. Meğer beklemediğin şey, beklediğin şeyden sıcakmış.

Sürekli onu düşünerek çıktım yola. Artık yol eskisi olmayacaktı biliyordum. İkinci mola yerine vardığımda bir kalabalık karşıladı beni. Bolca vaktimiz vardı. Rengarenk kanepeleri olan Arka/DAŞ Cafe’ye girdik. Sohbete daldık. Zaman nasıl geçti anlamadık. Ayrılma vakti gelmişti. Gün doğmak üzereydi. Ayağa kalktım. Karşı kaldırımdaki Dostlar Kahvesi’nden birinin bana doğru yürüdüğünü farkettim. Ancak yaklaşınca anladım kim olduğunu. Meğer o da aynı zamanlarda gelmiş. Başkalarıyla olduğumu görünce keyfimi bölmek istememiş. Sessizce yolun karşısındaki kahvede beklemiş. Sımsıkı sarıldı bana. Otobüse kadar eşlik etti. Akü bitmiş. Akü değişene kadar yanımda kaldı. Çoğu zaman konuşacak birşey bulamadık. Aynı şeyleri hatırlayıp hatırlayıp güldük. Yola devam ederken sürekli dönüp baktım camdan. Her seferinde oradaydı. El salladım. El salladı. Öpücük yolladım. Öpücük yolladı. Sureti nokta oldu, yerinden kıpırdamadı. Rampayı inince, nokta ağaçların arkasında kayboldu.

Şoför ilk defa konuştu benimle: “Az kaldı… Birazdan Aile Çay Bahçesi’nde duracağız.” Belki akü bittiği için suçluluk duyuyordu. İçimden onunla konuşmak gelmedi. Bu sefer yol daha kısaydı, demek ki yakında mola vardı. Nasılsa vakit çabuk geçerdi. Fakat anlamadan uyuyakalmışım. Bu son molayı kaçırmıştım. Uyandığımda üstümde battaniye vardı. Terden sırılsıklamdım. Otobüsü durdurdum. Hava almaya çıktım. Şoför yanıma geldi. “Yaşlı olan kıyamadı seni uyandırmaya,” dedi. Başımı salladım. Koltuğuma dönüp battaniyeye sarıldım.

Galapera Öykü Fanzin / Ekim 2011

Pupa

Temmuz ayına girmiş olmamıza rağmen, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Böyle havalarda araba kullanmaktan nefret ediyorum. Ege’yi okuldan almak için, evimizin hemen karşı köşesindeki duraktan taksiye bindim. Yolu izleme derdi olmayınca, camdan akan damlaların arkasında oturmak güzel. Arabanın sık sık durup kalkmasından belli ki, dışarıda yağmur trafiği var. Şoförün yarı açık camından, yıkanmış beton kokusu doluyor arabanın içine. Çocukluğumdaki; yağmur yağınca havaya karışan toprak kokusunu kendi çocuğuma anlatmam mümkün değil. Bu yaz, tatilde, bir köye götürmeli onu. Duyumsadı bu taş kokusunun yerine yeni kokular ekleyebilmesi için.

Ege geçen ay dört yaşına bastı. Benim o yaşlarda tek derdim oyun oynamaktı. İki katlı ahşap evimizin küçük bir de bahçesi vardı. Pencereden görünebilir olmam, bahçe iznini koparmanın tek şartıydı. Annem beni yemek vakti eve çağırdığında deliye döner, bir an önce tekrar dışarıya çıkmak için sabırsızlanırdım. O dönemlerde çocukların fazla oyuncağı yoktu. Televizyon da her evde olmazdı. Topluca evinde televizyon olan komşuya gidilir, hep birlikte izlenirdi. Şimdikinin aksine; televizyon, insanları bir araya getirmeye yarayan bir araçtı.

Ege, yıl sonu gelmeden okula gitmekten bıktı. Bu sabah da, her sabah olduğu gibi, okula gitmemek için uyuma numarası yaptı. Bu kaçışa, yemek istemediği zamanlarda da başvuruyor. Babası masadan kalkar kalkmaz, uykusu geldiğini söyleyip bütün yemek boyunca didiklediği tabağını öylece bırakıyor. Kendi çocukluğumda bana zorla yemek yedirildiği için, bu kararına hiçbir zaman karşı çıkmıyorum. Ona yemek yemeyi sevdirmenin yolları olmalı. Bakalım, yeni çıkan harf ve sayı biçimli makarna taneleriyle bu akşam ilgisini çekmeyi başarabilecek miyiz? Okulu sevmemesinin nedenleri neler olabilir? Arkadaşları ya da öğretmeniyle ilgili bir sorun olabilir mi? Belki de; gittiği okul, çocuğumuza uygun değildir.

Camdaki damlaların sayısı azaldı. Yağmur yavaşlamış olmalı. Şoförle yol boyunca güzergah dışı bir diyalog kurmadık. Hatta bir süredir, hiç hareket etmeden, öylece iki yabancı, arabanın içinde oturuyoruz. Biz duruyoruz, ama taksimetredeki yanıp sönen kırmızı sayılar ilerliyor. Saat beşe beş var. Bundan sonrasını yürüsem daha çabuk giderim. Bunu yüksek sesle dile getirmiş olmalıyım ki, şoför,

“Efendim?” diyerek arkasını döndü.

“Ahmet Abi?”

Şoför bizim Ahmet Ağabeydi. Seher Teyze’nin oğlu, Ahmet Ağabey. Ben durumu çözümlemiştim, ama A”hmet Ağabey şaşkın şaşkın bana bakıyordu.

“Ben Gamze. Feride’nin kızı. Bakırköy’deki Feride’nin.”

“Ya Gamze! Ne kadar büyümüşsün. Hiç tanıyamadım.”

“Sen hiç değişmemişsin Ahmet Abi.”

“Olur mu kız? Saçları görmüyor musun, nasıl da ağardı.”

“Ahmet Abi, seni gördüğüme çok sevindim. Ancak oğlumu okuldan almam gerekiyor, acelem var. Ben burada inip, yürüsem daha iyi olacak. Baksana, arabalar ilerlemiyor. Herhalde kaza oldu. Sen o durakta mı çalışıyorsun?”

“Evet yeni başladım çalışmaya. Birkaç gün oldu.”

“Ben de hemen karşıdaki apartmanda oturuyorum. Tekrar görüşürüz o zaman. Benim borcum ne kadar?”

“Saçmalama kızım ne borcu? Bir daha ki sefere. Feride Teyzeme selam söyle.”

Eskiden, Seher Teyzelerle Bakırköy’de aynı mahallede oturuyorduk. Ben yeni yaşına bastıktan birkaç ay sonra, Bakırköy’deki evi satıp Caddebostan’a taşındık. Ahmet Ağabey o zamanlar mahallenin jönüydü. Dediği doğruydu; saçları ağarmış, hatta biraz da seyrelmişti. Ama yüzüne jönlük veren ifade yerinde duruyordu. O zamanlar, iki kardeş taksicilik yapıyorlardı. Gündelik hayat, tuhaf bir şekilde, çocukluğuma götürüyor beni bugün.

Yağmur yavaşlamış. Ancak birkaç dakika bile yürüyünce epey ıslanılıyor. Okula varınca saçımı kurutmak için tuvalete gittim. Aynada kendimi gördüğüm an zil çalmaya başladı. Zil sesinin hemen ardından, küçük binanın koridorları çocuk koşuşturmacalarına boğuldu. Ege, sınıf kapısının arkasında durmuş, her zamanki gibi beni bekliyor.

“Ege’cim, gelirken biraz ıslandım. Hadi gel, önce tuvalete gidelim. Tuvaletin var mı hayatım?”

“Hayır yok.”

“Saçlarımı birazcık kurulayıp çıkalım. Tamam mı? Nasıl geçti okul bugün? Neler yaptınız, anlat bakalım.”

“Anne, okul ne zaman bitecek?”

“Bu hafta son. Yarın bitiyor hayatım.”

“Kesin bitiyor değil mi? Bir daha gelmeyeceğim.”

“Bütün yaz okul yok. Ama yaz bitince tekrar başlayacak. Çok mu sıkılıyorsun okuldan?”

“Evet. Artık okula gitmek istemiyorum.”

“Neden birtanem? Arkadaşların var bak bir sürü. Evde tek başına oturup, ne yapacaksın?”

“Fox Kids seyrederim.”

“Zaten evde olduğunda bütün gün Fox Kids seyrediyorsun. Neyse hadi bakalım yağmurluğumuzu giyelim küçük bey. Şapkamızı da kafamıza geçirelim.”

Ters yöne giden taksi, el kaldırınca U dönüşü yapıp, bizim bulunduğumuz kaldırımın önüne yanaştı. Yol boyunca bir yavaşlayıp, bir hızlanan yağmur nihayet durdu. Yol açık olduğundan, kısa sürede evimize vardık.

“Acıktın mı Ege? Bu akşam babanın işi var. Geç gelecek. Biz seninle baş başa yemek yiyeceğiz.”

“Hemen şimdi yemeyelim. Ben biraz televizyon seyredebilir miyim anne?”

“Evet ama akşam tabağındaki yemeğin hepsini bitireceğine söz verirsen.”

“Tamam, bitiricem.”

Kanepenin üzerinde ters dönmüş kumandayı alıp televizyonu açtım. Ekranda, iki gün önce uçak kazasında ölen insanların isimleri duyuruluyordu.

“Anneeee!”

“Ne oldu?”

“Böcek var. Uçuyor. Perdeye kondu.”

“O böcek değil hayatım. Kelebek. Yaklaş bak, ne güzel renkleri var.”

“Butterfly mı bu?”

“Evet. Bunu okulda mı öğrendin?”

“Evet.”

“Biz çocukken, bahçede kelebeklerin peşinden koşardık. Annem de ‘bırakın pupaları rahat rahat uçsunlar,’ derdi.”

“Ne derdi?”

“Pupa.”

“Pupa mı? Çok komikmiş.”

“Annem, kelebeğe pupa derdi. Sonradan okula gitmeye başlayınca öğrendim ki; pupa, kelebeğin kelebek olmadan önceki haliymiş. Tırtıl önce bir pupa oluyor, daha sonra pupa bir kelebeğe dönüşüyor. Sana kelebeğin nasıl oluştuğunu anlatmamı ister misin? Çok ilginçtir.”

“Evet! Hadi anlat.”

“Kelebekler, yumurtadan minik bir tırtıl olarak çıkarlar. Yapraklarla beslenirler. Biz bahçede tırtıl gördük mü; onu alıp büyük bir kavanoza koyardık.”

“Neden?”

“Kelebek haline gelişini izlemek için. Tırtıl bir böcektir. Uçamadığı için kolay yakalayabiliyorduk.”

“Tırtıl uçamıyor mu?”

“Hayır annecim, uçamıyor. Bulduğumuz tırtılı, kavanozda yapraklarla beslerdik. Hava alması için de, kavanozun ağzına tül sarardık. Bir süre böyle beslerdik. Ayrıca içine küçük bir dal koyardık. Böylece tırtıl bu dala tutunarak, kendisine koza örerdi. Etrafını kendi ördüğü kozayla kapatıyor ve sen tırtılı göremiyorsun.”

“Ne yapıyor orda?

Bilmiyorum. Ama o hali aslında pupa aşamasıdır. Pupa olduklarında onları beslemeyezsin. Bir süre sonra da, oluşturdukları bu pamuk zırhtan yine kendi kendilerine kurtulup, dışarı çıkmaları gerekir. Çıktıklarında artık renkli kanatları vardır.”

“Uçarlar o zaman di mi?”

“Evet hayatım uçarlar.”

“Bu benim pupam olsun mu?”

“Olsun, ama onu kendi haline bırak oldu mu? Özgürce uçsun.”

Kelebek, bulunduğu perdeden havalanıp televizyona doğru uçmaya başladı. Televizyonun camına çarpıp havada tökezledi; sonra, bir kez daha denedi. Gene cama çarptı. Aynı işlemi dört-beş kez tekrarladı. Kelebek, inatla televizyonun içine girmeye çalışıyordu; sanki gerçek yaşam ordaymış gibi.

2008 – Aşk Bir Kadın Hastalığıdır kitabından

Facebook
Twitter
Instagram