Sen’den Sonra

Öyküyü Didem Elif’in sesinden dinlemek için aşağıdaki ses dosyasına tıklayın.

Bu dünya hep dar geldi bana. Doğduğum andan itibaren sürekli bir kısıtlanmışlık duygusuyla boğuştum durdum.

Gülmemizin şekline bile başkalarının karar verdiği bir düzen söz konusuydu ve ben buna illet oluyordum. Üstelik kimin kurduğunu bile bilmediğimiz bu düzeni sürdürmeye çalışıyorduk. Maymundan geldiğimiz söyleniyor ya hani, gerçekte geldiğimiz yeri bilemem ama bence gittiğimiz yer kesinlikle orasıydı. Japonya’da bir restoranda maymunların servis yaptığını hesaba katarsak, hiç de yanılıyor sayılmam.

Özümüzün potansiyeline varmamızı engelleyen, dayatılmış hayatlar yaşıyoruz hepimiz neticede. Belki de bu yüzden hiçbir yere ya da kimseye ait hissedemedim kendimi. Ben de gözle görünmez bir ipten; sadece benim gördüğüm, içine sadece benim girdiğim bir dünya ördüm. Böylece orada olduğum zamanlarda istediğim her şeyi yapabiliyordum ve ne yaparsam yapayım kimseye hesap vermek zorunda değildim. Sınırsızlığın ve özgürlüğün doya doya tadını çıkarıyordum. Hepsinden önemlisi; kimsem, neysem olduğum gibi kalabiliyordum. Kendimi kandırmıyordum. Dünyama isim bile vermiştim. Debpol…

Bu tabi onu tanımadan önceydi. Çünkü benim için tam olarak böyleydi hayat, ondan önce ve ondan sonra diye ikiye ayrılıyordu.

Dünyam gibi onun da bir adı olsun madem. Sen diyelim bundan böyle ona. Çünkü ne yalan söyleyeyim sanki kırk yıllık yabancıymış gibi ondan “o” diye bahsetmekten hiç hoşlanmıyorum.

Sen’den Önce

Günlük tutardım. Bildiğimiz defter gibi kalemle yazılar yazılan bir günlük filan değil ama. Geceleri yatağa girdiğimde, o günü baştan sona sadece kendime anlattığım dolayısıyla kimsenin asla bulamayacağı bir akıl defterim vardı. Böylece gün içinde yaşadığım sıkışmışlık duygusunu o anlarda nihayet aralar, onun yerine başka duygular koyardım. Dayatma olmayan, daha bana ait, tamamen içimden yani özümden gelen duygular. Bu sayede nasıl olmam gerektiğini dikte edenlere ne kadar sinir olsam da, uzun süre öfkeli kalamazdım.

Sevmek mi? Benim için çocuk oyuncağıydı. Gözüm kapalı yapabileceğim bir şey varsa o kesinlikle sevmekti. Haa bir de günlük tutmak elbette. Tamam tamam, gözüm kapalı yapabildiğim başka şeyler de var mutlaka ama şu an konumuz bu değil.

Kalabalığı sevmezdim. Hemen başım ağrırdı. Hele o mevlütlerde. Yaşarken bile tanımadığım insanların, öldüğünün bilmem kaçıncı yılı için yapılan tüm o ritüel boyunca başım felaket ağrırdı.

En kötüsü etrafıma baktığımda o ölüyü benim dışımda kimse anmıyor gibi gelirdi bana.

Sadece vitrinlerde duran, Almanya’dan bir akrabadan gelmiş, sürekli tozu alınan ama hiç kullanılmayan fincanlar gibi bir hayat mı yaşamıştı, yoksa herkesin yıkayıp defalarca kullandığı bütün parçaları birbirine benzeyen uyumlu çatal bıçak takımı gibi bir hayat mı? Yoksa benim gibi elle bile ortadan kolayca ikiye bölünebilen, tazeyse mis gibi kokan ama bayatsa taş gibi olan hatta hiç kullanılmazsa küflenen, küflendikten sonra atılmazsa kurtlanan yiyecekler gibi bir hayat mı? Hayır hayır şu an o kadar kötü bir hayatım yok. Dedim ya bu Sen’i tanımadan önceydi.

Yalnız sırayı karıştırmayalım. Önce onla tanıştım. Bu arada ondan “O” diye bahsedebiliriz. Hiç sıkıntı yok. Duysa çok üzülür buna biliyorum ama bunu beni aldatmadan önce düşünecekti.

Dünyamın farkındaydı. Adını bilmiyordu. Neye benzediğini görmüyordu. İçinde ne vardı hiçbir fikri yoktu ama varlığını biliyordu. Anlamıştı.

İçine girmek istedi. Başta sokmak istemedim. Bunu hiç umursamadı. Dışarıda sabırla bekledi. Israrlarına dayanamadım sonunda ve içeri aldım. En yumuşak koltuğa oturttum. Yayıldı. Olabildiğince her yere yayıldı.

Tuhaftı ama bu çok iyi gelmişti. Nihayet ilk defa artık beni anlayan, beni benimle paylaşan biri vardı. Dünyamda gördüğü hiç bir şeyi yargılamayan, onu değiştirmeye çalışmayan biri. Ben evde olmasam bile onu güvenle evimin içinde bırakabileceğim biri. Sahip olduğum her şeyi rahatlıkla teslim edebileceğim, hatta ettiğim biri. Beni hapishaneye soktuklarında görüş günü olmasa bile dışarıda bekleyen biri.

Aslında ona biri demek de olmadı şimdi. Çünkü o bir sürü kişiydi. Bir arkadaş, bir yoldaş, bir rehber, bir öğretmen hem de asla bağırmayan her şeyi tane tane anlatan şahane bir öğretmen, bir anne, belki emzirmedi beni ama kendi ayaklarımın üstünde yürümeyi ilk ondan öğrendim. Ve hepsinden önemlisi bir eşti. İhtiyaçlarımı bilen, onları gözeten, onun istemediği şeyler varsa da her zaman tahammül eden bir eş. Bu onu somurtkan yapardı. Bazen bir çocuk gibi küserdi ama hiç bir yere gitmezdi. Hep yanımdaydı, her koşulda. Artık benim için O olduğunu, Sen diye birinin varlığını bildiği zamanlarda bile hiçbir yere gitmedi.

O’nDAn Sonra

Sen geldi. Bana gelmedi aslında. Bir şekilde ben gittim. Lazımdı. O gün öyle gerekti. O kısmı önemli değil. Önemli olan garip bir şey olduğu. Bütün her şeyi altüst eden bir şey. Ezber bozan bir şey. Bildiklerimi unutturan, unuttuklarımı hatırlatan bir şey.

Bir anda içinde olduğum mekan ve zaman algısı darmadağın oldu. Çok korktum. Çünkü kimsenin bilmediği bir dünyam da olsa o güne kadar yine de bir yer çekimi vardı. Oysa artık uzay boşluğuna benzer, atmosferini hiç bilmediğim bir yerdeymiş gibiydim. Yer çekimi tamamen ortadan kalkmıştı. Kontrolsüz bir şekilde çekildiğim tek bir şey vardı. O da Sen.

Sevmek mi? Gözü kapalı sevmenin çok ötesinde bir duyguydu bu. Sanki gözümü hayata açmadan önce bile var olan çok eski bir duygu. Çok tanıdık ama hakkında hiç bir şey bilmediğim, yabancı olduğum bir his.

Kaçtım. Köşe bucak. Nasıl durabilirdim ki? Böylesine kontrolü benim elimden alan bir yaşam sistemi hakkında bir şey bilmiyordum. Bu anlamda bir astronot için uzay boşluğu korkutucu gelmeyebilir. Hatta tüm varlığını adadığı yerde bulunmak onu heyecanlandırabilir. Bense elimi, kolumu nasıl oynatacağımdan bile habersizdim. Ayaklarımı yerden kesen bu duygu beni huzursuz ediyordu.

Kaçsam da onda buluyordum kendimi. Altında, üstünde, hatta içinde en çok da içimde. Herhangi bir sevişme gibi değildi tüm o yuvarlanışlar. Bir kar topunun yüksek bir dağdan düşüşü gibiydi. Tutmaya çalışsan dağılıp parçalanacak diye tutmadığın, giderek hızlanan ve sürekli büyüyen bir kar topu.

Beyaz, bembeyaz kartopu; dokunsan buz gibiydi ama sadece varlığı bile içimi acayip ısıtıyordu. Bir kar tanesi ne kadar kar topuna da dönse de, onu uzun süre erimeden yaşatamazsınız. Bunu bildiğimden kaçıyordum aslında. Yine de kaçtığım o duygu ısrarla büyüyordu işte. Üstelik nereye gidersem gideyim üstüme üstüme geliyordu.

Mutsuzdum

Gerçekten çok mutsuzdum. Sen’in varlığı yüzünden değil ama. Şimdi hay karşısına çıkmaz olaydı demeyin hemen. Dünyamı terk ettiğim için mutsuzdum ben. İnsan kalbinin attığı yerden çok uzaklara gider mi? Ben gitmiştim. Nasıl gitmeyeyim ki? İçeride O vardı. Önce onu çıkartmam gerekirdi. Biz de kaçtık. Benim dünyamı değiştirmeye çalışmayıp, her halimi olduğu şekliyle kabullendiği gibi; bu kaçışları da kabullenecek, benimle gelecekti. Mutsuz olduğumu göre göre eşlik edecekti bana. Keşke O olmasaydı diyebilirsiniz şimdi belki. Yine de demeyin. Kıyamıyorum. İnsanın varlığını hatırladığında saygı duyabildiği biri için böyle şeyler demeyin.

Keşke ile başlayan bir cümle kuracaksanız, keşke kaçmasaydın diyin. Bak o olur. Ona hiç itiraz edemem işte. Hele ki yok olup gideceğinden korktuğum için kaçtığım o kocaman olmuş kar topu benden hızlı hareket edip nihayet bana çarptığında, yaşadığım duygunun eşsizliğini hissetseniz kesin dersiniz zaten. Evet arkamı döndüğümde kar topundan eser yoktu belki. Ayrılmış kar taneleriydiler yine.

Ve Sen oradaydı. Tam karşımdaydı. O kadar kaçıp hiçbir yere gidememişim meğer. Mutluydum. Çok mutluydum. Artık yapacağım hatta yapmak istediğim tek bir şey vardı. Ben de öyle yaptım. Yere eğildim. İki avucuma karları doldurup sımsıkı yaptım ve ona fırlattım.

Sahi, yoksa siz hala beni mi dinliyorsunuz? Oyun arkadaşınıza kar topu fırlatmaya gitmediniz mi daha?

Didem Elif

Not: Aşağıdaki şarkı benim gençliğimde çok popülerdi. Jason Danovan seslendirmişti. Hey gidi yıllar hey… 🙂

Edebiyatla kalın

Sevgilerimle

Facebook
Twitter
Instagram