Pupa

Temmuz ayına girmiş olmamıza rağmen, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Böyle havalarda araba kullanmaktan nefret ediyorum. Ege’yi okuldan almak için, evimizin hemen karşı köşesindeki duraktan taksiye bindim. Yolu izleme derdi olmayınca, camdan akan damlaların arkasında oturmak güzel. Arabanın sık sık durup kalkmasından belli ki, dışarıda yağmur trafiği var. Şoförün yarı açık camından, yıkanmış beton kokusu doluyor arabanın içine. Çocukluğumdaki; yağmur yağınca havaya karışan toprak kokusunu kendi çocuğuma anlatmam mümkün değil. Bu yaz, tatilde, bir köye götürmeli onu. Duyumsadı bu taş kokusunun yerine yeni kokular ekleyebilmesi için.

Ege geçen ay dört yaşına bastı. Benim o yaşlarda tek derdim oyun oynamaktı. İki katlı ahşap evimizin küçük bir de bahçesi vardı. Pencereden görünebilir olmam, bahçe iznini koparmanın tek şartıydı. Annem beni yemek vakti eve çağırdığında deliye döner, bir an önce tekrar dışarıya çıkmak için sabırsızlanırdım. O dönemlerde çocukların fazla oyuncağı yoktu. Televizyon da her evde olmazdı. Topluca evinde televizyon olan komşuya gidilir, hep birlikte izlenirdi. Şimdikinin aksine; televizyon, insanları bir araya getirmeye yarayan bir araçtı.

Ege, yıl sonu gelmeden okula gitmekten bıktı. Bu sabah da, her sabah olduğu gibi, okula gitmemek için uyuma numarası yaptı. Bu kaçışa, yemek istemediği zamanlarda da başvuruyor. Babası masadan kalkar kalkmaz, uykusu geldiğini söyleyip bütün yemek boyunca didiklediği tabağını öylece bırakıyor. Kendi çocukluğumda bana zorla yemek yedirildiği için, bu kararına hiçbir zaman karşı çıkmıyorum. Ona yemek yemeyi sevdirmenin yolları olmalı. Bakalım, yeni çıkan harf ve sayı biçimli makarna taneleriyle bu akşam ilgisini çekmeyi başarabilecek miyiz? Okulu sevmemesinin nedenleri neler olabilir? Arkadaşları ya da öğretmeniyle ilgili bir sorun olabilir mi? Belki de; gittiği okul, çocuğumuza uygun değildir.

Camdaki damlaların sayısı azaldı. Yağmur yavaşlamış olmalı. Şoförle yol boyunca güzergah dışı bir diyalog kurmadık. Hatta bir süredir, hiç hareket etmeden, öylece iki yabancı, arabanın içinde oturuyoruz. Biz duruyoruz, ama taksimetredeki yanıp sönen kırmızı sayılar ilerliyor. Saat beşe beş var. Bundan sonrasını yürüsem daha çabuk giderim. Bunu yüksek sesle dile getirmiş olmalıyım ki, şoför,

“Efendim?” diyerek arkasını döndü.

“Ahmet Abi?”

Şoför bizim Ahmet Ağabeydi. Seher Teyze’nin oğlu, Ahmet Ağabey. Ben durumu çözümlemiştim, ama A”hmet Ağabey şaşkın şaşkın bana bakıyordu.

“Ben Gamze. Feride’nin kızı. Bakırköy’deki Feride’nin.”

“Ya Gamze! Ne kadar büyümüşsün. Hiç tanıyamadım.”

“Sen hiç değişmemişsin Ahmet Abi.”

“Olur mu kız? Saçları görmüyor musun, nasıl da ağardı.”

“Ahmet Abi, seni gördüğüme çok sevindim. Ancak oğlumu okuldan almam gerekiyor, acelem var. Ben burada inip, yürüsem daha iyi olacak. Baksana, arabalar ilerlemiyor. Herhalde kaza oldu. Sen o durakta mı çalışıyorsun?”

“Evet yeni başladım çalışmaya. Birkaç gün oldu.”

“Ben de hemen karşıdaki apartmanda oturuyorum. Tekrar görüşürüz o zaman. Benim borcum ne kadar?”

“Saçmalama kızım ne borcu? Bir daha ki sefere. Feride Teyzeme selam söyle.”

Eskiden, Seher Teyzelerle Bakırköy’de aynı mahallede oturuyorduk. Ben yeni yaşına bastıktan birkaç ay sonra, Bakırköy’deki evi satıp Caddebostan’a taşındık. Ahmet Ağabey o zamanlar mahallenin jönüydü. Dediği doğruydu; saçları ağarmış, hatta biraz da seyrelmişti. Ama yüzüne jönlük veren ifade yerinde duruyordu. O zamanlar, iki kardeş taksicilik yapıyorlardı. Gündelik hayat, tuhaf bir şekilde, çocukluğuma götürüyor beni bugün.

Yağmur yavaşlamış. Ancak birkaç dakika bile yürüyünce epey ıslanılıyor. Okula varınca saçımı kurutmak için tuvalete gittim. Aynada kendimi gördüğüm an zil çalmaya başladı. Zil sesinin hemen ardından, küçük binanın koridorları çocuk koşuşturmacalarına boğuldu. Ege, sınıf kapısının arkasında durmuş, her zamanki gibi beni bekliyor.

“Ege’cim, gelirken biraz ıslandım. Hadi gel, önce tuvalete gidelim. Tuvaletin var mı hayatım?”

“Hayır yok.”

“Saçlarımı birazcık kurulayıp çıkalım. Tamam mı? Nasıl geçti okul bugün? Neler yaptınız, anlat bakalım.”

“Anne, okul ne zaman bitecek?”

“Bu hafta son. Yarın bitiyor hayatım.”

“Kesin bitiyor değil mi? Bir daha gelmeyeceğim.”

“Bütün yaz okul yok. Ama yaz bitince tekrar başlayacak. Çok mu sıkılıyorsun okuldan?”

“Evet. Artık okula gitmek istemiyorum.”

“Neden birtanem? Arkadaşların var bak bir sürü. Evde tek başına oturup, ne yapacaksın?”

“Fox Kids seyrederim.”

“Zaten evde olduğunda bütün gün Fox Kids seyrediyorsun. Neyse hadi bakalım yağmurluğumuzu giyelim küçük bey. Şapkamızı da kafamıza geçirelim.”

Ters yöne giden taksi, el kaldırınca U dönüşü yapıp, bizim bulunduğumuz kaldırımın önüne yanaştı. Yol boyunca bir yavaşlayıp, bir hızlanan yağmur nihayet durdu. Yol açık olduğundan, kısa sürede evimize vardık.

“Acıktın mı Ege? Bu akşam babanın işi var. Geç gelecek. Biz seninle baş başa yemek yiyeceğiz.”

“Hemen şimdi yemeyelim. Ben biraz televizyon seyredebilir miyim anne?”

“Evet ama akşam tabağındaki yemeğin hepsini bitireceğine söz verirsen.”

“Tamam, bitiricem.”

Kanepenin üzerinde ters dönmüş kumandayı alıp televizyonu açtım. Ekranda, iki gün önce uçak kazasında ölen insanların isimleri duyuruluyordu.

“Anneeee!”

“Ne oldu?”

“Böcek var. Uçuyor. Perdeye kondu.”

“O böcek değil hayatım. Kelebek. Yaklaş bak, ne güzel renkleri var.”

“Butterfly mı bu?”

“Evet. Bunu okulda mı öğrendin?”

“Evet.”

“Biz çocukken, bahçede kelebeklerin peşinden koşardık. Annem de ‘bırakın pupaları rahat rahat uçsunlar,’ derdi.”

“Ne derdi?”

“Pupa.”

“Pupa mı? Çok komikmiş.”

“Annem, kelebeğe pupa derdi. Sonradan okula gitmeye başlayınca öğrendim ki; pupa, kelebeğin kelebek olmadan önceki haliymiş. Tırtıl önce bir pupa oluyor, daha sonra pupa bir kelebeğe dönüşüyor. Sana kelebeğin nasıl oluştuğunu anlatmamı ister misin? Çok ilginçtir.”

“Evet! Hadi anlat.”

“Kelebekler, yumurtadan minik bir tırtıl olarak çıkarlar. Yapraklarla beslenirler. Biz bahçede tırtıl gördük mü; onu alıp büyük bir kavanoza koyardık.”

“Neden?”

“Kelebek haline gelişini izlemek için. Tırtıl bir böcektir. Uçamadığı için kolay yakalayabiliyorduk.”

“Tırtıl uçamıyor mu?”

“Hayır annecim, uçamıyor. Bulduğumuz tırtılı, kavanozda yapraklarla beslerdik. Hava alması için de, kavanozun ağzına tül sarardık. Bir süre böyle beslerdik. Ayrıca içine küçük bir dal koyardık. Böylece tırtıl bu dala tutunarak, kendisine koza örerdi. Etrafını kendi ördüğü kozayla kapatıyor ve sen tırtılı göremiyorsun.”

“Ne yapıyor orda?

Bilmiyorum. Ama o hali aslında pupa aşamasıdır. Pupa olduklarında onları beslemeyezsin. Bir süre sonra da, oluşturdukları bu pamuk zırhtan yine kendi kendilerine kurtulup, dışarı çıkmaları gerekir. Çıktıklarında artık renkli kanatları vardır.”

“Uçarlar o zaman di mi?”

“Evet hayatım uçarlar.”

“Bu benim pupam olsun mu?”

“Olsun, ama onu kendi haline bırak oldu mu? Özgürce uçsun.”

Kelebek, bulunduğu perdeden havalanıp televizyona doğru uçmaya başladı. Televizyonun camına çarpıp havada tökezledi; sonra, bir kez daha denedi. Gene cama çarptı. Aynı işlemi dört-beş kez tekrarladı. Kelebek, inatla televizyonun içine girmeye çalışıyordu; sanki gerçek yaşam ordaymış gibi.

2008 – Aşk Bir Kadın Hastalığıdır kitabından