Hiç Hesapta Yokken

Çalışmaya tam konsantre olmuşken, bir anda bir tatil fırsatı çıktı önüme. Kendimi son yıllarda sürekli gitmek isteyip de gidemediğim Kaş’ta buldum. Görmeyeli biraz değişmişti ama bence hala Türkiye’nin en güzel bölgelerinden biriydi. Saklıkent Kanyonu’ndan batık kent Kekova’ya; genişliği ve uzunluğu ile çevrenin en uzun kumsalı Patara’dan, ufak ama eşsiz güzellikte turkuaz rengi deniziyle Kaputaş Plajı’na, etrafta gezilecek ne çok yer vardı. Dalmak isteyene dalış, uçmak isteyene yamaç paraşütü imkanları sunuyor olması da Kaş’ın başka güzel taraflarıydı.

Sokaklarında kalabalık bir grupla tıp oynadığım Patara, çocukluğumun, gençliğimin anılarıyla doluydu. Bu gidişimde Patara’ya malesef uğrayamadım. Ama Pataralı olduğu söylenen, Noel Baba olarak bildiğimiz, Saint Nicholas’ın yaşadığı kabul edilen Likya’nın Myra yöresini ise ilk kez gezme şansım oldu. Noel Baba’nın mezarının bulunduğu Saint Nicholas Kilisesi, doğal ışığı ve farklı enerjisiyle fotoğraf çekmek için ilginç portrelere tanıklık ediyordu. Kabartma ve yazılarla süslenmiş kaya mezarlarının örneklerini Myra’da görmek mümkün. Gördüklerim ve gezdiklerim içinde en çok özleyeceğim mekan, daha çok Kaş sakinlerinin bildiği küçük ve salaş ama sıcak mı sıcak bir yer olan Hidayet’in Koyu oldu.

Sevdiği yerleri yeniden ziyaret edebilmesi ve yeni yerler gezip, yeni güzellikler görebilmesi; insanın ruhunu doyuran bir şey. Bu sayede tüm o yoğun geçen geziler sonrasında yorgun bedenine rağmen, insanın ruhu dinleniyor adeta. Ama tatilimi benim için güzel kılan daha önemli unsurlar vardı. O da Kaş sakinleriyle yaşadığım keyifli paylaşımlar.

Mesela kendilerinden mutlaka bahsetmek istediğim bir çift var. Sevil Albayrak ve Cihan Demir, evlenip kariyerlerini ve İstanbul’u bırakarak tam bir yıl önce Kaş’a yerleşmiş bir çift. Bugün onların evlilik yıldönümü. Bu sevimli ikilinin “Heart Collection” adıyla açtıkları hediyelik eşya dükkanı, adı ve kendileri gibi sevgi dolu. Siz de Kaş’a gittiğinizde sevdiklerinize ve kendinize sevgiyle yapılmış bir armağan almak istiyorsanız, Kaş’ın merkezinde olan Heart’a uğramayı unutmayın. Böylece buradan aldığınız sevgi, gittiğiniz her yere yayılsın…

Son Kulis Haber / 13 Ağustos 2012

Karar Ver Artık

Başınıza olumsuzluklar geldiğinde kaderci olmak çok rahatlatıcıdır. “Kaderim buysa çekerim,” diye düşünerek, alınyazısı deyip geçersiniz. Ama bazen karşınıza birden fazla seçeneğin çıktığı durumlar olur. Yaşamınızla ilgili kararı siz verecekseniz; o zaman, farkında olarak ya da olmayarak, kaderinizi kendi ellerinizle çiziyor olmanın verdiği sorumluluk rahatsız edicidir.

Yol ayrımının başında hangi yöne gideceğinize karar veremeden beklemek istersiniz bir süre. Bu arada zaman sizin gibi durmaz tabi. Üstelik, karar veremediğiniz yolların ilerideki oluşumlarına bile etki edecek şekilde akar. Sadece mantıkla hareket etmek de zordur böyle bir durumda. En başta duygular devreye girer. Geçmiş tecrübeler ve gelecek kaygıları da işi iyice karmaşıklaştırır.

İnsanın ne istediğini bilmesi çok önemli bu noktada. Belki o yollardan hiçbiri aslında istediğiniz doğrultuda bile olmayabilir. Böyle bir durum karar vermeyi iyiden iyiye zorlaştırabilir. Ama şu da var ki, girdiğiniz bütün yanlış yollar; hem ne istediğinizi öğrenmenizde çok etkili oluyor, hem de size eksileriyle artılarıyla çok şey katıyor.

Ne istediğini bilen insan istemediği seçeneklere “hayır,” deme özgürlüğünü gösterip, bildiği yolda emin adımlarla ilerler. Geçtiği bütün yolların ona çok şey kazandırdığını ve kattığını bilir. Kayıplarına odaklanmaz, hayıflanmaz. Duygularını, onlardan fayda sağlayacak şekilde kullanır. Endişelerini ve korkularını yaşam rüzgarına katmaz. Bu rüzgarın onu doğru kıyıya götürmeyeceğini bilir. Sevgi, arzu ve inanç ile gücüne güç katar. Seçtiği yolun yanlış olup olmamasına bakmaz. Çünkü kaderini yazmak için zamanla yarışmaz.

Son Kulis Haber / 26 Temmuz 2012

Bir Fırsat Daha Ver

Bir fıkra vardır. “Sarışınlar aptaldır!” imajını ortadan kaldırmak için, bir gün bir sürü sarışın bir stadyumda toplanırlar. Aralarından bir kişiyi seçip, jüri önüne çıkartırlar. Jüri sorar, “dört kere dört kaç eder?” Sarışın bir süre düşünür ve; “kırk dört,” cevabını verir. Stadtaki sarışınlardan bazıları ayağa kalkıp, “bir şans daha ver, bir şans daha ver,” diye bağırırlar. Jüri bir şans daha verir ve sorar;”üç kere üç kaç eder?” Sarışın; “otuz üç,” der. Jüri yanlış olduğunu söyleyince, yine statdaki sarışınlardan bazıları ayağa kalkarak, “bir şans daha ver, bir şans daha ver,” diye bağırırlar. Jüri son bir şans vermeye karar verir ve sorar; “iki kere iki kaç eder?” Sarışın “dört,” cevabını verince, bütün stad bu sefer hep bir ağızdan haykırır; “bir şans daha ver, bir şans daha ver.”

İki gün önce, bir iş görüşmesine çağrıldım. Doğal olarak görüşme öncesinde, firma ile ilgili az çok fikir sahibi olmak için, internet adresine baktım. Sloganları beni baştan yakaladı; “Yaşamak en büyük fırsattır.” 1 Ağustos’ta yayın hayatına girecek olan yeni bir fırsatlar sitesiydi incelediğim. O zaman düşündüm; “Fırsatım olan yaşamımı ne kadar doğru değerlendiriyorum?” diye. Üstelik tanıtımda görsel olarak Boğaz Köprüsü’nü kullanmışlardı. Benim en sevdiğim metaforlardan biri değil miydi bu? Bir yakadan başka bir yakaya geçmek için köprüler kurmak durumunda kalmıyor muyduk sürekli?

Görüşme her iki taraf açısından olumlu geçmiş olacak ki, proje bazlı görev almak üzere, yeni açılacak olan bu fırsatlar sitesinde dün işe başladım. Çalıştığım yerin reklamını yapmak niyetinde değilim. Patronlarıma yağ yapmayı ise, istesem de beceremem. Dolaylı yoldan da olsa, önümüze çıkan fırsatların hayatımızda ne kadar önemli olduğunu farketmemi sağladı yeni işim ve bu duygumu paylaşmadan edemedim. Çünkü bazen insanın kendi başarı hikayesini oluşturması için tek ihtiyacı olan, ona sadece bir fırsat verilmesidir.

Son Kulis Haber / 19 Temmuz 2012

Ayna Ayna Söyle Bana

Akıl veren çoktur da eğrisini doğrultmaya çalışan maalesef azdır. Aynaya sadece kaşını almak, gözünü boyamak için bakanlar var sonuçta. Böyle insanlara dışarıdan baktınız mı bakımlı dersiniz, güzel de görünür gözünüze. İçi boşsa şayet bir zaman çıkar o endamın gerçek kokusu. Ne de olsa ağız torba değil ki büzesin. O makyaj ile kapanmıyor.

Üniversitedeyken Muhasebe dersimizin sınavlarında hesap makinesi ve hesap planı kullanmak serbestti. Sınavlardan birinde muhasebesi çok iyi olan bir arkadaşım, hesap planının arkasına soruların cevaplarını yazdı ve bana verdi. Sınıfta iki asistan vardı. Dersin hocası sınavın ortasında sınıfa geldi. Hesap planlarını kontrol etmeye başladı. Benim hesap planımdaki yazıları görünce cevap kağıdıma baktı. Elbetteki yazılar tutmuyor. Yine de “Bunları sen mi yazdın?” diye sordu, hesap planındaki cevapları göstererek. Adamın gözünün içine baka baka yalan söylemeyi beceremediğimden, “Ben yazmadım,” dedim. Hoca şaşırdı önce, tekrar sordu; “Sen mi yazdın kızım bunları?”, ben tekrar; “Ben yazmadım,” dedim. Soğuk terler atıyorum bir yandan. O esnada, doğal olarak, hesap planına soruların cevaplarını yazan arkadaşım bana içinden bir güzel saydırıyor. Hoca bu sefer daha sert bir şekilde; “Kızım sen mi yazdın bunları?” diye sordu. Bende cevap aynı; “Hocam ben yazmadım.” En sonunda adam pes etti ve “Tamam kızım niye susuyorsun? Bir saattir soruyorum, neden cevap vermiyorsun? Madem sen yazdın, ‘ben yazdım,’ desene. Neden ben yazdım demiyorsun?” Adam kendi kendine, “bu kız safın önde gideni,” deyip halime acıdı belki de. Yoksa sağır filan değildi.

Yalanı da yalan söyleyeni de kimse sevmez söze gelince. Ben o gün uzaklaştırma cezası almadıysam yalan söyleyemediğim içindi. Kopya çekmenin ödemem gereken bedelini ödememiş, yalan söylememenin ödülünü almıştım hatta. Hatamı affedip, dürüstlüğümü takdir eden hocama şükrediyorum şimdi. Çünkü tam tersini yapsaydı, belki bugün geçer not almak için her sıkıştığımda yalan söyleyen biri olabilirdim.

Aynaya sadece makyaj yapmak için değil, yapılan hataları görmek için de bakmak lazım. Duru güzelliği olan biri; güzelliğini, kusurlarını ört pas etmeye borçlu değildir çünkü. Yalan, insanın ağzından çıkan, başkalarını kandırabilmek için kullandığı bir makyaj malzemesidir nihayetinde. Üstelik çabuk aktığı için sık sık tazelemek gerekir.

Son Kulis Haber / 11 Temmuz 2012

Ben De İsterdim Yaşamayı

Üniversiteden mezun olalı 14 sene oldu. Ama ben hala okulumu bitiremediğime dair sık sık kabuslar görüyorum. Rüyalarımda çoğunlukla sınava giriyor oluyorum. Ya yollardayım yetişmeye çalışıyorum ya da sınava hiç çalışmamışım. Üstelik alttan bir sürü dersim kalmış. Mezun olabilmem imkansız görünüyor. “Bunu aileme nasıl anlatacağım?” kaygısıyla dönüp duruyorum yatağın içinde.  Kendime geldiğimde, okulu çoktan bitirmiş olmanın rahatlıyla derin bir “ohh!” çekiyorum. Bir süre sonra benzer bir kabus gecenin karanlığında yeniden çöküyor üstüme. Sıkça olmasına rağmen hala alışamadım bu rüyaların varlığına. Her seferinde ilk kez görüyormuşum gibi etkisi altına alıyor beni. Demek ki okurken ne kadar baskı yaratmışım üzerimde ki, bir türlü atamıyorum içimden.

Bu seneki SBS (Seviye Belirleme Sınavı) stresi yüzünden, Ankara’da ilköğretim okulu 8’inci sınıf öğrencisi olan 15 yaşındaki Nazik Kıraç, adı gibi nazik olmadı kendi canına karşı. Üzüntüleriyle, korkularıyla, çaresizlikleriyle, acılarıyla kuşatılmış bedenini tavana astı. Bir elektrik kablosuyla, bağını kopardı bu hayattan. Mutfak masasının üstüne bıraktığı not her şeyi özetliyordu; “Sevgili ailem! Böyle olmasını istemezdim. Ben de isterdim bu dünyada yaşamayı… Ancak başarılı olamıyorum.”

Başaramamak! Benim de kabuslarımda boğuştuğum bu değil miydi?

Oysa okumakla yükümlü olduğum dört yıllık bölümü dört buçuk yılda bitirmiştim. Yani sadece yarım dönem uzadı. Alttan dersim yoktu. Sadece tez yazıyordum. İtiraf etmem gerek onu da evde oturarak rahat bir şekilde bitirmiştim. Üstelik danışman hocam Sami Güçlü’nün bana duyduğu güven, gösterdiği anlayış, yazdıklarıma ve fikirlerime karşı sergilediği takdir ifadeleri, bugün bile varlığını ruhumda idame ettirecek kadar kuvvetlidir. Onun sayesinde kendimi başarılı hissetmiştim. Kendisini her daim sevgi ve şükranla anımsarım.

Peki bitmiş bir kavga neden hala korkutuyordu beni? Geçip gitmek bilmeyen kabuslarımın kaynağı neydi?

Elbette Hayat Okulu hiç bitmiyordu. Bu zaten bu dünyada varolmanın en sevdiğim yanıydı. Ama Başarı Kaygısı dersinden bir türlü geçemiyordum besbelli. Albert Camus’un Sisifos karakteri gibi olamadığım zamanlar çoğunluktaydı maalesef. Sisifos, bir kayayı dağın tepesine çıkartmakla cezalandırılmış bir ölümlüdür. Tam çıkarmak üzereyken kaya aşağıya yuvarlansa da, Sisifos vazgeçmez, aşağıya inip yeniden dener. Her denemesinde düşeceğini bile bile çabalamaya devam eder. Sisifos başaramadığı için mutsuz değildir. Çünkü aslolan çabanın kendisidir.

Eğitmen, danışman ve koç olan Kemal İslamoğlu geçenlerde benim ilginç bir deneyim yaşamamı sağladı. Önce sordu, “Bir ucunu boynuna, diğer ucunu duvara yasladığın bir ‘ok’u, hiç dokunmadan kırabilir misin?” diye. “Yapamam,” demeyi sevmediğimden, “Olur,” dedim ve yapamayacağımı kabullenmek istemeyeceğimden Kemal İslamoğlu’nun gözetiminde ok kırmayı denedim. Derdim, “Biliyor musunuz, ben boynumda ok kırdım!” demek değil. Hatta daha evvel biri bana bunu yaptığını söylese, içinde küçümseme ve alaycılık barındırıcı cümleler kurmak isteyebilirdim belki de. Fakat okun kırılmasına saniyeler kala kafamın içinde öyle bir farkındalık yaşadım ki, “saçma” kavramı düşüncelerimde boyut değiştirdi.

İlk başta “Bunu daha evvel birileri yaptıysa, ben neden yapamayayım?” diyerek motive ettim kendimi. Bütün gücümle duvara doğru ittim boynuma dayanmış oku. Onu hiçbir şekilde kıpırdatamadım. Ne kadar sert olduğunu ve hiç değişmediğini fark edince, boynumdaki acıyı hissettim. Durdum. İşte o anda yapamayacağımı söyleyen sesler duymaya başladım beynimin içinde. Yalnız olsaydım cahil cesaretiyle yarattığım motivasyonumu çok kolay kırardı bu sesler muhtemelen. O zaman danışmanımın cahilliğimi bilgiyle doldurmaya çalışmak için, oku kırmayı denemeden evvel söylediği cümle geldi aklıma: “Sen bu oktan daha dayanıklısın.” Oku yeniden boynumdaki boşluğa yerleştirip tekrar denedim. Bir kere bu sefer daha başlamadan acıyı hissediyordum. Bu acı devam etmemi zorlaştırıyordu. Yine de acıya değil de oku kırmaya odaklanmaya çalıştım. Daha evvel kullandığım gücün aynısıydı tükettiğim. Ama bir fark vardı, acıyı hissettiğim anda kendimi bırakmadım. Acıya rağmen güç sarf etmeyi sürdürdüm. Kısa bir süre sonra okun esnediğini fark ettim. İşte tam o sırada bütün acı geçti ve ok nasıl olduğunu anlamadan kırıldı. Boynumda ne bir sızı ne de bir yara izi vardı. Esas mesele oku kırmak değildi, esnetebildiğimi hissettiğim anda onu kırabileceğimi anlamıştım zaten. Ne olursa olsun çabalamaya devam etmek gerekiyordu. Başarısızlık, başaramamak değildi; başarmaya çalışmaktan vazgeçmekti.

Fotoğrafçılıkta Pan Tekniği denilen bir çekim tekniği vardır. Hareket halindeki objeler Pan tekniği ile çekilir. Elinizdeki makinayı hareketli objenin hızında ve aynı yönde hareket ettirirsiniz. Böylece hareket halindeki nesne oldukça net çıkarken, arka plan hareket ve hızı yansıtacak şekilde karelenir. Elleri oldukça titreyen benim gibi biri için Pan Tekniği oldukça zor bir teknik.

panfircasi

2007 yılıydı. “Pan tekniğinin örneklerini araba, uçak, motosiklet, bisiklet karelerinde çok fazlaca gördük,” diye düşündüm. “Farklı ne yapabilirim?” derken; bir elime resim fırçası aldım, diğer elime fotoğraf makinasını. Oturdum bilgisayar sandalyesine ve kendimi döndürdüm. Böylece elimde duran fırça hareket halindeydi ve onu netleyip etrafı hızı yansıtacak şekilde boyamış oldum. Kendime “Benim elim titrer, ben başaramam,” demek yerine; “Başarmak için ne yapabilirim?” diye sormuştum. 2007 yılında bir fotoğraf sitesinde paylaştığım bu fotoğraf “Günün Fotoğrafı” seçildi.

Okulda başarılı olamadığımı gördüğüm kabuslar, bir gün geçer mi bilmiyorum ama Nazik Kıraç’ın acı mektubundaki gibi hemen hemen her gün şu cümleyi kurduğumu biliyorum; “Ben de yaşamak istiyorum.” Bunu başarmak için kaybettiklerimden çok, kazandıklarıma odaklanmayı tercih ediyorum.

Felsebiyat Dergisi / Temmuz 2012

Bakirelik Sultanlıktır

Son günlerde kimsenin dilinden düşürmediği “kürtaj, sezaryen” muhabbetinden resmen gına geldi. Bir insanın doğurma yetisinin olması harikulade bir şey. Ayrıca bir kadın olarak şundan eminim ki, kürtaj olmak dünyanın en kötü duygusu. Hangi varlık ister, içinde büyüyen bir canlının vücudundan kazınarak sökülüp atılmasını. O boşluğu doldurabilmek ise apayrı bir konu. Bütün süreçlerini kadının deneyimlediği bir konunun bu kadar anlamsız bir söylemle devlet meselesi haline gelip konuşulması içler acısı bir durum.

Kürtaj isteyerek tercih edilecek bir yol değil. “Kürtajı minimum seviyeye ‘nasıl’ indirebiliriz?” diye düşünüp, kafa yormak; cinsellik bilinci üzerine yoğunlaşmak yerine yasaklarla çözüm bulmak isteniyor. Bu anlayış ile, hangi yolla olursa olsun(tecavüz sonucu bile olsa) ana rahmine düşmüş bir ceninin dünyaya gelme hakkı adına; onu doğuracak, büyütecek, yetiştirecek insanın bireysel karar verebilme hakkına tecavüz ediliyor.

Evlilik, aile sorumluluğu gerektirir. “Bekarlık sultanlıktır,” sözü bu sorumluluğun zorluğunun altını çizmek adına evliliğin kıyısından geçen hemen hemen herkesin dilindedir. Oysa evli olduğu halde, yalnızlığını özgürce yaşayabilen kişi aynı zamanda bekardır da. Aile sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmek için illa bireysel hayallerden ödün vermek gerekmiyor. Bu dengeyi kurabilen ve koruyabilme başarısı gösteren kişiler gerçek anlamda mutluluğu yakalayabiliyor.

Bireysel olarak güçlü, ne istediğini bilen, ailesiyle birlikte kendi özel hayatını yönetebilen kadın modelini sağlamlaştırmak yerine; “madem hamile kaldın, doğuracaksın kardeşim,” zihniyeti olursa, istemediği halde doğum yapmak zorunda kalan kadın “Bakirelik sultanlıktır,” dese yeridir.

Son Kulis Haber / 04 Haziran 2012

Maç Keyfi

Yıllar var ki futbol maçı izlememiştim. Geçtiğimiz Cumartesi günkü Fenerbahçe – Galatasaray derbisi için bir arkadaşımızın evinde toplandık. Önce biraz burun kıvırdım, “ben futbol maçı izlemeyi sevmem,” diye, ama sonra arkadaşlarla birlikte vakit geçirmek için orada bulunmayı tercih ettim. Maçı izlediğimiz ev Florya’daydı. Kalabalık grubumuzun çoğu Fenerli. Hakem Cüneyt Çakır sarı ve kırmızı kartları havada uçuştururken, ben içten içe Cimbom’un yenmesini diliyordum. İçimdeki taraftar sevgisi birden ortaya çıkıvermişti yeşil sahalarda koşuşturan futbolcuları görünce. Yerleştiğim karpuz koltukta hop oturdum, hop kalktım. Bugüne kadar izlediğim en kötü futbol maçlarından biriydi.

Dakikalar 90’ı geçti. Son anlarda gol yer miyiz diye endişeliyim, çünkü tuttuğum takım gol atmaya oynamıyor besbelli. Korku filmi izlercesine bedenim iyice gerilmiş. Tüm ligi takip etsem halim ne olacak merak ediyorum. Nihayet maç bitiyor. Sonuç beraberlik. Sokakta sevinç çığlıkları hemen başlıyor. Sahaya inen izleyicileri ve onlara yapılanları görünce üzülüyoruz. Fenerli arkadaşlarımız buruk. Üstelik onlar benim gibi on yılda bir maç izleyen insanlar değiller. Ligi takip ediyorlar. Maç izlemeyi seviyorlar. Her iki takımı tutan arkadaşların hiçbiri diğer tarafı incitecek ve tahrik edecek herhangi bir söylemde ya da eylemde bulunmuyor. Onların yasını tutarcasına saygıyla susuyoruz. Hep birlikte terastan bayraklar, balonlar, formalar eşliğinde eğlenen insan ve araba trafiğini izliyoruz gülerek. Silah sesleri eksik olmayınca tadımız kaçıyor, içeri sığınıyoruz.

Kimileri ayrılıyor aramızdan, kalanlarla film izlemeye karar veriyoruz. Yollar iyice tıkandı. Mümkün değil eve gitmek. Maçın sonucundan mutlu olanlar ve mutsuz olanlar hep birlikte peş peşe iki tane film seyrediyoruz. Tekrar ediyorum, futbol maçı olarak izlediğim en kötü maçlardan biriydi. Ama futbol izleme etkinliği açısından bugüne kadar en keyif aldığım maçtı. Galibiyeti ve mağlubiyeti böylesine güzel karşılayan arkadaşlarla bunu paylaşabildiğim için çok mutluyum.

Son Kulis Haber / 16 Mayıs 2012

Kahvenin Kırk Yıllık Hatırı

Gün geçmiyor ki facebook hesabımdaki arkadaş listemde artış olmasın. Yıllardır görüşmediğim akrabalarıma yıllar sonra ulaşabiliyorum. Bir kez tanıştığım, internet olmasa belki ömrümde bir daha karşılaşmayacağım insanların hayatlarını takip ediyorum. Düşünüyorum da aynı oranda sosyalleşiyor muyum diye? Eklediğim insanlarla çoğu zaman tek satır yazışmıyoruz. Yüz yüze buluştuğum insanlar genelde aynı. Hatta onlarla bile eskisine nazaran daha az dışarıda vakit geçiriyoruz. Telefonda konuşmak, arayıp hal hatır sormak lüks oldu. Yine de internet sayesinde haberdarız birbirimizin her yaptığından. Facebook gibi paylaşım sitelerine koyduğumuz fotoğraflar aracılığıyla; kim kiminle, nerede, ne yapıyor biliyoruz. Sevdiklerimizin doğum günlerini hatırlamak için, doğdukları tarihi bilmemiz bile gerekmiyor.

Evdeki bir tane çiçeğe bakamazken, bilgisayarda bir çiftlik kuruyoruz. Aynı havayı solumadığımız hayvanlar yetiştiriyoruz. Meyvesini yemediğimiz ağaçlar büyütüyoruz. Oksijenini solumadığımız ormanlar kuruyoruz. Doğanın, hayvanların hatta insanların enerjilerini birebir hissetmenin anlamını gerçekten yavaş yavaş yitiriyoruz. Kendimize kahve yaptığımızda, sanal ortamda sohbet ettiğimiz kişiye de pişiriyoruz. Böylece sanal kahveler içiyoruz, değişik inçli manzaralar eşliğinde. Ama böylesi içilen kahvelerin pek de hatırı sayılır olduğu söylenemez. Oysa ki, “bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır,” derler.

Sohbet etmeyi hayatı paylaşmayı bu kadar severken; günün herhangi bir saatinde sıcak bir cezveden çıkmış kahveyi paylaşmak yerine, soğuk ekranlarda teselli buluyoruz. İnternet başında daha rahat, daha özgür konuşuyoruz, bu bir gerçek. Bizi bu noktaya getiren süreci anlamaya çalışıyorum. Kendimizi yazılı olarak daha iyi ifade ettiğimiz için mi bu yolu tercih ediyoruz? Konuşma cesaretimizi kıran, kendimiz olmayı engelleyen bir çift göz mü yani? Pek sanmıyorum. Geçmişimiz bizi o kadar yormuş, geleceğimiz bizi o kadar korkutmuş ki; bilgisayar başında saatlerce takılı kalarak, bence biz şimdiki ânı yaşamaktan kaçıyoruz. Bu şekilde bir nevi kendimizi korumaya alıyoruz. Ne de olsa internet ortamında arkadaş eklemek ne kadar kolaysa, işimize geldiğinde onu yok saymak da o kadar kolay oluyor.

Son Kulis Haber / 08 Mayıs 2012

Bahar Müjdesi

Soğuk havalarla birlikte, güzel ve mutlu haberlere hasret bir kış geçirdik bu sene. O yüzden bugün çok sevdiğim bir arkadaşımın “Aşk” müjdesiyle aydınlandı günüm. Tam bir bahar müjdesiydi, hatta baharın hediyesiydi bu… Soğuk kış gecelerinde umutla beklenen sevgili nihayet gelmişti. Önceden ekilen lale soğanlarının zamanı geldiğinde açması gibi bir şeydi. Zaten hayatta ne ekersek onu biçmiyor muyduk?

Beklerken olumsuz duygular yükleniriz genelde. Oysa güzel bir şeyler yaşamak için, içimizdeki sevgiye olan inancımızı hiç kaybetmeden sabırla beklemek, ne kadar güzeldir. Baharın kokusunu solumak isteyen yazlık kıyafetlerin dolapta beklemesi gibi.

Neşeli renkleriyle yazlık kıyafetler, yeniden gün yüzü görecek, ışığa yüzünü dönecek. Bir çok yürek kış uykusundan uyandı bile. Meltem rüzgarı çiçeklerin kokusunu dört bir yana taşırken, usul usul okşuyor üşümüş bedenleri güneşin eşliğinde. Sabahın erken saatlerinde yaprakların üzerinden süzülen yağmur damlaları… Toprağın, çocukluğumu hatırlatan eşsiz kokusu… Her baharda her birimiz çocuk oluyoruz bir kez daha. Nisan yağmurlarıyla en çok umutlarımız yeşeriyor sanki. Böylece Çocuk Bayramı’nda elele verip bu umut dolu günü çocuklarımızla birlikte kutlayabiliyoruz. Onlarla kırlarda koşturup, kahkahalarıyla soluklanabiliyoruz.

Bahar her zaman böyle güzel bir şey işte… Umut dolu, sevgi dolu, huzur ve mutluluk dolu… Üstelik bunu gerçekten içimizde hissetmek için, sadece ışığın olduğu yöne bakmak yeterli…

Son Kulis Haber / 26 Nisan 2012

Mükemmel Duyu

Orijinal adı “Perfect Sense” olan “Yeryüzündeki Son Aşk” filmini geçen sene izlemiştim. Adının Türkçe’ye çok yanlış aktarıldığını düşünüyorum. Çünkü film salt bir aşk filmi değil. İnsanın kendini tanıması, sahip olduğu duyuları ve değerlerini anlaması, hatırlaması adına ağır bile sayılabilecek yapıda. Beni etkileyen, sevdiğim filmleri bir süre geçtikten sonra yeniden izlemeyi severim. Aynı şey bana bir şeyler kattığına inandığım kitaplar için de geçerli. Hem yeniden aynı duyguları ve düşünceleri hissedip hissetmeyeceğimi merak ederim -çünkü hiçbir zaman aynı kalmayız- dolayısıyla aynı eserle yeniden buluştuğumda farklı algılayıp algılamayacağımı görmek isterim; hem de daha önce fark etmediğim yeni bir şeyler bulup bulamayacağıma bakarım. Bunu yaparken de genelde yanımda birilerini benimle sürükler, benzer duyguları paylaşabilmeyi umarım.

Geçenlerde yeniden izledim “Perfect Sense” filmini. İlk izleyişimdeki gibi gözyaşları süzülmedi gözlerimden. Sonunu biliyordum ne de olsa. Ben gerçekten o mükemmel duyuyu sonuna kadar hissedebilme derdiyle; yaşamın, şimdiki anın tadını çıkartmaya çalışıyordum. Bulunduğum dengenin müthiş huzuruyla derin bir mutluluk yaşıyordum. Affetmenin ve sevginin iyileştirici gücüyle tenim aynı filmdeki gibi bir sarmalanma deneyimliyordu adeta. Geleceğe dair tek bir endişem yoktu. Bütün duyularımı kaybetsem bile tüm ömürlük yetecek bir bilgiyle donanmıştım sanki. Ta ki dün gece annemi kaybetme korkusunu yaşayana kadar.

Dün gece kısa bir süre uzaklara gitti annem. Bu dünyadakilerin bilmediği bir yerlere yolculuk yaptı. Açık kalmış gözleriyle bedeni yerde hareketsiz yatarken, ablamın acı çığlığı sarmıştı evi. Kendimi hatırlamıyorum bile. Her şey bir anlık bu evrende. Gelmek bir anlık. Gitmek bir anlık. Belki öğrendiklerimi daha iyi anlamam, hayatın değerini daha iyi bilmem gerekir böyle zamanlarda. Ama tam tersi oldu. Korkularımla, öfkelerimle, nefretlerimle boğuştum bütün gün. O yüzden çok yorgunum. Kendimi yaptıklarım ve yapmadıklarım için ne zaman tümüyle affedebilirim bilemiyorum. Bu yazı bununla ilgili bir adım olsun istedim.

Son Kulis Haber / 17 Nisan 2012

Facebook
Twitter
Instagram