Venüs – Offf yanlış oldu. Tüh.
Mars – Ne oldu Venüs?
Venüs – Yanlış örmüşüm şimdi fark ettim. Ta şuraya kadar sökmem gerekecek. Hay Allah.
Mars – Sahi sen günlerdir ne örüyorsun Venüs?
Venüs – Sana atkı örüyorum aşkım. 🙂
Mars – Ay sakın Venüs, istemiyorum örme. Sevmem ben öyle el örgüsü atkı filan. Hem sen benim atkı taktığımı ne zaman gördün Allah aşkına? Ayrıca bana bu kadar yakın oturmak zorunda mısın? Sen ördükçe kalçan habire kıpraşıyor dibimde. Dikkatim dağılıyor. Kitabıma konsantre olamıyorum. Biraz yana kayar mısın?
Venüs – Aaa niye kayacakmışım? Şimdi kıpırdayamam söktüğüm ipler birbirine karışır. Valla bu yumak çok özel bir yumak aşkım. Taa Venedik’ten almıştım. Rahatsız oluyorsan sen değiştir yerini. Hem niye örmemi istemiyorsun? Ne güzel el emeği bir şey yapıyorum senin için Mars. Benden hatıra kalsın sana istemez misin?
Mars – Annemmişsin gibi davranma bana lütfen Venüs. Ben el örgüsü sevmiyorum diyorum zorluyorsun ama. Hayatta giymem ben onu. O yüzden boşuna uğraşma. Örmekle yorma kendini lütfen. Sonra giymedim diye bozulacaksın. Boş yere huzursuzluk çıkacak yine aramızda.
Venüs – Giymen önemli değil ki Mars. Gerçekten. Zaten ben kendim için ördüklerimi de neredeyse hiç giymedim ki.
Mars – Peki neden örüyorsun o zaman?
Venüs – Ben örmenin kendisini seviyorum. Tıpkı yaşamın kendisini sevdiğim gibi. Bittiğini görmek tabi ki mutlu ediyor ama esas keyifli olan sürecin kendisi. Hem ayrıca kafamı boşaltıyorum. Ellerimle bir şeyler üretmek çok iyi geliyor. Yalnız baksana habire söküp duruyorum. Sen istesen de istemesen de bitmeyecek sanki bu gidişle Mars.
Mars – La Sagrada Familia Kilisesi gibi desene.
Venüs – Nasıl yani?
Mars – Barcelona’da bulunan yapımı bir türlü bitmeyen kilise var ya.
Venüs – Öyle bir kilise mi var? Bilmiyorum.
Mars – Tam sana göre bir kilise aslında. Eminim görsen bayılırsın. Öyle acayip detaylar var ki, sanki dantel yapar gibi tek tek işlenmiş. Ama işte düşün 1880’li yıllarda yapılmaya başlanmış ve hâlâ bitmemiş. Senin örgü de o hesap olacak anlaşılan. 🙂
Venüs – Bitiremeyeceğim dediysem de abartma istersen Mars. Sadece biraz zor bir motif seçmişim. Kafam karıştı hepsi bu. Sen de tüm hevesimi kırıyorsun doğrusunu istersen. Hiç enerjim kalmadı. Bu motivasyonla bundan sonrasını nasıl öreceğim ben şimdi? Bendeki heyecan sende de olsaydı çok daha farklı olurdu. Atkıyı çoktan bitirmiş olurdum inan ki. Biricik el emeğimle; şimdi boynuna sarılmış, bu soğuk havada seni sıcacık ısıtıyor olacaktım.
Mars – Gördün mü bak? Sana demiştim. Daha şimdiden ben suçlu oldum, bitince kim bilir başıma neler gelecek? Bana atkı ördüğünü daha az önce öğrendim Venüs. Bitmemiş olmasının heyecan duymamla ne alakası var. Bilmediğim bir şey için nasıl heyecan duyabilirim acaba?
Venüs – Ben hissetmiştim zaten. Yine de emin olamadım. Senin için ördüğümü anladın da ilgilenmiyor gözükerek çaktırmıyorsun sanmıştım. Ne kadar da safım.
Mars – Neyse tamam sen haklısın hayatım. Hepsi benim suçum. Hatta sarı saçlarımdan bile ben suçluyum. Niye esmer değilim ki sanki? 🙂
Venüs – Dalga geçme Mars. Hem ben senin saçlarının rengine bayılıyorum bir kere. Ellerim boş olsa gezdirmek isterdim şimdi saçlarının arasında valla. Ay bak şimdi konuşmaya dalıp yanlışlık yapacağım yine. Sana zahmet şuraya işaret olsun diye parmağını koyar mısın? En azından onu görünce emin olurum. Daha fazla sökmeden dururum.
Mars – Anlaşıldı sen bana kitap okutmayacaksın.
Venüs – Sahi sen ne okuyordun? Önemli bir şey değildi umarım.
Mars – Aslında daha önce okuduğum bir kitabı okuyordum. Travenian’ın Şibumi adlı kitabı beni yıllar evvel çok etkilemişti. Evimiz Japonya’da olunca merak ettim acaba şimdi okuyunca neler hissedeceğim diye ama sayende tek satır bile okuyamadım.
Venüs – Afedersin Mars. Gerçekten özür dilerim. Ben nasıl örgü örmeyi çok seviyorsam biliyorum sen de kitap okumayı çok seviyorsun. Senin okuma tutkun öyle başka ki. İçine kadar hissediyor insan.
Mars – Evet gerçekten farklı seviyorum. Okurken zihnimde fotoğrafların oluşması çok hoşuma gidiyor. Sanki oturduğum yerden bambaşka diyarlara seyahat ediyorum. Bir sürü dünya geziyormuş gibi hissediyorum.
Venüs – Tutkunu ne güzel anlatıyorsun aşkım. Keşke ben de senin gibi anlatabilseydim. Oysa çok zorlanıyorum kendimi ifade etmekte. Bu arada fotoğraf demişken aklıma ne geldi Mars? Hatırlıyor musun? Bir keresinde seninle birlikte çok güzel manzarası olan bir tepeye tırmanmıştık.
Mars – Bugüne kadar bir sürü güzel manzarası olan tepeye tırmanmıştık Venüs. Hangi tepeden bahsediyorsun?
Venüs – Adını hatırlayamadım. Hani sen fotoğraf makineni yeni almıştın. “Arkanda çok güzel bir manzara var, fotoğrafını çekeceğim illa,” diye tutturmuştun. Hatırladın mı?
Mars – Venüscüm senin binlerce kez fotoğrafını çektim nasıl hatırlayayım?
Venüs – Elimde, yürürken çok terlediğim için yüzümü sildiğim bir havlu vardı. Fotoğrafta yüzümün yanında görünüp kötü çıkmasın diye elimi aşağı indirmemi istemiştin.
Mars – Havlunun rengini de söyle de tam olsun Venüs. Şaka gibi. Terini sildiğin elindeki havluya kadar tüm detayları hatırlıyorsun ama tepenin adını hatırlamıyorsun yani öyle mi? Pes valla. Neyse çıkaramadım hangi fotoğraftan bahsettiğini. Ne olmuş o fotoğrafa?
Venüs – Ben de onu soracaktım. Ne oldu o fotoğraf? Merak ettim. Nasıl çıkmıştım acaba? Tepeye çıkarken kafam o kadar başka yerdeydi ki, fotoğrafa bakmak hiç aklıma gelmemişti.
Mars – Venüs sen ciddi misin hayatım? Ben sana kitap okurken ne hissettiğimi anlatıyorum. Bu senin aklına, öylesine çekilmiş bir fotoğrafta nasıl göründüğünü mü getirdi gerçekten? Çok alemsin hayatım. 😝
Venüs – Ne var canım? Ay aman tamam. Çok da önemli değil. Sana da bir şey sorulmuyor. Bana habire gülüp duruyorsun. Bir daha da sormayacağım işte. Elini artık çekebilirsin. Söktüm tüm yanlış ördüklerimi.
Mars – Venüs sen de çok çabuk kırılıyorsun ama. Hemen niye suratını asıyorsun ki? Bak benim şahane bir fikrim var. Yarın ilk iş seninle birlikte Fuji Dağı’na çıkalım. Buraya geldim geleli istiyordum zaten. Epeydir de seninle birlikte bir tepeye tırmanmamıştık. Hem Fuji Dağı’nın manzarasından senin yepyeni bir fotoğrafını çekerim. Bu sefer doya doya bakarsın. Ne dersin?
Venüs – 😊 Hmm. Fena fikir değil aslında. Ama bilemedim. 😊 Yarın olsun da havanın durumuna göre bakarız.
Mars – 😊 Peki hayatım.
Venüs – Ay iki düz, bir ters mi yapacaktım sanki ben bu sırada. Bak gene söktüğümün aynısını yapmışım. Hay Allah ben niye habire aynı şeyi örüyorum yaa?
Mars – Madem hep aynı şeyi örüyorsun, sen en iyisi bir daha sökme Venüs. 😊 Hem versene sen bana o şişleri artık.
Venüs – Aaa napıyorsun Mars? Bırak şişlerimi.
Mars – Sen az önce boynumu sıcak tutmak istediğini söylememiş miydin? Gel bak ben sana onun başka bir yolunu göstereceğim. 😉
Venüs – 😍
Mars – 😍
Didem Elif
Okuyucuya oldukça uzun bir not: Yaklaşık üç haftadır İstanbul’dayım. Öyle yorgun hissediyordum ki kendimi, garip bir atalet duygusu içindeydim. Çağrıldığım ve gitmem gereken yerleri saymazsak, çok az dışarı çıktım. Neredeyse hep evdeydim. Fakat Yumak adlı bu öyküyle -bu diyaloglara öykü demek de ne kadar doğru bilmiyorum- haşır neşir olurken, Kutsal Aile anlamına gelen -daha önce görme fırsatım olmadığı- La Sagrada Familia Bazilikası hakkında o kadar çok şey okudum ki; bu diyaloğu yazarak sanki içinde tek başıma ayin yapmış gibiyim. Ayin müziğim ise -neredeyse çocuk yaşta- abimle birlikte sesini sonuna kadar açarak dinlediğimiz, Alan Parsons Project grubunun La Sagrada Familia şarkısı oldu. Metni bitirene kadar defalarca başa alıp tekrar tekrar dinledim. Oysa son günlerde sürekli Cem Adrian’ın Şeker Prens ve Tuz Kral albümünü dinliyordum. Açıkçası Yumak’ı yazmaya başlamadan önce aynı isimli parçasını paylaşmayı düşünüyordum. Dolayısıyla yazmayı bitirdikten sonra iki şarkı arasında oldukça kararsız kaldım.
Garip gelecek belki ama Cem Adrian daha yeni yeni dinlemeye başladığım bir isim. Başlarda Cem Adrian bana pek benim tarzım değilmiş gibi gelse de, Şeker Prens ve Tuz Kral albümü ilk dinlediğim andan itibaren yüreğime oturdu. Hatta geçtiğimiz yaz kendisi Kaş’ta konser vermişti. Gitmediğim için bayağı hayıflandım.
Alan Parsons Project’e gelince… Açıkçası; Beatles ve Pink Floyd için ses teknisyenliği yapan sonra da kendine grup kuran Alan Parsons ismi, benim gençlik yıllarımın yapı taşlarını oluşturdu diyebilirim. Onlar etkilendikleri sanat eserlerini ve toplumsal meseleleri müzik albümlerine taşıyan bir İngiliz grubu. 80’li yıllarda ön planda olan grubun; La Sagrada Familia’yı bitiremeden ölen, mimarı Antoni Gaudí‘nin yaşamı ve çalışmalarından ilham alarak yaptıkları Gaudi adlı bir albümü var. Bahsettiğim La Sagrada Familia şarkısı da bu albümde bulunuyor. Öykümde bir türlü bitirilemeyen bu büyülü bazilikadan boşuna bahsetmiyorum. Elbette bir anlamı var ama onu detaylı olarak anlatacak değilim. Bakmayın sürekli notlar bıraktığıma, normalde öykülerim ile ilgili her şeyi anlatmayı sevmem… 🙂 Okuyucu fark etsin isterim ama hadi size bir iyilik yapıp bu sefer biraz ipucu vereyim. Gaudi; tasarladığı La Sagrada Familia’nın kulelerinin tepesinde kullandığı süslemeleri anlatırken, onları cennet ile yeryüzü arasında bir bağlantı olarak gördüğünü belirtmiş. Bu kadarı yeterli oldu sanırım. 🙂
Yani kısacası La Sagrada Familia şarkısı bu metne çok uyacaktı…
Yıllar önce kendi kurduğum bir işin sloganında “İki seçenek arasında kaldığında, kendine üçüncü bir seçenek yarat.” cümlesini kullanmıştım. O yüzden iki şarkı arasında kararsız kalınca, üçüncü bir şarkı seçmeyi düşündüm önce; fakat sonra aklıma uyanı değil kalbimin istediğini seçmeye karar verdim. Dilerim siz de seversiniz. Keyifli dinlemeler.
Edebiyatla ve müzikle kalın,
Sevgilerimle…