Başlayalım Öyleyse

Havalar Kaş’ta güzelleşti. İnsanlar denize girmeye başladı. Benim de sezonu açmam yakındır. Gerçi uzun zamandır içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Geçen gün deniz kenarında bir arkadaşımla otururken dedim ki; “Garip bir döneme girdim. Ne Likya Sohbetleri yapabiliyorum, ne herhangi bir yazı ne de Mars ve Venüs öyküsü yazabiliyorum. Üretemediğim neredeyse durduğum bir süreç yaşıyorum. Aklımda fikirler var ama hayata geçiremiyorum. Kendimde o gücü bulamıyorum.” Arkadaşımın tepkisi beni şaşırttı. “Elif dalga mı geçiyorsun? Hiçbir şey yapmadığım dediğin bir dönemde şiir yazdın. Sen buna üretememek mi diyorsun? Üstelik şiirini dinlediğimde gözlerim doldu. Ayrıca bazen boşluk gerekir. Başka şeylere alan açılması için.”

Gerçekten de şiir yazmıştım değil mi? Daha çocuk yaşlarda yazılmaya başlanmış ama çöpe atılmış yüzlerce şiirin ardından neredeyse 20 yıl sonra ilk kez. Aslında bunu bir nevi Kafe Kültür Yayıncılık’ın sahibi yazar, şair Halil Gökhan’a borçluyum. Birkaç hafta önce bana bir kitap kapağı fotoğrafı attı. Görselden bir şiir kitabı olduğu anlaşılıyordu. Kapak, içinde benim adımın da bulunduğu başka yazarların isimleriyle tasarlanmıştı. Şaşkınlıkla bu da neyin nesi oldum. Bunun bir davet olduğunu, bahar aylarında yazarların hiçbir yerde yayınlanmamış şiirlerinden bir kitap çıkartmak istediğini söyledi.

“İyi de ben şiir yazmıyorum ki,” dedim. “Belli mi olur belki yazarsın, ben davetimi yaptım işte, gerisi sende, sonuç ne olur ben bilemem,” dedi. İlginç ve sempatik bir davetti doğrusu. Güldük geçtik. Yani o an ben öyle sandım ama galiba içime bir tohum atıvermiş Gökhan. Bunu bir gece, Duru’yu uyuttuktan sonra “Gidiyorum” adını verdiğim şiir içimden dökülünce fark ettim. Evet gerçekten döküldü. Böyle pat diye hem de. Hemen Gökhan’a attım. Baktığında şehrini ve sevgilisini terk eden birinin sözleriydi. Neden böyle bir şey yazdığıma dair hiçbir fikrim yoktu. Gökhan’dan aldığım ufak düzelti önerileri ve güzel geri bildirimlerinin ardından üzerine çok da düşünmeden uykuya daldım. Sabah uyandığımda ise bir başka şiir duruyordu kursağımda. Duru uyanmadan onu da hemen kaleme aldım. Tabi kaleme aldım tabirinin buradaki karşılığı cep telefonuna kaydettim olacak o da ayrı. 🙂

Avlu adını verdiğim bu şiir de yine çabasız bir şekilde kendi kendine dökülüvermişti. Garip olan bir şey vardı. Gitmek, vazgeçmek üzerine yazılan dizelerin hemen ardından bir kavuşma şiiri ortaya çıkmıştı. Biri içimdeki kaçma duygusunu, biri de ulaşma arzusunu anlatıyordu. Korkuyu atınca arzum gün gibi ortaya çıkmıştı sanki. Gerçi bir arkadaşım duygusunu çok beğenmesine rağmen Avlu şiirinde kullandığım kelimeler için “Elif hangi yüzyılda nasıl bir dünyada yaşıyorsun Allah aşkına,” diye bir yorum yaptı. “Evet haklısın. Günümüzde avlu yerine artık Zoom demek gerek tabi,” diyerek güldüm.

Oldum olası kelimelerin imgesel gücü olduğuna inanırım. Mesela bir romanın içinde kurabiye kokusundan bahsedilen cümleleri okurken, anında onun sizde imgelediği anıya ışınlanırsınız. Burada canınızın kurabiye çekmesinden bahsetmiyorum. Fırından yeni çıkmış kurabiye kokusunun bile sizin belleğinizde bir duygu bıraktığını anlatmaya çalışıyorum.

İşte avlu kelimesi de benim belleğimde böyle duygusu olan kelimelerden biri. Ve hangi şekilde olursa olsun yazmak söz konusu olduğunda bana işin en büyülü gelen kısmı, bir kelimenin herkesin belleğinde bambaşka bir imgeyi oluşturması.

Özellikle Avlu kelimesine olan hassasiyetimin bu konuyla yakın bir ilgisi var. Kaç yaşındaydım bilmiyorum ama ilk kez bir kitapta “avlu” kelimesini okuduğumda kafamda bir türlü imge oluşmaması beni çok rahatsız etmişti. Bundan mıdır bilmiyorum yıllar sonra da içinde avlu olan kafesi de bulunan bir mekanı kendime sığınak bellemiştim. Çok sevdiğim bu yeri ilk kez Doğan Cüceloğlu’nun bir kitabında -hafızam beni yanıltmıyorsa “Savaşçı”da- okumuştum. Kitapta Doğan Cüceloğlu hayata dair pek çok şeyi konuştuğu bir öğretmenle orada buluşuyordu. İşyerime çok yakın bir yer tarif ediliyordu ve adını daha önce hiç duymamıştım. Aynı gün öğle arasında merak içinde sora sora orayı buldum. Zaten aramadan karşınıza öylesine çıkabilecek bir yer değildi. Çok da ilgi çekici olmayan bir kapı hiç beklemediğiniz bir avluya çıkıyordu. Neyse daha fazlasını anlatmayayım. Gerisi bende kalsın. Bakmayın bu kadar anlatma budalası olduğuma. Her şeyi anlatmayı sevmem. Neresi olduğunu çok merak eden olursa bir zahmet Doğan Cüceloğlu okusun. 🙂

Avlu adlı şiiri yazmamdan çok kısa bir süre sonra Doğan Cüceloğlu’nun yaşama veda etmesi ister istemez herkeste olduğu gibi benim içimde de hüzün bıraktı. Belki pek çok kişi güzel ve iyi şeyler anlatır ama onun yok olduğunu bilmek saçınızı okşayan birini kaybetmek gibi geldi bana. En son yeni doğum yaptığımda bir kitabını okumuştum. Emzirirken kitap okumak için bolca vaktim oluyordu. Kendimi zaten şu anda da doğuma az vakti kalmış biri gibi hissediyorum. Hamileliğin son günlerine vardığında yürümeyi bırak, uyumak bile zorlaşır. Bedenindeki zorlanma artık seni iyice kısıtlar. Doğan Cüceloğlu’nun son kitabını okumadım ama hepimizin bildiği gibi “Var Mısın?” diye sormuş.

“Kendini keşfetmeye

zorluklarla başa çıkmaya

var mısın?”

Evet varım. Ne olursa olsun, ne kadar zor olursa olsun, sonuna kadar varım!

Başlayalım öyleyse…

Didem Elif

Not: Balık tutmak; niyet, bilgi, inanç, sabır ve kısmet işidir. Herhangi biri eksik olduğunda kişi balık tutmaya devam edemez. O yüzden de emekli olunca bir sahil kasabasında balık tutmanın hayalini kurmuş bir sürü insan bu hayalini gerçekleştirmesine rağmen uzun süre sürdüremez. Kısmetinden vazgeçmeyenlere buradan selam olsun…

Sevgilerimle…