Tekel işçilerinin, 15 Aralık 2009 tarihinde Ankara’da başlattıkları eylemleri devam ediyor. Kar, kış, soğuk demeden tüm zorluklara dayanarak, inandıkları amaç uğruna sebat gösteriyorlar.
“Biz çalışmak, üretmek, rızkımızı kazanmak istiyoruz,” diyorlar. Ne güzel bir istek. “Biz bu işletmelerde üretim yaptık, yan gelip yatmadık,” diyorlar. Doğrudur. Şu anda da yaptıkları yan gelip yatmak değil zaten. Yoksa şu an sokaklarda değil, merhamet duygusuyla onlara yardım eli uzatacak bir yakınlarının sıcak evinde yatarlardı. Uğradıkları haksızlığı onlarla paylaşır, öfkelerini dağıtır, lanet okur, nefret saçarlardı. Oysa azimle inandıkları, hak ettikleri “özlük hakları” için direniyorlar.
Özlük Hakkı; genel memur statüsü içinde kişinin, kanunların öngördüğü şekil ve şartlarla bağlı olduğu hak olduğuna göre; merhamet istemiyorlar, ya da yardım dilenmiyorlar. Ve bunun için de en temel aracı kullanıyorlar: Özlerini! Zaten öz dediğimiz, bir “şey”in en kuvvetli bölümü değil midir? Başka ne, içinde bulundukları olumsuz şartlara, bu kadar büyük bir dayanma gücü verebilir?
İşçilerin bazıları soğuk yüzünden geceleri yakınlarındaki barda yatıyor. Bu bar, işçilere kucak açıyor, çorba veriyor, çay veriyor. Kapılarını kapatan camiler olduğu için, sabah namazı kılan bile oluyor bu barda. Sarhoşun girdiği yere, nur girer mi? Giriyor işte. Özlük hakkından vazgeçmeyen adam, namazını kılacak cami bulamadı diye inancından vazgeçer mi? Neticede barın kendisi değildir sarhoş yapan. İçeri girdi diye adamın kafası bulanmaya başlamaz. Elif Şafak’ın “Aşk” kitabındaki bir sahne yaşanıyor sanki. Şems nasıl gönderiyorsa Mevlana’yı meyhaneye, bir güç aynı böyle sokuyor nuru barın içine. İçki için değil elbet. Denize düşen yılana sarılırmış ya, işte o misal… Bir de düşenin dostu olmaz derler, oysa bar sahibi dost oluyor işçilere, yoldaş oluyor.
İşçilerin kontrolden çıkmaması için polisler başlarında bekletiliyor. Polisler işçilere, işçiler polislere üzülüyor, “üşüyorlar,” diye. Çaresiz haldeyken bile, empati yapabiliyorsa bir insan, kendini diğerinin yerine koyup, onun adına üzülebiliyorsa, kendi gibi olmayana düşman gözüyle bakmıyor, onun halinden anlayabiliyorsa, o insan ne kadar yücedir. Sanki gazetelerde bahsi geçen insanlar; gerçek hayat karakterleri değil de, roman karakterleri gibi. Umarım bu hikayenin sonu onlar adına güzel biter.
Bizim Avrupa / 30 Ocak 2010