Birdenbire

Hiç çocuğum olmadı. Ama hamile kaldım. İki kere. Yani doğurmayı değil, öldürmeyi bilirim. Başako’nun Destruction 2011 (Yıkım 2011)’de sergilenen Darmadağın adlı 39 desen ve bir metinden oluşan dijital enstalasyonunu seyrederken, öldürmeyen bir annenin de katil olabileceğini düşündüm. Dış dünyadan haberi olmayan doğmamış bir çocuğun, daha anne karnındayken neler hissedebileceğini, annenin onu istemeden de olsa nasıl zehirleyebileceğini… Bir annenin samimiyeti etkiledi beni.

Her şey daha var olmadan başlıyordu. Var oldukça eklenen kimliklerle de çetrefilleşiyordu hayat. Her birimizin içinde bir sürü çırpınışlar vardı. Dünyadaki savaş ve barış kadar önemliydi bu. Peki bir kadın mıydı bu resimleri yapan, bir anne mi? Yoksa bir çocuk mu? Kendi dünyasında, biraz olsun bir şeylerin ucundan tutma içgüdüsüyle, acılarına değmekten korkmadan duygularını paylaşıyordu.

Mark Twain, “Küçük bir çocuğun oyuncak tahta atını kaybetmesi bile, bir kralın krallığını kaybetmesinden daha ağır etki yaratır,” der. Başako’nun Oyuncaklar’ı ile anlıyordum ki, ellerimle yaptığım tahta atımı kaybetmiştim ben, hem de bir çok kere. Bu yüzden evimin içinde sıkışıp kalmıştım. Yalnızdım. Ne de olsa insan acı çekerken evrende yalnızdır. Belki de bu yüzden sürekli sevgi ve bağlanma ihtiyacı duyar. Evine pencere açar, merdivenler koyar, başkalarının girmesine izin verir. Fakat kaç kişi, evin duvarlarını kaldırıp içine dışarıdan bakabilir? Eschervari labirentlerimizle kusursuz olmayan yuvalarımızda yalnızlığımızla nasıl mücadele ettiğimizi kaçımız görebilir? Kaçımız sessizlik isteyebilir?

An gelir, acımızı vücudumuzdan çıkarabilecekmişcesine tüm gücümüzle saçımıza asılırız. Oysa bu eylem, o acıyı fiziksel olarak daha fazla hissetmekten öteye geçmez. Kendi ellerimizle her şeyi yeniden içimize geri göndeririz. Kafamız kimi zaman küçük gelir bedenimize, kimi zaman ellerimizin üstünde yürümeyi deneriz. Kendi çıkmazımızdan, kısırdöngümüzden de kurtulabiliriz elbet. Başkasına zarar verebiliriz. Ama o zaman, acımıza değmeye cesaretimiz olmadığı için, utanmalıyız kendimizden. Duygularımız anlaşılmasın diye giyinebiliriz. Pekala modaya uyabiliriz. Gene de içimiz görünür tenimizde.

Başako’nun işleriyle bir yandan bu düşünceler, duygular arasında gidip gelirken; bir yandan kağıdın onun için ne kadar uygun bir araç olduğunu fark ediyorum. Küçük boyutlardaki suluboya resimleri, renkleriyle ve biçimleriyle neşeli bir oyun gibi. Hikayesi ne olursa olsun, yorumunda çocuksu bir saflık var. Kağıt boyayı emdiği anda yumuşayarak, çizimlerindeki sakin anlatımına destek veriyor adeta.

Bir kedinin geldiğini, o yanınızda birden belirene kadar hissetmezsiniz. Başako 2003’den bu yana olan çalışmalarıyla, 2011 yılında bir Cat Walk edasıyla karşımda belirivermişti.

Bir çocuk, bir kadın, bir ressam olarak. Birdenbire.

Basako Resim Kataloğu 2011