Delianna

Çocukluğumdan başlayarak kendi ismim dışında birkaç takma isim takıldı bana. Benim istemim dışında, kendiliğinden oluşan bu isimler; Osman, Ali, Filekız ve Delianna idi. Davranışlarıyla ve saç kesimiyle bir erkek çocuğuna benzediğim için önceleri Osman ismi ile hitap eden kuzenim -Ferhan Şensoy’un o dönemin meşhur ‘Saçmalama Osman’ repliğinden ilham almıştı- bir genç kız olmaya başlayınca Filekız diye seslenmeye başladı bana. Abim içinse oldum olası Ali idim. 🙂 Nedense Ali demeyi çok severdi. Bu hiç değişmedi. Ben de hep barışıktım takma isimlerimle. Kızıp öfkelenmez aksine her seferinde gülerdim. Ve bir de Delianna vardı. Üniversitedeyken arkadaşlarım bulmuştu bu ismi. Polyanna ve Deli kelimesinin birleşmesinden oluşuyordu. 🙂 Kabul edeyim takma isimlerim içinde en çok bunu sevmiştim. Beni çok iyi anlatıyordu. Hatta internette kendime ilk kez bu nickname ile hesap açmıştım. Şimdi anılarda kalan icq kullanıcı adım Delianna idi.

O zamanlar iflah olmaz bir Polyanna’ydım çünkü. İnsanı bezdirecek türden hem de. 😊 Bu bilerek yaptığım bir şey değildi aslında. Kafam kendiliğinden öyle çalışıyordu. Mutsuz olan, öfke ya da üzüntü içinde olan bir insanla diyaloğum “Ama bir de şu tarafından baksan…” diye ilerliyordu. Bazen samimiyetimizin boyutuna göre bu tavrım karşımdakini deli ederdi. 😊 Bu huyumdan dolayı azar işittiğim bile olurdu. Ama asla aile bireylerinden değil elbette, çünkü benim kadar abartmasalar da sanırım bizim genlerimizde iyimserlik hep vardı.

Evet biraz da deliydim. Bütün o pozitifliğin içinde kendi kendime tuhaf ve de saçma şeylerle eğlenebilen ama sadece gerçekten çok samimi olduğum insanlara bu tarafımı gösteren bir kafası kırıktım da diyebiliriz. Her zaman mutluluk oyunu oynayan bir delikız. Sınıfımızın hemen önündeki bahçede, ders arasındayken “gerçekte var olmayan bir topla” yaklaşık bir düzine insana voleybol oynatmışlığım vardı mesela. 🙂 Üstelik yağmur yağarken. Öyle büyük bir coşkuyla yağmurun altına geçip, “hadi gelin top oynayalım,” demiştim ki; sadece bana katılanlar değil, dersin hocası dahil olmak üzere bizi sınıfın camından izleyenler de bir o kadar eğlenmişti.

Normal olmadığımı biliyordum. Çok zaman tuhaf sayılacak biriydim hatta. Çok fazla etrafımda olanlarla ilgilenmez kendi içimde ve kendi halimde yaşardım. Tam da o sıralarda bir arkadaşımdan alıp okuduğum Sana Gül Bahçesi Vadetmedim adlı kitap, edebi açıdan değilse de içerik açısından bu yüzden çok etkilemişti beni. Hatta Deborah’ın kendi diliyle kurduğu dünyasını anlayabiliyor olmak beni biraz ürkütmüştü. Oysa o güne kadar arkadaşlarım da ben de deli’ye negatif değil pozitif bir anlam yüklemiştik. Ve ben hayatımda daha önce hiç deli görmemiştim.

Sonra bir gün geldi, tıpkı Polyanna’nın hikayesinde kötürüm olduktan sonra o küçük kızın mutsuzluğa hapsoluşu gibi, benim de tüm enerjim söndü. Gerçek anlamda kendi kendime mutlu olmayı beceremediğim bir dönem başladı. Gerçekten delirmiş, şuurunu yitirmiş insanlarla ilk kez karşılacağım o günlerde, kalbimi ellerimle bir derin dondurucuya koymuştum sanki. Her zaman olumlu şeyler üretebilen beynim onu bir türlü mutlu edemez hale gelmişti. İkisi arasındaki koordinasyonu tamamen kaybetmiştim.

Fakat epeyce sonra bir dönemim var ki unutkanlıklar başladı. Hafızam hiçbir zaman iyi değildir ve şimdi kalmadı ama beynimin adeta sıfırlandığını hissettiğim unutkanlıklardı bunlar. Bir gün Taksim’de yaptığım kahvaltı sonrası, her gün kullandığım ve ezbere girdiğim kredi kartımın şifresini hatırlayamamıştım mesela. O sabah o veriye dair beynimin içi resmen bomboştu. Üç kere olabileceğini sandığım rakamları girmiş ve kartımı bloke etmiştim. Aynı gün, stüdyoda sesli kitap okumak amacıyla gitmeye çalıştığım; Galata’da bulunan Kör Fotoğrafçılar Derneği’nin binasını bulamamış, Galata sokaklarında kaybolmuştum. Oysa son zamanlarda sıkça geldiğim bir yerdi. Seslendirme kaydını yapacak gözleri görmeyen arkadaşı arayıp ondan tarif desteği alma çabamsa ömrümün en içler acısı anlarıydı sanırım. Tüm sokaklara girip çıkarak doğru adrese gidebilmem yarım saatimi almıştı. O gün doğal olarak hafızamı tümüyle yitirmekten epeyce korkmuştum.

Bir kaç gün sonra fark edecektim ki, o zamanlarda kullandığım maillerimin şifrelerini de unutmuştum ve hiçbir şekilde hatırlayamıyordum. Şimdi olsa mail adresiniz cep telefonunuz ile senkronize edildiğinden “şifremi unuttum” diyerek şifreniz sıfırlanabiliyor. Ancak o dönem ben ne yaptıysam var olan maillerimi açmayı bir türlü beceremedim. Belli ki beynim bir devri kapatmak istiyordu artık. Her şeye yeniden başlamalıydım. Başka çarem yoktu. Artık ulaşamayacağım bir dağı hayal etmenin hiçbir anlamı kalmamıştı.

Yeni bir mail adresi açtım. İçinde delianna geçmeyen yepyeni sosyal medya hesapları… İçimde Anna etkisi veren eskisi gibi bir coşku olmadığı gibi, deli kelimesinin kendisini bile kesinlikle görmek istemiyordum. Pek çok şeyi sıfırladığım o süreç, delikızı değilse de Filekız’ı yeniden canlandırdı. O canlanış beni Kaş’a kadar getirdi. İronik belki ama Kaş’ta yeniden mutluluk oyunu oynayan biri oluvermiştim. Tek fark burada kimsenin takma isim takmadığı Elif’tim. Yani en çok kendimdim. Bir özgürlük yolculuğuydu benimkisi. Kendi içimde geldiğim yeri her şeye rağmen çok sevdiğimi söyleyebilirim. İçi öyle güzelliklerle dolu ki…

Geçenlerde Kaş Likya Sohbetleri’nde Hayatın Direksiyonuna Geç kitabının yazarı kuzenim Kemal İslamoğlu, yaptığımız sohbette izleyenlere benimle ilgili; “ona Filekız derseniz kendisini yuvasında hisseder,” deyince içime gerçekten kocaman bir sıcaklık yayıldı ve son günlerde kendiliğinden aklıma delianna ismi üşüştü. Boğazımda düğümlenen kelimelerimin de her zamanki gibi buraya dökülesi geldi.

Geçen onca zamanı düşündüm.

Delianna başlığını attığım bu yazıya başlarken oldukça hüzünlüydüm aslında. Kelimeleri bıraktıkça yüküm hafiflediğinden midir bilmem; “Eti kemik geçiyor,” diyerek dalga geçtim kendimle. O sırada bileğimi ısırıp saat yapmadım belki ama fırlamış çocuk ruhum enerjimi yükseltti. O deli kız aynada bana göz kırptı.

Son zamanlarda yazdığım Mars ve Venüs diyalogları aylardır yine kendi kendime oynadığım mutluluk oyununun dışardan da görünebilir bir şekliydi bana sorarsanız. Ha gerçekte var mı böyle bir ilişkim yok ama bu hayali yazarken benim gerçekten mutlu olmadığımı kim söyleyebilir ki?

Bu arada Elif ismini çok sevdiğimi daha önce söylemiş miydim?

Didem Elif

Not: Tam bu yazıyla vedalaştığım an, yıllar önce grafik ajansımızda çalışan Ayten ablamızın kızı mesaj attı bana. Sosyal medyadan bulmuş beni annesinden selamlar iletti. Yıllar öncesindeki yıkık dökük binanın çay ocağının olduğu küçük odaya gittim yeniden. Ben sigara molası vermeye kaçardım Ayten ablanın yanına; o da okul çıkışında, eve katkı sağlamaya çalışan annesinin yanında bir nebze soluklanırdı. İnsanın içini boşalttığı an sevgi dolu anıların kalbine üşüşmesi ne hoş. Öyle değil mi?

Sevgilerimle