Gerçek Aşkım İstanbul

Bugünü ve dönüş günümü saymazsam, İstanbul’da geçireceğim son üç günüm kaldı. Tamı tamına bir aylık yolculuğumun sonuna geldim. Yalnız buradaki günlerimi hiç hayal ettiğim gibi geçirdiğimi söyleyemeyeceğim malesef.

Kaş – İstanbul arası ulaşım hiç pratik değil. Üstelik bir yerden bir yere gitme duygusundan pek de hoşlanmayan birisiyim. Hele yerinde durmayan küçük bir çocukla seyahat etmek, benim gibi yavaşlığı seven biri için çoğu zaman çileli bir hal alıyor. O yüzden İstanbul’a sık sık gidip gelmek yerine, seyrek gelip uzun kalmayı tercih ediyorum.

İşte böyle bir seyahatti bu da. Aylar öncesinden benim için en ideal olacak zamanı planlamıştım. Genellikle Kaş’ın en soğuk ve en boş ya da en sıcak ve en kalabalık zamanlarında İstanbul’da olmayı tercih ediyorum. Bir de kızımın, abimin, annemin doğum günlerinin Ocak ayının sonuna denk gelmesi de ideal zamanı belirleyici etkenlerden biri oluyor elbette. Üstelik bu sefer iki üç yıldır katılmak istediğim ve bir türlü kısmet olmayan ODM Aile eğitimine de nihayet katılabilecektim. Aslında en çok, bu bir ay boyunca yeniden hayata geçirdiğim Likya Sohbetleri için aklımda olan isimlerin hepsiyle yüzyüze görüşmeyi hedefliyordum. Söyleşileri yine yazılı yapsam da elimdeki günleri böyle değerlendirmek istiyordum. Sıcak ve sahici iletişimler kurarak.

Oysa öyle yorgun hissettim ki kendimi. İçime kapanmak, susmak, bırakmak, kaybolmak duygularıyla bir türlü baş edemedim. Belki de gerçekten ihtiyacım olan şey dinlenmekti bilemiyorum. Kaş’tan ayrılırken bir ay olmayacağım için, son haftam çok yoğun ve yorucu geçmişti çünkü. Her akşam Kaş Halk Eğitim’de verdiğim Emlak Dersleri, sınavlar, sınav kağıtlarının okunması, Kaş Radyo için gerçekleştirdiğimiz Kaş Likya Sohbetleri’nin bir aylık videolarının çekimleri derken o hafta ister istemez çok hırpalandım. Uçağa bineceğim günün sabahında bile Kaş Halk Eğitim’in idaresine vermem gereken dökümanları tamamlamaya çalışıyordum. Belki de o yüzdendir, İstanbul’a geldikten sonra canım uzun süre hiçbir şey yapmak istemedi.

Artık tatilimin son haftasına girdiğimde ataletten içim sıkılmaya başlamıştı. Döndükten sonra iyi biliyordum ki, buradaki günlerimi dolu dolu geçirmediğim için çok pişman olacaktım. İçimde hangi duygu olursa olsun vardığım an her zaman huzur bulduğum, burnumun dibindeki Kalamış’a ve Fenerbahçe’ye bile hiç gitmemiştim.

Dolayısıyla bu ruh halinden çıkmak için ilk işim bunu yapmak oldu. Fenerbahçe ve Kalamış sahilinin esen soğuk rüzgarı zaman zaman içimi titretse de, yaşamın sıcak duygusuyla anında kaplandı bedenim. Derken Karaköy’e kadar uzandırdım günümü. Çok eski bir dostumun sarmalayıp kucaklayan sıcak sohbetinde buluşturdum bu sefer ruhumu. Yazdıklarımı her zaman bir günlüğe benzeten arkadaşım yine tekrarlamıştı bu düşüncesini. Hazır sabahtan babamın geleneksel eleştirisiyle doyurmuştum zaten karnımı. Onun sözleri de tatlısı oldu.

Babamın derdi yıllardır hep aynı. İyi yazıyordum, anlatımım akıcıydı ama Türkçesi varken neden başka bir kelime kullanıyordum. Bunu kesinlikle kabul edemiyordu. Üstelik defalarca söylemesine rağmen onu hiç dikkate almıyordum. Yılların tekrarlanan kelimeleri hazırdı. “Hayat ile yaşam, hakikat ile gerçek, mesela ile örneğin…”

Babama tüm bu kelimelerin benim için anlamlarının Türkçe kökenli olup olmamasından çok daha başka olduğunu anlatmaya çalıştım. O da neden bu konuda hassas olduğunu tekrar yineledi. Haklı olduğu yanlar var elbette ama kelimelere yüklediğim anlamlar, her ne kadar günlük gibi yazsam da, hikayelerimin kurgusunun bel kemiğiydi. O kadar ki; derdimi anlatmak için tüm bu eş anlamlı kelimeleri aynı cümle içerisinde kullanabilirdim. Mesela; “Hayatın tüm zorluklarına rağmen yaşam-ak güzel,” örneğinde yaptığım gibi. Zaten tam da bu sebeple, kurduğum cümlelerdeki kelimelerin gerçek anlamlarını bilinçli olarak düşündürtmeye hatta hissettirmeye çalışarak, aslında bir hakikati anlatmaya çalışıyordum. Belki babam bu yazdıklarımı okuduğunda yine demagoji yaptığımı söyleyecek. İşte bu konuda pek de haksız sayılmaz. 😉

Sonuçta iki kitap kurduna, hala beni okudukları için teşekkür ediyorum. Neticede her ikisi de, eleştirisini yaparken yine burnumun dikine gideceğimi bilecek kadar beni iyi tanıyor.

Doğum günleri, Cenaze, Nişan ve Sevgililer Günü…

Bulunduğum süre içerisinde doğum günleri dışında bir de nişan ve cenazeye tesadüfen denk gelince, tüm sülalemi gördüm. Eniştemin aylardır acı çeken bedeni huzur bulduğu için ve bu dönemde burada olduğum için şanslı hissettim bu anlamda kendimi. Veee Sevgililer Günü’nde İstanbul’da olmak…. 🙂 Malum bir sevgilim olmayınca, ben de kendimi bu şehirdeki en sevdiğim yere götürdüm. Tıpkı eski günlerdeki gibi; çantamda kitabım, defterim ve kalemim eşliğinde… Aslında ilk defa bu kadar kolay ulaştım oraya. Marmaray sayesinde neredeyse annemlerin evinin önünden bindiğim trenle tek seferde Cağaloğlu yokuşuna varmıştım. Yıllarca işe giderken trafik çekmemek için sabahın altısında yollara dökülen biri için mucize gibi bir şeydi. Her zaman kalbimle buluştuğum bu yere Cuma ezanı eşliğinde girince, heyecan yapıp başka mucizeler de bekledim ama olmadı. 😝🤭

İstanbul’a geldiğimden beri içimde oluşan yorgunluğu kiminle paylaşsam; “İstanbul yoruyor insanı, ondan böyle hissediyorsun,” yorumuyla karşılaşıyorum. İşte bunu hiç kabul edesim yok. Bence İstanbul hala çok güzel çünkü. Adını duyunca bile benim içim bir başka oluyor. Bence her şeye rağmen hala öyle güzel ki. Martılarının kanat çırpışlarını nefesinle ciğerlerine çekersen, denizinin dalgasını kendi kalbinin kıyısına vurdurursan, yani onu yaşayıp hissedersen, karmaşasının içine değil, ruhunun içine girersen; bambaşka kelimeler fısıldıyor bu şehir insanın yüreğine.

Bana göre İstanbul’u sevmemek için deli olmak lazım. Hele ki boğaz kokusuyla büyümüş benim gibi biri için İstanbul gerçekten bambaşka. Bu yüzden ona duyduğum özlem hiç bitmiyor içimde. Bazen elimde yok diye mi böyle düşünüyorum diyorum ama hiç ilgisi yok. Kaş gibi cennet bir yerde yaşamama rağmen, doğup büyüdüğüm bu şehre olan aşkıma -neye dönüşürse dönüşsün- bağlı kalma hikayesi benimkisi. Sevmek dünyanın en güzel şeyi de olsa her sevgili zordur çünkü. Madem çekeceğim, bari sevdamın çilesini çekeyim der gibiyim bir anlamda yani.

İstanbul’dan bıkıp Kaş’a yerleşmiş biri olmadığımdan, deney için bir roket gibi uzaya fırlatılıp bırakılmış gibi hissediyorum bazen kendimi. Allahtan şükredilecek bir yerdeyim. Pişman olduğumu da söyleyemem.

Ben böyle anlatınca dönüşüm olur mu diye çok soruluyor. Büyük konuşmak istemem ama dönüşüm olmaz. Gittiğin bir yere geri döndüğünde hiç bir zaman daha iyi olmuyor çünkü. Ayrıca ne gidişlere, ne de dönüşlere inanan birisiyim. Ne kadar zor günler geçirirsem geçireyim, bir şehirden kaçma duygum olmadı hiç bir zaman. Gittiğin yere en çok kendini götürdüğünü her zaman o kadar iyi biliyordum ki. Çareyi asla bir mekanda aramadım bu yüzden.

Yarının bana ne getireceğini bilemiyorum elbette. Belki yeniden İstanbul’a gelişim olur, kim bilir… Yani dönmek için değil de, yeniden gelmek içinse evet neden olmasın? Sonuçta hayat benim için bir yol. O anlamda yaşamın beni nereye sürükleyeceğini gerçekten bilmiyorum. Ama bildiğim bir hakikat var, İstanbul benim gerçek aşkım. Aile dostlarımızla geçirdiğim güzel bir günün sonunda bir kez daha anladım ki, kalbim kesinlikle burada bir başka atıyor.

Didem Elif

Not: İlk olarak Son Mektup şarkısıyla onu dinlemiş, duyar duymaz sesine vurulmuştum. Nil İpek’ten bahsediyorum. Caz Kazaz ile beraber seslendirdikleri Kendi Halimde adlı Can Kazaz şarkısı ise benim meramımı çok güzel anlatıyor.

Sevgiyle kalın…