İnsanın Somut ve Soyut Oluşu

Bazı roman karakterleri roman isimleri kadar kalıcıdır aklımızda. Tıpkı Albert Camus’nün Düşüş adlı romanındaki Jean-Baptiste Clamence gibi. Üstelik karakterin kendi kendine verdiği takma bir addır bu. İki yüzlü bir kafaya, bir Janus’a (bir yüzü öne, bir yüzü arkaya bakan iki yüzlü Roma tanrısı) benzettiği hayatını anlattığı bu kısa roman boyunca, onun gerçek adını öğrenemeyiz.

Her ne kadar Düşüş, uzun bir hikaye gibi görünse de, 4-5 ciltlik bir kitapta verilebileceğinden daha çok konuya değinir Camus romanında. Onun hayata bir felsefeci gibi yaklaşım gösterdiğini göze alırsak, bu hiç de şaşırtıcı bir sonuç olmaz. Aileden tutun da köleliğe kadar pek çok şeyi irdeler. Bu okuyucuyu boğmaz, ona fazla gelmez; çünkü felsefeyle ördüğü kurgusunu, karşıya hissettirmeden roman akıcılığıyla işleyen bir ustadır o. Ayrıca tüm hikayeyi monolog olarak kendi ağzından dinlediğimiz Jean-Baptiste’nin kendini ve etrafını sorgulama içerisinde olması, bu durumu daha da doğallaştırır.

Jean-Baptiste 40’lı yaşlarda bir Fransızdır. İçi dolu eski bir avukattır. Kendini cezalı yargıç olarak tanıtır. Bu tanımın ne anlama geldiğini açıklamak için de, kendi düşüş hikayesini Paris’te bir avukat olduğunu sonradan öğreneceği Amsterdam’da Mexico City adlı barda tanıştığı adama anlatmaya başlar. Romanın başlangıç noktasını oluşturan bu mekan 72 milletin denizcisini ağırlar. Her akşamı kendi evi gibi gördüğü bu barda geçirmektedir. Ardıç likörü ile başlayan muhabbetlerinden, karşısındakinin onu ilk dinleyen kişi olmadığı ortaya çıkar. Bir zamanlar oldukça zengin olan Jean-Baptiste, adeta Amsterdamlıymış gibi ağırlama arzusu içindedir. Tutkuyla şehri anlatır. Burayı oldukça sevmektedir, çünkü kendisiyle özdeşleştirdiği bu şehir onun gibi iki yanlıdır. Tam da kendi deyimiyle; Hitlerci kardeşler tarafından üzerinden bir zamanlar sanki elektrik süpürgesi geçirilmiş Yahudi mahallesinde oturur: “Ve ben tarihin en büyük cinayetlerinden birinin işlendiği yerde oturuyorum şimdi.” Fakat ikiyüzlülüğünü anlaması öyle de kolay olmamıştır. O hep hayatın yüzeyindedir, hiçbir zaman gerçeğin içinde değildir. Her şey üzerinden kayıp gider. Seine nehri üzerindeki Arts köprüsünde duyduğu kahkahaya kadar hayatı öğrenmeye hiç ihtiyaç duymamıştır. Üstelik bu kahkahadan iki, üç yıl önce yaşanmıştır gerçekte hayatının dönüm noktası olan olay. Yine köprüden geçmekte olduğu bir gece, arkasında bıraktığı parmaklıklara dayanan kadının intiharına şahit olması ve çığlığı karşısında hiçbir şey yapmamasıdır onun düşüşünü başlatan. Bu yüzden ilk gece bardan birlikte çıktığı beyefendiyle köprü başında ayrılır. Yemini vardır. Geceleri köprüden geçmez. Ya biri kendini suya atarsa? O zaman ne yapacağız?

Ölüm çok fazla işlenen bir temadır Camus’nün kitaplarında. Bir yandan soyut bir biçimde kendi hayatlarını devam ettirme isteğinde olan, diğer yandan somut olarak ölümlü bir varlıktır insan. Çelişkili yaşantısı boyunca hayatını anlamlandırmaya çabalar. Bu “Absürt”ün ta kendisidir ona göre. Her ne kadar o kendini herhangi bir akımın altında görmek istemese de, absürdizmin öncülerinden biri olarak anılır. İntiharı desteklememektedir, ama Düşüş’te intihar anından sonra karakterinin kendini tanımasının başladığını görürüz. Belki Jean-Baptiste’nin de vurguladığı gibi: “Sadece ölüm duygulandırıyor bizi.”

Jean-Baptiste, pek de duyarlı olmadığı avukatlık döneminde, katiller dahil olmak üzere pek çok suçluyu savunur. Böylece yargıçlar cezalarını veriyor, o her türlü ödevden kurtulur. Ayrıca kurbanları kendisi olmadığı sürece, suçlular ve sanıklardan yana olmasının ne zararı vardır? O haklıdan yana olduğuna inanmaktadır. Çoğunun suç işlemesinin nedeni, suçlu olmaya dayanamadıklarındandır. Karısını aldatan adamın, karısını öldürme hikayesi bu düşüncesini destekler niteliktedir bu bağlamda. Ayrıca ona göre; “Pezevenklerle hırsızlar, her zaman, her yerde ceza görecek olsalardı, bütün namuslu kişiler, kendilerini boyuna suçsuz sanırlardı.”

Paris’te oldukça tanınmış tutkulu bir avukat olarak yargıçları hep küçümser. Varlıklarını kabul eder ama bir türlü insanın kendini bu işe vermesinin nedenini aklı almaz.

Bir iyilik timsalidir neredeyse Jean-Baptiste. Terbiyeli ve naziktir. Dul, yetim hakkı yemez. Körleri karşıdan karşıya geçiren bir yardımseverdir. Sadaka vermeyi sever. Dilenci görünce adeta coşar. Otobüste, metroda yer vermek ve bunun gibi yaptığı iyi olan her şey onun gününü aydınlatır. Oysa onun iyilik anlayışı, karşısındaki borçlu olmaya itmek üzerinedir: “Kimseye borçlu kalmaksızın herkesi kendime borçlu kılıyordum. İşimden ötürü, yargıcın üstüne çıkıp onu bana karşı minnet duymaya zorluyordum.”

Çok yetenekli, sporla ve güzel sanatlarla da uğraşan bilgili biridir aynı zamanda. Kısaca başarılı bir hayattır onunkisi. İnsan hayattan daha ne isteyebilir ki?

Yalnızca üstünlüklerini görür. Böylesine dolu bir insan olduğuna inandıkça, kendini biraz insanüstü görmeye başlar. Aslında işin can alıcı kısmı da budur. İyiliğe verilen adayış, seçilmiş olduğunu sanmaya kadar varır. Herkesten üstündür ama kendini daha akıllı bulmaz, çünkü esas aptallığın bu olduğunu bilir.

Ve kadınlar… Kadınları çok seven bir bekardır. Onlarla ilişkisi dolambaçlı oyunlar içindedir. Elde edip kendine bağladıktan sonra onları terk eder. Yine de hiçbiri kalıcı olmayan bu kadınlara mahkemelerden daha az yalan söyler.

Kahkahayı duyduğu geceden sonra öğrenmeye başlar bildiklerini. O an dek şaşılacak bir unutma gücüne sahiptir. Kendine güvensizlik ortaya çıkar, dostlarının ona sürekli güldüğünü düşünür. Tekrar tekrar duyduğu gülüşler kendiyle buluşmasıdır oysa. Böylece varlığındaki ikiliği keşfeder. Etkileyici, girgin, zeki, erdemli, medeni, kırgın, hoşgörülü, yardımsever, öğretici rollerine giren, insanları ve yaptıklarını ciddiye almayan, esasında en çok küçümsediklerine yardım eden biridir o. Rol yapmadığını hissettiği tek alan, ciddi ve hevesli olduğu spor ve tiyatrodur.

Ölümü düşünmeye başlar. Tedirgindir. İnsan bütün yalanlarını itiraf etmeden ölmemelidir. Bir dosta ya da bir kadına. Kadınlara sığınır. Eksiklik, acı içindedir. Sevme ve sevilme ihtiyacı yüzünden aşık olduğunu sanır. Kendi deyimiyle; “Aptallık eder.” O güne kadar rahatsız olduğu soruyu sorarken bulur kendini: “Beni seviyor musun?” Ama karşılığında gelecek “Ya sen?” sorusu için yine ikilem içindedir. Aşk sayesinde arınacağına daha çok günahlar kazanır. Kadınlarla dost olmayı denedikçe de sıkılır. Çünkü artık oyun yoktur, tiyatro yoktur, gerçeği bulmuştur. Ve gerçek insanı sıkıntıdan patlatır. Geriye kahkahayı susturmanın bir tek yolu kalır. Vur patlasın, çal oynasın yaşamak. Orospularla yatar, her gece sabahlara kadar içer. Çünkü bir şişe daha fazla içti diye içki erkeği üstün kılabilir. Ama zamanla karaciğeri bozulur. Vur patlasın, çal oynasın yaşamak, sanıldığı gibi delice bir azgınlık değildir. Upuzun bir uykudur o. Delice eğlenerek duyduğu o kahkahayı zamanla işitmez olur. İşleri azalır ama mesleğini hala devam ettirmektedir. Hastalığını atlattığını sanır. Ta ki bir gün bir kadınla gezintideyken, büyük bir geminin en üst güvertesinden, okyanusun üzerinde kara bir nokta görene kadar. O anda kaçtığı sesin Seine üzerinde çınlayan o çığlık olduğunu anlar. O gün aslında iyileşmediğini, adeta sıkıştığını kavradığı gündür. Halini ortaçağdaki rahatsızlık yuvasında yaşamaya benzetir: “Sıkıntıya boyun eğip iki büklüm yaşamak gerekiyordu. Uyku düşmeyle geçerdi, uyanıklık çömelmeyle.”

Buna alışması çare bulması gereklidir. İlkin avukatlık yazıhanesini kapatır. Paris’ten ayrılıp, geziye çıkar. Adını değiştirir ve Amsterdam’a gelir. Mexico-City yeni yazıhanesidir artık. Hayatını başkalarına dillendirirken sürekli kendini suçlar. Aslında çağdaşlarına sunduğu kendi tasviri, onlara bir ayna oluversin ister. Karşısındakini özeleştiri yapmaya ve kendisini yargılamaya itmek için çabalar.

İkiyüzlülüğü kabullenmiştir. Mutludur. Huzuru bu kabullenmede bulur: “Bir şeyi örtbas etmek isteyen, onu daha çok ortaya çıkarır. Dünyanın düzeni çift anlamlı.” Ona göre, bundan böyle herkes yargıç olduğuna göre herkes suçludur birbiri karşısında. Peki kendisini yargılamaya başladıkça mı kendini tanır insan, tanıdıkça mı kendisini yargılamaya başlar? Belki ikisi birden doğru. Jean-Baptiste’nin dediği gibi: “İnsan böyledir, ikiyüzlü.”

Didem Elif

Birgün Gazetesi Kitap Eki – 2011