Veda

Tüm aile; belki de normal şartlarda hiç uğramadığımız, önünden sadece arabayla geçtiğimiz yabancı bir semtte halam için bir araya gelmiştik. Hastane koridorlarında, günlerdir elimiz kolumuz bağlı bir şekilde bekliyorduk. Doktoru daha iki hafta önce onu taburcu ederken, halamın bedeninin tedaviye karşılık vermediğini, yaklaşık altı aylık bir ömrü kaldığını söylemişti. Kemoterapi aldığında günlerce kendine gelemediği için, kalan günlerini daha iyi geçirsin diye artık tedaviye devam edilmeyecekti. Ona bu şekilde söylenmediğinden, halam belki de iyileştiği için kemoterapinin bittiğini sanmıştı. Bu haberden sonra onun gözlerinde gördüğüm mutluluk ışığını hiç unutamıyorum çünkü.

Moral olsun diye götürdüğümüz yazlık evimizde, annem yemek hazırlığındayken yalnız kaldığımız bir anda “Elif,” demişti “biliyor musun artık kemoterapiye girmeyecekmişim. Nihayet bitti.” Mutluluğuna karşı ne söyleyeceğimi bilememiş, yalandan “Harika bir haber bu halacığım,” diyerek içimdeki üzüntüyü ona fark ettirmeye çalışmıştım.

Doktor altı ay demişti ama daha bir ay bile geçmeden yeniden hastanedeydik işte. Dört gün önce diğer halamın telefonuyla onu hastaneye götürmek için gece vakti toplandığımızda; kandırılmış ve artık sona geldiğini anlamış birinin kırgınlığında donuklaşmıştı bakışları. Bir deniz feneri gibi karanlık ruhunu parlatan gözlerindeki ışık tamamen silinmişti.

Kanser olduğunu bilmediğini sanıyorduk. O yüzden de kanser değilmiş gibi davranıyorduk. Meğer daha ilk günden biliyormuş. Bizimle paylaşmıyormuş. Belki de bu yüzden onun hep çok güçlü olduğunu düşündüm. Hastanede yattığı son dört gün boyunca bilincinin açık olduğu zamanlarda bile fiziksel acısı dışında ne yaşadığını hiç anlatmamıştı.

Bizi toplayıp konuşma yapmak isteyen hastane doktoru kötü haberle geldi. Yaşamasına dair hiçbir umutları kalmadığını, hastanın sırayla tüm organlarını kaybettiğini, daha fazla makineye bağlı tutulmasının anlamsız olduğunu anlattı. Babamlardan aldıkları izinle, ruhunun bedeninden ayrılma süreci doğal akışına bırakılacaktı. “Bu şekilde en fazla bir gün daha dayanabilir,” dedi. “Dilerseniz her biriniz yanına tek tek girerek kendisiyle vedalaşabilirsiniz.”

Kendisiyle vedalaşmak!

Buna bir türlü hazır olamadığım için odaya en son ben girdim. İnsan zamanı öteledikçe sanki sona gelmekten kaçacağını sanıyor. Oysa bu dünya düzleminde ne kadar “sürdürülebilirlik” için kendini parçalasan da her şeyin bir sonu var. Yer çekimi kanunu kadar net bir kural bu. Süresini belki uzatabiliyorsun ama bitmesine engel olamıyorsun. İyi olan da bitiyor, kötü olan da. Maddi olan da bitiyor, manevi olan da. Koskoca imparatorluklar, en ihtişamlı şirketler, en bağlı aileler, en yakın dostluklar, en büyük aşklar, en yoğun duygular… Hepsi bitiyor.

Ya takdiri ilahi ile sonlanıyor bütün oluşumlar ya da insan zaafları ile yok ediliyor… Tam da bu yüzden “Bu da geçer,” sözünü; yaşamın içinde yaşayarak öğrenen bilgeler, kendisinden sonra gelen tüm nesillere aktarmış. Seneca ise bir düşünür olarak tarihe bırakmış notunu: “Başlayan her şey biter,” demiş. Bilinen en eski yazıtla bile; Enkidu’nun ölümünden acı çeken Gılgamış kralı bize, ölümsüzlüğe çare bulunamayacağını anlatmış.

İşte bizim için de vakit dolmuştu artık. Halamla iletişimimizin sonuna gelmiştik. Bembeyaz çarşaf üzerinde bilinçsiz bir şekilde gözleri kapalı yatarken ona ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Varlığımı hissediyor muydu, ondan bile emin değildim. Elimi elinin üstüne koyup okşadım. Tuhaf belki ama onu incitme korkusu duyuyordum. Yeni doğmuş bir bebeği kucağına alınca nasıl canını yakmaktan korkarak endişe içinde sarmalarsın, tıpkı öyle bir duyguyla onu sarmalamak istiyordum ama tıpkı kendi kızım dışında hiçbir yeni doğmuş bebeği kucağıma alamadığım gibi halamı da kucaklayamamıştım. Bedenen beceremesem de ona kalpten sımsıkı sarılıp, hıçkırıklar içinde odadan çıktım. Gece yarısı vefat haberi geldi.

Bir öykü anlatır gibi başlasa da – sonuçta öyküler yazan biriyim – yirmi yıldan fazla bir süre önce başımdan geçen gerçek bir hikaye bu.

Hatırlamama sebep olansa hayatın içinde hep bir vedalaşma yaşadığımızın farkındalığı. İstesek de istemezsek de tamamlananı, kendi yoluna gitmesi gerekeni, hatta bize iyi gelmeyeni bırakmamız gerekiyor. Üzerimize olmayan kıyafetler, çürüyen dişler gibi her ne varsa vadesi tamamlanan, tutmaya çalışmamalı. Tıpkı bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibi o bırakışların bizi eksiltmediğinin farkına varsak ve tam tersine yine bir ağaç gibi güçlü bir şekilde kendimize köklendiğimizde yeniden sağlıklı yapraklarla donanacağımızın bilincinde olsak üstesinden daha kolay geleceğiz aslında. Zaten bu bilinç olduğunda negatif bir duygu yüklemeden ayrışabiliyoruz gitmesi gerekenle. Saçlarımızdaki kırıkları kestirircesine; ruhumuzdaki kırıklardan, kırgınlıklardan kopmak da bir o kadar sağlıklı. Sonuçta asıl olan sevgi ve sevginin kökü bizde. 🙂

Sanırım önemli olan; ayrılış, kopuş, bitiş nasıl yaşanırsa yaşansın -en azından bir süre geçtikten sonra- geçmişi doğru yere koymak. Örnekse kızımın babasıyla ayrılma sürecinde her ne kadar karşılıklı zarar görsek de, ben bugün yaşadığımız güzel anıları başka, kötü anıları başka bir yere koyuyorum. Hepsinin hakkını vermeye çalışıyorum. Kızımın doğmayacağını ve sonumuzun böyle olacağını en baştan bilseydim bile yine o günleri yaşamak isterdim doğrusu. Yaşanmadan bitmesindense o an sana eşsiz gelen aşk duygusunu yaşamak en güzeli diye düşünüyorum ve artık bitmiş olan hatıralarımızı sevgiyle anıyorum. Böyle yapıyor olmam, o günlere dönmek istediğim, geçmişi özlediğim anlamına kesinlikle gelmiyor. Sadece vedamın üzerinden uzun zaman geçtiğinden bunu şu an rahatlıkla başarabiliyorum. Hepsi bu. Kötü bitti diye herşeyi tükaka etmek gerekmiyor.

Evet veda dedim en baştan. Vedayı kendimce anlatabilmek istedim. Oysa hüzünlü başlayan bu yazıya bile nasıl veda edeceğimi bulamıyorum bir taraftan. Sanırım halamla vedalaşmamda yaptığım gibi, kalbinize sarılarak gitsem iyi olacak. Vedalaşmanın başka türlüsü nasıl olur hiç bilmiyorum.

Sevgilerimle,

Didem Elif

Kara Göründü

Bir haftadır Kaş’tayım. Bundan tam on yıl önce Kaş’a yerleşme telaşım vardı. O yaz evleneceğim için İstanbul’dan eşyalarımı nasıl taşıyacağımın derdine düşmüştüm. Şimdi ise, tam tersi bir neden için burdayım. On yıl önce getirdiğim eşyalarımdan kurtulmaya çalışıyorum. Görünen o ki en az bir hafta daha sürecek.

Aslında bir buçuk senedir beni bekleyen bir işti bu. Geçen sene İstanbul’a dönme kararı alırken, sadece kızımla benim kıyafetlerimizi taşımıştım. Mobilyalarım, özel eşyalarım ve bu hayattaki tek servetim kitaplarım Kaş’ta kalmıştı. İstanbul’da bir süre sonra kendime yeni bir düzen kurabileceğime inandığımdan; birbirinden uzak iki ayrı eve dağılmış neredeyse 3+1lik ev dolusu eşyalarımı, alacak duruma gelene kadar eski eşimden tutmasını rica etmiştim. Fakat bu süreçte ekonomi ve kuşkusuz ki ev kiraları aldı başını gitti. Yeni bir eve çıkamadım. Kaş-İstanbul arası nakliye rakamları da dudak uçurtacak bir hal aldı. Yoksa koyacak bir depo bulmuştum aslında. Onu da yapamadım. Ayrıca sadece maddi değil, manevi anlamda da bu işleri yapacak gücü kendimde bir türlü bulamadım. Sınavda geçmesi gereken dersine son ana kadar çalışmak istemeyen bir öğrenci gibiydim.

Bir iki hafta önce eski eşim iş için İstanbul’a taşınacağını, Kaş’taki evlerinden birini kiraya verip orada ev tutacağını, bu sebeple eşyalarıma artık bir çözüm bulmamı istediğini söyledi. Hiç niyetim olmadığı halde apar topar Kaş’a geldim ben de bu yüzden. Üstelik kızımı arkamdan ağlar vaziyette İstanbul’da bırakarak.

Şu anda kızım ve babası İstanbul’da. Ben Kaş’tayım. İnanması gerçekten güç. Hatta resmen şaka gibi…

Evlilik kararını almadan önce birbirimizi daha iyi tanımamız adına onu bir süreliğine de olsa İstanbul’da yaşamaya ikna edememiştim. Buna imkanı olduğu halde kabul ettirememiştim, varsa yoksa Kaş diye tutturmuştu. O yüzden hayatın bizlere sunduğu ironik gelişmeler karşısında gerçekten şaşkınım. Hayır bir de ben İstanbul’da olup da tüm uğraşlarıma rağmen gönlüme göre bir iş bulamadım, adam Kaş’ta emeklilik keyfi sürerken ona kaçırmak istemeyeceği bir iş teklifi geldi. Kısmet işte. Hayırlısı olsun ne diyeyim.

Kuşkusuz kızım için iyi olacak. Her ne kadar sürekli görüntülü konuşsalar da beraber vakit geçirmek gibisi yok elbette.

Normalde kızım babasına benden daha çok düşkün ama ilk defa babasını görecek olmasına rağmen, benim onu bırakmamı hiç istemedi. Bebekliğinde bile görmediğim, günler boyu süren bir ağlama hali tutturdu. Bu durum yolculuğumu duygusal anlamda daha da zorlaştırdı.

Normalde otobüs yolculuğunu çok sevmeme rağmen bu sefer yol bir türlü bitmek bilmedi. Ne uyudum ne uyanık kalarak kitap okuyabildim. Öyle rahatsız geldim ki 14 saatin her saniyesi eziyet doluydu. Ne zaman ki Kaş’ın turkuaz denizini gördüm, içimden “Kara Göründü” diye bir çığlık atmak geldi.

Her ne kadar Kaş’a ulaşınca çok mutlu olsam da, bu kasabada yıllarca – neredeyse on yıl – yaşamış olduğum duygusu bana çok uzak geliyor. Tıpkı evliliğimde olduğu gibi, kafamda da kalbimde de tamamen bitirmişim demek ki. Bir diş çekilince sinirler alınır ya hani, tıpkı ona benzer şekilde benim de hislerim alınmış sanki. Keşke kalsaydım buralarda, İstanbul’a hiç gitmeseydim diyen bir yanım hiç yok.

Çocukluğumdan beri bu bölgeyi çok seviyorum, tekrar tekrar tatil niyetiyle gelmek isterim, kalkınması için her şeyi ama her şeyi yapabilirim ama -büyük konuşmuş olmayayım da- bir daha dönüp buralarda yaşamak istemem diye düşünüyorum.

Hele şu günlerde iyiden iyiye koptuğumu hissediyorum. Sevimsiz işlerle uğraşıyorum çünkü. Mobilyaların fiyatlarına karar vermek, onları duyurmaya çalışmak, iki ayrı eve dağılmış eşyaları toparlamak, acil satabildiklerini satmak, belki de bugün Türkiye’de bulunması çok zor olan değerini gerçekten bilenin anlayacağı İspanyol bambusu bazı parçaları değerine satana kadar bekletebilmek için köy evine taşıtmak, İstanbul’a döndüğüm zaman geride kalanların satışını benim bir daha gelmemi gerektirmeyecek şekilde organize etmek, kızıma kalmasını isteyebileceğim -benim yaptığım el yapımı bir tablo gibi- şeyleri ayırmak… Ve kitaplarım! İçinde okumaya bile kıyamadığım özel ciltli klasiklerin ve daha nice çok sevdiğim kitapların bulunduğu, önünde çocukluğumun eşsiz saatlerinin geçtiği kütüphanem. Bir yazarın en temel besin kaynağı. Onları ne yapacağıma henüz karar veremedim. Yazarken bile gözümden yaşlar süzülüyor.

Bilsem ki değeri bilinecek; bazı şeyler öylece kalsın, en azından kızım faydalanır diyeceğim ama yarın öbür gün en mutlu anımda “köyü sattım, gel kalanları al,” diye bir bildiri almak istemiyorum. Malum Kaş’ın dağı taşı altın değerinde oldu. Para meselesi bu. Belli olmaz, olur mu olur!

Sonuç olarak ömrümün bir devri tamamen kapanıyor. Kaş’la çoktan vedalaşmıştım. Hayatımın bu evresinde ise tutmaya çalıştığım, yani bırakmaya kıyamadıklarımla vedalaşıyorum. Çok şanslıyım ki Kaş’ta çok güzel insanlar biriktirmişim. Tek başımayım ama asla yalnız değilim. Çok şükür ki yükümü omuzlarımdan almaya çalışan birbirinden şahane dostlarım var.

İnşallah böylesi daha iyi olur ve umarım artık biraz hafiflerim. Neticede bir kaplumbağa gibi gittiğim her yere evimi taşıyamayacağım bundan böyle. Zaten depremden sonra benimkisi şımarıklık gelmeye başlamıştı artık.

Eskiden ister evdeyken, ister yürüyerek ya da motorla çarşıya inerken, Kaş’ın hep fotoğrafını çekerdim. Her gün gördüğüm bu manzarayı sanki ilk kez görüyormuş gibi büyülenirdim çünkü ve o anı bir fotoğraf karesine aktarabilmek isterdim. Hiç bir zaman gördüğüm kadar güzel olmazdı çektiğim. Geldiğimden beri hiç manzara fotoğrafı biriktirmedim. Herhalde elimde binlercesi olmalı.

Motorumu geçen sene uzaktan vekaletle sattığım için her yere yürüyerek gidiyorum. İlk geldiğim gün merkeze inerken aklıma Yahya Kemal Beyatlı’nın Aziz İstanbul şiiri geldi. “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul.” Sonra şöyle düşündüm. Bir gün buralarda yaşarken yazdıklarım, hatta belki yaptığım sohbetler değerlenirse eğer, Didem Elif bu topraklardan çok beslendi diyecekler. Bu düşünce beni o an için mutlu etti. Artık bir gün verdiğim emek değerlenir mi, ben o günü görür müyüm bilmiyorum.

Dilerim yapmam gereken bu sevimsiz işler bir an önce biter ve ben en kısa zamanda evime, canım kızıma dönebilirim. Sonra da video çekimlerinde yaptığım gibi bu seyahatten saklamak istediğimi alır, istemediğim anıları ise keser atarım. Bence kendimize güzel bir yaşam sunmanın tek şartı bu.

İyi ya da kötü her şeyin geçici olduğu bu hayatta; biz neyi tutup, neyi atacağımızı bilebilirsek ortaya güzel bir eser bile çıkarabiliyoruz. Gerekirse her şeyi unutup yeni baştan başlamalı. O yüzden ne yaşarsak yaşayalım kendi hikayemizin öyle bir yönetmeni olmalıyız ki, izleyenler tek başına değil de bir ekiple çalıştığımızı sansın. Nitekim öyle de oluyor. Sen yalnız yola çıkıyorsun. Nerde olursan ol, yakın uzak fark etmiyor tüm dostların senin bu hayattaki ekibin oluyor.

Neyse çok işim var. Bana müsaade. Yine çok fazla konuştum. Okuyabilene selam olsun.

Didem Elif

Zenginlik

Hayatın içindeki zenginlik oldum olası ilgimi çekmiştir. İnsanın çeşitliliği, doğanın çeşitliliği, kültürel çeşitlilik, bakış açısının çeşitliliği…

Ve bütün bu çeşitliliğe sahip olduğumuzu fark ettiğimizde yaşadığımız içsel zenginlik…

Garip bir yolculuğa çıktım. On beş gündür yollardaydım. Yolculuğuma arkadaşlık etsin diye yanıma aldığım Yılmaz Şener’in kitabının adı gibi, “Kör Adım”larla ilerledim. Önümü görmeden, sonrasını çok da hesap etmeden kalbimin sesiyle hareket ettim.

Bu demek değil ki aklım devre dışıydı. Aksine akıl, kalp ve beden bütünlüğü içinde hissediyordum kendimi. Sadece; sabit ve korumacı bir aklın önderliği yerine, açık bir kalp rehberliğinde aklımın dağarcığına sık sık ayar çekerek rotamı belirledim. Tıpkı bilinmeyen yolları ince detaylarıyla gösteren bir navigasyonla yol alır gibi.

Nereye varmak istediğini hatta ne istediğini bilmek ve nerede olduğunu hatta kim olduğunu bilmekle başlıyor yolculuk dediğin şey.

Söylenen yoldan giderken dönmen gereken yerde dönmediğinde, varmak istediğin noktaya seni ulaştırmak için navigasyon sana sunduğu güzergahı nasıl yeniliyorsa; aklım da kalbimin ritmine göre güzergahlar sundu bana. Ben de bedenimle ona uyum sağladım.

İyi hissetmek…

Referansım tamamen bu oldu. İyi hissetmek…

Kaş’tan ayrılıp İstanbul’da yaşamaya geçen kıştan beri başladım ancak bir ev dolusu eşyamı hala Kaş’ta tutuyordum. İstanbul’da bir ev açma şartlarını bir süre daha ayarlayamayacağımı fark edince daha fazla beklememeye ve eşyalarımı bir depoya koymaya karat verdim. Okul kapanır kapanmaz kızımı babasına yaz boyu bırakmak için Kaş’a götürdüğümde; bana ait ne varsa toplayacak, belki bazı eşyaları satacak ve eski eşimle aramda çocuğumun babalık bağı dışında hiçbir bağ bırakmayacaktım.

Buna karar verdikten çok kısa bir süre sonra yaptığı işleri çok sevdiğim birinden çok hoşuma gidecek bir teklif aldım. Bu teklifi değerlendirmek, içinde olduğumuz pahalılıkta durduk yere bana ekstra masraf çıkaracaktı, zaten artan benzin fiyatları yüzünden nakliye ciddi bir para tutacaktı ama biliyordum ki bu teklifi değerlendirmezsem de hep aklımda kalacaktı. Kalbimizin sesini dinleyerek hareket etmediğimizde hep aklımızda kalır çünkü. Kalbim gitmek istiyordu, ben de üstüne çok fazla anlam ve hayal yüklemeden gerçek neyse onunla yüzleşmeye niyet ederek çıktım yola. Sonuç ne olursa olsun hayal kırıklığı yaşamayacağıma dair söz verdim kendime. Belirsizlik yerine netliğin olduğu bir yolculuk olmasını diliyordum her şeyden önce.

Böylece ilk olarak Ege’ye vurdum rotayı. Kızımı İzmir’de halasına teslim ettikten sonra civarda keyifli bir kaç gün geçirecek, ardından Kaş’a gidip toparlanacaktım. Fakat İzmir’de günler geçtikçe kendimde böyle bir taşınma işiyle uğraşacak gücü bulamadım. Başlarda geçirdiğim anları hiçbir şeyle değişemeyecek kadar mutluydum aslında ancak kendi kendime kaldıkça içimde yaşadığım gerçeklerle yüzleşme beni tahmin ettiğimden daha fazla sarstı. Güçlü bir deprem atlatmış gibi hissediyordum. Öyle ki, sanki hamileydim de gittiğim her yere taşıdığım bebeğimi hiç beklemediğim bir anda aniden düşürmüştüm. Koskaca bir boşluk ama aynı zamanda yıllardır taşıdığım bir suçluluk yükünden kopmuş gibi bir rahatlama hatta özgürlük hissi. Ben yaşadığım duyguya asla hayal kırıklığı demezdim ama kesinlikle üzgündüm çok üzgün.

Hiç gücüm yokken kendimi eşyaları taşımak için zorlarsam daha kötü olmaktan korkuyordum. Nitekim yolun ortasında rotamı değiştirdim. Kaş’a gitmedim. Gidemedim.

Son anda yıllardır davet edildiğim ama kabul etmediğim, aslında bana pek masrafı olmayacak Assos’ta gerçekleşecek bir organizasyona katılmaya karar verdim.

İyi hissetmek…

Dedim ya, şu on beş gündür yol alırken referansım hep bu oldu. İyi hissetmek…

Tam da bu sebeple bana kim iyi hissettiriyorsa onun yanında kaldım ve ne iyi hissettiriyorsa onu yaptım.

Şimdi İstanbul’dayım. Gücümü topladığımda Kaş hikayesini de kapatacağım elbette.

Oldum olası birine yük olmaktan hiç hoşlanmadım. Ya da birinin kötü hissetmesine sebep olmayı hiç istemedim. O kişi varlığından hoşnutsuz olduğum biri bile olsa, savaşmak yerine ondan uzaklaşmayı tercih ettim.

Karşı tarafa huzursuzluk vereceğim duygusu beni hep korkutmuştur. Fikrimi ve düşüncelerimi söylemekten asla çekinmem ama bunu kötü ve negatif duygu yüklemeden söylemenin yolunu bulmaya çalışırım genelde. Öfkeyle yol almayı sevmem. Yolumuzu seçimlerimiz belirliyor neticede ve ne olursa olsun, bu pek mümkün değil biliyorum ama, herkes olduğu yerde iyi olsun istiyorum. Seçtiği adımlarda geride kötü bir duygusu kalmasın, iyi hissetsin. Yoluna iyilikle devam etsin.

Başkaları için bunu yapacak gücüm olmasa da en azından kendim için bunu başarabilmek istiyorum. Hayatın içinde zengin bir şekilde yaşamak varken fakirleşmeyi, insan kaybetmeyi hiç ama hiç sevmiyorum.

Didem Elif

Nereden Nereye?

Geçmişime baktığımda yıllar içindeki değişimim bana çok ilginç geliyor. Sadece ben değil, yaşadığım hayat koşulları da çok değişti. Ben ki öyle alan değiştirmeyi pek sevmem, yine de epeyce bir yol almış gibi hissediyorum kendimi. “Nereden nereye?” dediğim bir yerdeyim. Dokuz yıl sonra İstanbul’da başladığım “Yeni Hayat”; daha emekliyor seviyede olsa da ve bu seçimin sonucu ne olacak bilmesem de, benim için mutluluk ve heyecan verici geçiyor.

Geçen haftayı, son 9 yılımda yaz kış yaşadığım Kaş’ta geçirdim. Yaz kış yaşadığım diye belirtmek gerekiyor çünkü Kaş’ta yaşadığımı söylediğimde, Kaş’ı sadece yaz boyunca değerlendirenler olduğu için, Kaş’ta yaşayan insanlar bile “Yaz Kış mı?” diye sorardı. Doğrusu yaşarken bu güzel kasabadan kaçtığım bir mevsim varsa o da yazdı. Dolayısıyla son dokuz yıldır ilk kez Kaş dışında bir kış geçiriyorum. Bu kadar benimsedikten sonra ayrılma kararını vermek zordu ama beş ay sonra Kaş’a gidince hissettiğim duygulara bakınca Kaş’ı kafamda tamamen bitirdiğimi anladım. Bu sanırım 46 yaşında hayat rotasını tamamen değiştirmiş benim için iyi bir şey.

Sevdiğim ve özlediğim arkadaşlarımla aylar sonra birlikte olmanın mutluluğu yabana atılacak gibi değildi aslında ama öbür yandan Kaş’ın sokaklarında dolaşırken her şey bana çok uzak geldi. 9 sene boyunca oturduğum evde, eski eşimin bana ait olan ama hala İstanbul’a getiremediğim için geçici bir süre orada tuttuğum eşyalarımın yerlerini değiştirerek bambaşka bir şekilde kullanması bu yabancılaşmayı pekiştiren bir şey oldu.

Eskiden evin olduğunu düşündüğün bir yerde misafir olmak, sanki ölmüş bedeninin ardından ruhunun ortalıkta dolaşması gibi…

Gitmeden önce duygusal anlamda daha derin şeyler hissederim en çok da hüzünlenirim sanmıştım ama nasıl çekilen bir dişin sinirleri alındığı için artık o bölgede hiçbir şey hissetmezsin, öyle bir şey oldu bana da. Yalnız kalmayı sevdiğim yerlere gitmek bile anlamsız geldi.

Yaklaşık iki ay önce kendi kendime “artık dönmeyeceğim Kaş’a, rotam belli, neyi bekliyorsun?” diyerek motorumu bir anda satmaya karar vermiştim. Galiba sen kararında net olunca olaylar daha hızlı gelişiyor. Kaş’ta verdiğim ilan sonrası motora hemen alıcı çıktı çünkü. Vekalet vererek alıcıyı hiç bekletmeden satışı gerçekleştiriverdim ben de. O yüzden de bir hafta boyunca Kaş’ta hemen hemen her yere yürüyerek gittim. Bu durum da gittiğim yerleri tuhafsama duygumu perçinlemiş olabilir tabi.

Sanırım sürekli Kaş’ı ve babasını özlediğini söyleyen kızım için de durum benzer oldu. Orada geçirdiği bir hafta boyunca benim, okulunun, öğretmeninin, okuldaki arkadaşlarının resmini yapıp durdu. Tıpkı onun doğduğu ve çocukluğunun ilk yıllarının geçtiği yer olması gibi, benim de bambaşka bir şekilde yeniden doğduğum ve potansiyelimi büyüttüğüm yer oldu Kaş. Sırf bunun için bile her zaman anlamı başka olacak. Yine de, her ne kadar maddesel anlamda kendimi İstanbul’a tam anlamıyla getirememiş olsam da (ki bu seferki gidişimde yazlıklarımın hepsini getirdim, kalan eşyalarımı da en yakın zamanda getireceğim inşallah); ruhumu komple getirmiş olduğumu görmekten yana çok mutluyum.

Bütün bunları yazarken aklıma düşen Tolstoy’un “Efendi ile Uşağı” kitabında dediği gibi:

“Alışkın olduğumuz şeylerden vazgeçmek ne de zor görünür. Lakin yapacak bir şey kalmadıysa yenilerine de alışmak mümkün.”

Didem Elif

Not: Kapaktaki fotoğrafı Dalaman’a inerken uçaktan çektim.

Koronanın Getirdiği Yorgunluk

Eveeeet, tam iki yılın sonunda ben de korona olanlar kervanına katıldım nihayet. Pek de sevinçli bir haber değil bu tabi ama doğrusu test yaptırmamış olsaydım hayatta ihtimal vermezdim covid virüsü kaptığıma. Bugüne kadar geçirdiğim en hafif gribal deneyimdi diyebilirim çünkü. Birlikte yaşadığım anne ve babamın da aynı gün grip belirtileri göstermesi beni tedirgin etti ve eş zamanlı kızımın sınıfında bir çocukta da korona çıktığını duyunca test olmayı tercih ettim. Sonuç pozitif çıktı. İlk tepkim kendimle dalga geçmek oldu. Bazı şeylerde de pozitif olmayıver bir gün de kızım, dedim kendi kendime. 🙂 Bu esprinin nedenini beni yakından tanıyan insanlar iyi bilirler ama bilmeyenler için son günlerde yaşadığım şöyle bir örneği anlatayım.

Hayat bu ya, biz hastalığı öğrenir öğrenmez apartmanın kaloriferleri çalışmaz oldu. İstanbul’a yerleşip annemlerde kalmaya başladığım günden beri şikayet ediyordum. “Bu ev ne kadar sıcak böyle. Bu ne bilinçsiz bir yakıt kullanımı. İklim krizi var, sizin yönetiminizin bundan haberi yok mu? İnsanlar kışın kazak giyer, normali bu. Biz evde tişörtle oturuyoruz. Yazık valla,” diyerek her gün söyleniyordum. Sen misin merkezi ısıtmaya söylenen. Testlerimizin pozitif çıktığını öğrendikten sonra üç gün boyunca kaloriferler çalışmadı iyi mi? Geceleri pike ile yatan ben çıkarttım hemen yorganı. Allahtan aşırı bir soğuk olmadı ama kazakla bile evin içinde üşüme sınırlarında yaşar hale geldik. Ben ne tepki verdim dersiniz. Daha mı çok söylendim sizce? Hayır! Kurduğum cümleleri aynen yazıyorum. “Belki de bunda vardır bir hayır. Ameliyathaneler neden hep soğuk oluyor? Virüs, bakteri gibi şeyler için sıcak ortam iyi olmadığından olsa gerek. Belki de kaloriferler yansa o sıcakta virüs güçlenecek ve biz daha kötü etkilenecektik. Bakın koronayı çok hafif atlatıyoruz.”

Bunun bilimsel bir gerçekliği var mı hiçbir fikrim yok bu arada. 🙂 Ne o anda ne de sonrasında bunu araştırmadım. Gerçek şu ki kaloriferlerin yanmasına etki edebilecek bir gücüm yoktu. Apartmanımızın merkezi ısıtma sisteminin belli ki daha merkezi bir sistem tarafından çalışması engellenmişti. Benim elimde olan bir sorun değildi. Sonuçta kurduğum mantık beynimi rahatlatmaya yetti mi? Yetti. Ben ona bakarım. 🙂 Pozitifliğin benim için yeri ve anlamı budur. Farklı açıdan bakmak ve rahatlamak. Bu isteyerek yaptığım bir şey değil bu arada benim beynim oldum olası böyle çalışıyor.

Yalnız yazdıklarımdan “Korona olursanız kaloriferi kapatıp soğukta oturun, iyi geliyor,” gibi bir anlam çıkmasın lütfen. 🙂 Sadece bakış açıma dair fikir versin diye anlattım. Belki de çok mantıksız bir saptamadır valla; dediğim gibi, hiçbir fikrim yok. :)))

Koronaya dönersem, pandemi öncesi son yıllarda geçirdiğim hastalıklarımda acilde iğne vurulmaya gitmişliğim oluyordu. Kaş gibi bir yerde küçük ve hareketli bir çocukla tek başıma ilgilendiğim için (ne bakıcı ne de ev işlerinde düzenli bir yardımcım hiç olmadı), ağır bir griple boğuşurken böyle bir çözüme ihtiyaç duyuyordum. Pandemi sonrası ise tuhaftır ki neredeyse hiç hastalanmaz olmuştum. Geçtiğimiz yaz yine hafif nezlemsi bir şey yaşamıştım ama o zaman korona testim negatif çıkmıştı. Muhtemelen ıslak saçla motora bindiğim için sinüslerimi üşütmüştüm. Korona ile ilgili hala net bir şey söylemek zor zaten. İki yıldır sürekli değişim içinde olan bir virüs bu. Geçmiş deneyimlerime bakarak kendimle ilgili eğer virüse yakalanırsam ağır geçireceğime dair bir inancım vardı doğrusu. O yüzden o kadar hafif atlattığıma gerçekten çok şaşırdım. Neyse geçmiş bitmiş olsun inşallah.

Her ne kadar hafif bir grip gibi atlattım dediysem de son on gün hiç kolay geçmedi. Tam Sevgililer Günü’nden bir gece önce başladı boğazım kaşınmaya. Normal şartlarda Sevgililer Günü’nde bir kız arkadaşımla öğlen yemek yemeği planlıyorduk. Özellikle bu buluşma için süslenecektik. Bir sevgilimiz olmasa da biz kendimiz için özenelim dedik. Öyle ki topuklu ayakkabı bile giyecektim. 🙂 Fakat korona ihtimali hep aklımızın bir köşesinde olduğu ve şu sıralar çok arttığı için boğazımdaki kaşınmayı dikkate aldık ve buluşmaktan vazgeçtik. Yatıp dinlenerek evde geçirdim ben de o günü. İyi ki de yatıp dinlenmişim çünkü bir daha dinlenmeye fırsatım olmadı. Ertesi gün kızımın okulu online eğitime geçti ve başladı tempolu günler. Meğer bu online eğitim küçük çocuklar, öğretmenleri ve aileleri için ne zulüm bir işmiş.

Sabahın erken saatlerinde başlayıp tüm gün süren online eğitim beni tahmin edeceğimden çok yordu. Zaten korona ile ilgili en belirgin hissettiğim şey “yorgunluk” oldu diyebilirim. Halsiz değildim hatta tam tersine gayet güçlüydüm ama basit bir yemek bile yapsam sonrasında kendimi aşırı yorgun hissediyordum. Verdiğim eforun karşılığına denk gelmeyecek bir yorgunluktan bahsediyorum. Bana sanki birdenbire on yaş yaşlandırılmışım gibi geldi. O yüzden de bir şey yapacak motivasyonu kendimde bulamadım. Ne daha önceden çekimini yaptığım bir sohbetin montajını tamamlayabildim ne de yeni herhangi bir şey üretebildim. Tam olarak yaşadığım duyguyu somutlaştırmak gerekirse biri ellerimi kollarımı bağlamış gibi hissediyorum bir süredir. Beni bağlamışlar, karnıma da taş koyup suyun dibine atmışlar sanki… Hareket edemediğim gibi, içinde olduğum durumu bir türlü anlatamıyorum da yani… Şu satırları yazmaya çalışarak bağlı olduğum iplerden kurtulmak için zorluyorum kendimi bir nevi.

Kızımın okulu yüz yüze eğitime geçince ve karantinam bitince kendimi iki gün önce doğaya vurup biraz yürüdüm. Devletin sistemine göre artık özgür dolaşma hakkına sahibim ama başkalarına virüs bulaştırma ihtimali hala varsa diye kalabalık ortamlara kısa bir süre daha girmemin doğru olmayacağını düşünüyorum. O yüzden sevdiklerimle yüz yüze buluşmak yerine, kimselerle yakınlaşmadan tek başıma Caddebostan sahilinde yürümek istedim. Çok iyi geldi. Yalnız yine garip bir şekilde yürüyüşüm bittiğinde kendimi çok yorgun hissettim. Koronanın verdiği bu yorgunluğun bir süre daha devam edebileceğini söylüyorlar. Umarım çok uzun sürmez.

Didem Elif

Gel Gör Ki

Geçenlerde konuk olarak katıldığım bir canlı yayında, sorulan sorular üzerine yazmaya da okumak kadar önem vermemiz gerektiğinden bahsettim. Yazar olmasa da insanların yazma eylemi içinde olmasının ona fayda sağlayacağını anlattım. Uzun zamandır böyle düşünüyorum. Youtube’ta da yayınladığım söyleşide anlattıklarıma burada girmeyeceğim, gel gör ki; ben kendim bir süredir gerçek anlamıyla yazamıyorum. Ara ara yazdığım şeyler olmuşsa da, itiraf edeyim ki yazdan beri performansım epeyce düştü. İş olarak aldığım telifli yazıları bile oldukça geç teslim ediyorum. Sitemde ise başlanmış ama tamamlanmamış yazılar var.

Büyülü Gerçeklik, Bu Da Geçer, Anca Beraber Kanca Beraber, Alınganlık mı Kırılganlık mı?, Zorlamamak, Direndiklerim ve Gel Gör Ki isimleriyle açılmış yarım kalan yani sonunu getiremediğim yazılar…

Nedense bir süredir böyle oluyor. Yazmaya bir şekilde başlıyorum ama sonra konuyu bir yere bağlayamıyorum. Oysa en iyi değilse de en kolay yaptığım şeylerden biri bu olabilir; konuları birbirine bağlamak. İnsanlar kurduğum bağlantılara genelde şaşırıyorlar. “Elif konu nasıl buraya geldi?” sıklıkla duyduğum bir cümle oluyor. Benim içinse genellikle hiç zorlamadan kendiliğinden yani doğallıkla gelişiyor.

Bu gece kızım gecenin üçünde uyanınca ve onu uyuttuktan sonra beni yeniden uyku tutmayınca, yazmaya çalışayım dedim ve Gel Gör Ki adlı yarım kalan dosyayı açtım. Bu sefer tamamlamaya çalışacağım. Hadi bismillah deyip şu an üzerinde düzenlemeler yaparak ilerlediğim bu yazıyı bir yere bağlamayı yeniden deniyeyim bakayım.

Büyük bir değişikliğin içindeyim. Sekiz yılın sonunda doğduğum şehirde yeniden kök salmaya geldim. Bak bu cümleyi kurar kurmaz yine tıkandı içim. Kelimeler üst üste çıkıp birbirine düğümlendi. Neden zorluyor beni bu kadar içinde olduğum süreci dile getirmek bilmiyorum.

Aynı duyguları yıllar önce Kaş’a yerleştiğimde yaşamıştım. Hatta daha taşınma eylemi gerçekleşmeden -bana küsmüş gibi- susmaya başlamıştı kelimelerim. İçim kendime sessizleşmişti…

İlk zamanlar buna çok üzülmüştüm. Hayatımı zehir etmek istemediğim için, “belki de benim meselem yazmak değilmiş,” diyerek durumu bir sonra kabullenmiştim. Yıllar sonra yeniden yazmaya başladığımda anlamıştım gerçek nedenini. Dışımda tutmaya çalıştığım ilişkiyi kendi haline bırakıp kendime döndüğümde yani başka birine sarılmak yerine yeniden yazmaya sarıldığımda ki bu kendime sarılmaktı, içimde camdan bir eşya gibi sakladığım ve gerçekte olmasını arzuladığım tek bir ilişki olduğunu fark etmiştim. Böyle bir ilişkinin mümkünlüğüne inanmadığım için de, arayışlarım içinde girdiğim yollarda kaybolmuştum.

Bilinçli olarak olmasa da bilinçaltımda sanki biliyordum yazarsam içinde olduğum dünyanın üstüme yıkılacağını.

Şimdi de aynı şeyden mi korkuyorum diye sormadan edemiyorum. Yine yalan bir dünya mı yarattım kendime? Onun gerçek olmadığını görmekten ve başıma yıkılmasından mı korkuyorum?

Korkularım var evet ama herhalde en az korktuğum şey budur!

Aksine gerçeklerle yüzleşmeyi o kadar çok istiyorum ki…

Eskiden hayatımla ilgili kararlar verdiğimde sadece kendimi düşünüyordum. Şimdi ise kızımın varlığı etkiliyor tüm seçimlerimi. Böyle olmasaydı dört sene önce İstanbul’a dönüş yapmış olurdum. Üstelik o zamanlar iş anlamında İstanbul’da kaldığım yerden devam edebilirim duygusu vardı ama Kaş’ta ne yapacağımı nasıl tutunacağımı bilmez durumdaydım. Buna rağmen kızım için Kaş’ta kalmanın yollarını bulmaya çalışmıştım. Sonrasında geldiğim noktaya ben bile şaşırmıştım gerçi. O yüzden şimdi İstanbul’da kaldığım yerden değil de, Kaş’ta kaldığım yerden İstanbul’da yeniden başlıyorum. Garip bir cümle oldu ama anlayan anlamıştır herhalde.

Ayrılmaya yakın Kaş’ın sokaklarında dolaşırken bile burnum sızlamaya başlamıştı. Yine de Kaş’a özlem duymuyorum. Okullar yarı yıl tatili olduğunda -bu hafta sonu- kızım babasının yanına giderken, ben de Kaş’a gitsem mi diye düşünsem de; henüz böyle bir isteğim olmadığını fark ettiğim için vazgeçtim. Bu yazıyı okuyan hiç kimse ne olur alınmasın. Bunun Kaş ile bir ilgisi yok. Kaş’ı ve Kaş’ta birlikte vakit geçirdiğim herkesi çok seviyorum. Orada geçen zamanlarımı hiçbir şeye değişmem ve her zaman Kaş’ta bulunmak isterim o ayrı. Ancak akacak kan damarda durmaz misali, benim damarlarımdaki kan artık İstanbul’da akmak istiyor. Umarım bunu gerçek anlamıyla başarabilirim.

Henüz taşınmayı bile tam olarak beceremedim çünkü. Belki de sürecin bana en çok sıkıntı veren kısmı bu. Ülkece içinde olduğumuz ekonominin durumu ve şartların belirsizliğinden, İstanbul’da bir ev tutmak mantıklı gelmedi. Başlangıç olarak ailemin yanına taşınınca da, kütüphanem dahil olmak üzere koca bir ev dolusu eşyayı geçici bir süreliğine Kaş’ta bırakmak zorunda kaldım. Bir ara kafayı iyice kırıp yıllar önce İstanbul’dan Kaş’a götürdüğüm her şeyi satsam dedim ama ona da içim el vermedi. Yazlık kıyafetlerimizi bile getiremedim. Buna rağmen masaüstü bilgisayarımın da içinde olduğu bir araba dolusu koli ve bavulla geldik İstanbul’a. Kimseyi yormak istemediğim için de, eski Türk filmlerindeki köyden şehre taşınanlar gibi otobüsle başladı yolculuğumuz.

Doğrusu bu yarım kalmışlık dokunuyor bana. Her ne kadar “Sağlık olsun, çok şükür,” diyerek güne başlasam da, bu duygu kendimi güçsüz hissettiriyor.

İçimdeki oturmamışlığa rağmen güven içinde hissettiğimin altını çizerek konuyu bağlayayım.

Hayatın zamanı nasıl kurguladığını bilmiyoruz. Bir insanın doğma sürecinin 9 ay 10 gün olduğunu bildiğimiz gibi, hayatlarımızdaki değişimin istediğimiz doğrultuda gerçekleşmesi için gereken zamanı bilebilseydik içinde olduğumuz anı daha huzurlu geçirebilecektik belki.

Hamileyken her kontrolde beni rahatlatan tek bir şey vardı. Duru’nun kalp atışını duymak. İçinde olduğum belirsizlik denizinde şimdi de ayakta kalma yöntemim bu. Ne olursa olsun kalbimin sesini dinlemek.

O sesi duyduğum sürece, nasıl bir yaşam sürdüğümün pek önemi olmuyor. Hatta kendimi hiç olmadığım kadar evimde hissediyorum.

Didem Elif

Fotoğraf: Patara Kumsalı

Model: Burcu Güneç

Nereden Başlamalı?

Karar verdikten sonra harekete geçmeyi galiba en çok bu soru zorlaştırıyor. Nereden başlamalı?

Yaz ortasında bir ara kafa karışıklığı yaşasam da aslında Kaş’tan ayrılmaya ilk baharda karar vermiştim. Sosyal medyada ve yakın çevrem dışındaki insanlara yeni duyurdum ama o dönem yazdığım bir yazıda da açık açık ifade etmiştim bunu.

Taşınma kararını verdikten sonra bu yazı güzel geçireceğime dair bana umut veren güzel gelişmeler olmuştu ama üzücü bir şekilde bu gelişmeler bir türlü sonuca bağlanmadı.

Haziran başında olmasını çok arzu ettiğim güzel bir organizasyon yapacaktık. Pandeminin de elbette etkisi var, birkaç gün kala etkinlik otel tarafından iptal edildi.

Daha önce ilk kitabımı basan ama şu anda daha çok fuarcılık işi yapan eski yayınevimin sahibiyle Kaş’ta Kitap Fuarı düzenleyecektik. İşin bazı ayaklarını halletmeme rağmen, Türkiye’de korku ve endişe yaratan o büyük yangınlar belediye ile yapacağımız girişimimizi resmen bloke etti.

Başka bir yayınevi sahibi, bugüne kadar ürettiklerimden haberdar olduğundan, yaz başında kendiliğinden, dört ayrı kitabımı yıl sonuna kadar kısa aralıklarla basmayı teklif etti. Tüm yaz üzerinde çalıştık. Kapakların tasarımından basın bültenine kadar her şey hazırdı. Temmuz’da çıkarılması niyetlenen ilk kitap nihayet 9 Eylül için kesin tarih olarak kararlaştırılmıştı. Hatta içinde benim de bir öykümün bulunduğu Yaz Öyküleri kitabı elime yeni geçmişti, o gün bir arkadaşımla Kaş’ta olacak imza ve söyleşi gününü organize etmek için bir araya gelmiştik. İlk kitabın çıkmasına neredeyse 10 gün kalmıştı. Bu sefer ben vazgeçtim.

Belki çoğu insana delice gelecek bir hamle olabilir. Kimse adına burada kötü bir söz söylemek istemem ama beraber yol aldığımız süreç bana dört kitap boyunca bu yayıneviyle birlikte yürümek istemediğimi fark ettirdi. Neticede dışarda kitaplarımın olmasını yana yakıla bekleyen bir kitle yok. Sırf egosal bir tatmin için de artık istemediğim bir ilişkiyi sürdüremezdim.

Belki en son kaleme aldığım “Başka Bir Ben” adlı yazımda “hayata sıfırdan başlıyorum,” demem biraz da bu olanlardandır. Çünkü koca bir yaz bunlara harcadığım enerji yerine, İstanbul’a taşındığımda beni finanse edecek sürekli bir iş bulmaya odaklansaydım böyle hissetmezdim belki de. Yoksa elbette ki bugüne kadar Kaş’ta yaşarken tüm ürettiklerim -ki üretmeye hala devam ediyorum ve hiç yabana atılır işler değil- ve hayatımın en değerli varlığı sevgili kızımla başlayacağız İstanbul’daki hayatımıza. Yani sıfırdan başlamak derken öyle benim için hiçlik mertebesi de sayılmaz tabi ki. Ayrıca bu bir tercih meselesi asla pişman değilim. Hem doğduğum ve büyüdüğüm şehirdeki arkadaşlarım, dostlarım ve ailemi hesaba katarsak şansımın ve bahtımın çok açık olacağına inanıyorum. 🙂

Benimkisi birazcık geçmişte çektirdiğim röntgen filmiyle o günün röntgen çıktısının bir karşılaştırmasıydı.

Bedenimizde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissetsek de sorunun neden kaynaklandığını dışardan göremeyiz çoğu zaman. İşte röntgen zırt pırt çektirilecek bir şey değildir ama ihtiyacımız olduğunda vücudumuzun doku ve kemik yapısını x ışınlarıyla göstererek bize fikir verir. Yıllar önce bir düşmem sonucunda elim kırılmıştı ama çok ağrı çekmediğim için hemen hastaneye gitmemiştim. Elimdeki şişlik bir türlü inmeyince yani ancak üç gün sonra röntgen çekildiğinde elimin kırıldığını anlayabilmiştim.

Duygularımızı anlayamadığımızda -yine zırt pırt olmamakla birlikte- ruhumuza da röntgen çekilmeli bazen. Bu arada röntgen teknolojisinde tonlarca renge gerek yoktur. O şeffaf siyah beyaz görüntü onu okuma yetisi olan kişiye yeter. Çünkü burada amaç bozuk olan dokunun ne olduğunu anlamak ve onu iyileştirmek için nereden başlayacağını bilmektir.

Didem Elif

Başka Bir Ben

Kaş’tan taşınmaya karar verdiğim şu günlerde Kaş’ta yaşamaya karar verdiğim zamanlar aklıma geliyor. Tanıştıktan çok kısa bir süre sonra kızımın babası tarafından evlilik teklifi almıştım. Üstelik hemen bir ay sonra gerçekleştirmek istiyordu bunu. Benim fikre hazır olmamsa, yani evliliğin gerçekleşmesi, bir yıl sürmüştü. Böyle bir kararı alana kadar çok korktuğumu akla karayı seçtiğimi hatırlıyorum.

Sadece medeni halim değişmeyecekti çünkü, yaşadığım şehirden de ayrılacak küçük bir sahil kasabasına taşınacaktım. Beraberimde getirdiğim ne işim olacaktı, ne ailem, ne arkadaşlarım. Yine de yeni bir şehirden, yepyeni bir düzenden çok ilişkinin yürümeme ihtimali korkutuyordu beni. Bir yandan da yıllar sonra ilk kez birine çok yoğun duygular hissettiğim için bu ilişkiyi sonuna kadar yaşamak istiyordum. İnsanların isteklerini gerçekleştirmesi konusunda hem yurt içinde hem yurt dışında eğitimler veren alanında uzman birinden destek almaya karar verdim. Birebir görüşmemizde durumumu ve korkularımı anlattım. Beni dinledikten sonra gözlerimin içine bakarak, “En kötü ne olur?” diye sordu, “Kaş’a yerleştin ve ilişkin yürümedi diyelim, ne olur o zaman?”

Aylardır kendime sormayı akıl etmediğim sorunun cevabı çok net geldi. Sesli bir şekilde dile getirdim. “Her şeye sıfırdan başlarım.”

Bu cevabı verir vermez başımın üstünde gezdirdiğim bulutlar birden dağılmıştı sanki. O anda hissettiğim duyguyu sonuna kadar yaşamanın her şeye değeceğini fark ettim. Sonu nasıl biterse bitsin. Alt tarafı yeniden başlardım ne olurdu sanki? Ucunda ölüm yoktu ya…

Uzman kişi bu konuşmanın hemen ardından bana bir çalışma yapacağımızı, gözlerimi kapatmamı istediğini söyledi. Meditatif bir müzik açarak cümleleriyle beni yönlendirmeye başladı. Onun ne söylediğini hiç hatırlamıyorum ama gözlerimde canlanan resim dün gibi aklımda.

Üzerimde, tülden parçaları uçuşan upuzun etekleri olan yumuşacık beyaz bir gelinlik vardı. İçi zifiri karanlık görünen mahsen gibi bir yere iniyordum. Işık indikçe azalıyordu. Ortaçağ filmlerinden kalma bir sahne gibiydi. Merdivenleri yavaş yavaş inerken eteklerim yerlere sürünüyordu. Yine de devam ederek sonuna kadar indim. Önümü görmeden bir süre aynı yavaşlıkta yürüdüm. Ben karanlığın içinde yürüdükçe düşük enerjimin giderek yükseldiğini hissediyordum. Korku duymak yerine cesaretlenmeye başlamıştım. Sonra garip bir şey oldu. Birdenbire üzerime sımsıkı oturan siyah deri bir kıyafet içinde buldum kendimi. Resmen Batman filmindeki Kedi Kız gibi görünüyordum. Meditasyonun bitmesine yakın atak, çevik ve güçlü bir şekilde aynı merdivenleri emin adımlarla çıktım. Gözlerimi açtığımda yüzümde bambaşka bir gülümseme vardı. Her ne kadar masumiyetini yitirmiş olsa da benim içimden çıkan bu seksi cesur kadın çok hoşuma gitmişti.

Birlikte çalıştığım kişi, bir enerji çalışması olan meditasyonuna başlarken de bitirirken de aslında sadece iki ya da en fazla üç cümle söylemişti. Niyeti tamamen odağımı zihnimden çıkartıp kalbime yönlendirmekti. Gözlerimi kapattığım zaman ne gideceğim yeri, ne de üzerime ne giyeceğimi belirtmişti. Hepsi kendiliğinden benim içimden çıkmıştı. Belli ki zihnim evlilik kararını karanlık bir mahsene benzetiyordu. Benim için resmen bir “düşüş” hikayesiydi. Dolayısıyla bunu bilen ruhum bu yola girmekten deli gibi korkuyordu.

O günden sonra yıllarca -yani evliliğim boyunca- bu sahne hiç aklıma gelmedi. Ama şimdi bugün hatırladığımda ve geçmişe baktığımda yaşadığım her olumsuzluğun beni güçlendirdiğini fark ediyorum. Ve elbette iyi ki bu kararı almışım dediğim birbirinden güzel anılar eşliğinde olmuş bu.

Bugün bambaşka bir ben olarak, geldiğim yere -İstanbul’a- gidiyorum. Merdiveni inmeye başladığım noktaya çok farklı bir ruh haliyle geri dönüyorum. Çok az kaldı. 2021 yılının Kasım ayında, hayata -her şeye- sıfırdan başlıyorum.

Didem Elif

Not: Geçtiğimiz hafta Kaş’ta 7 Güneş 7 Ay (Sete Sois Sete Lois) Festivali oldu. Sunuculuğunu üstlendiğim Kaş Antik Tiyatro’da gerçekleşen festivalin ilk gecesinde İspanya Bask Cumhuriyeti’nden gelen Korrontzi grubunun efsane konserini dinlerken, sanırım akerdoen sesinden olsa gerek, Seferad grubunun aşağıdaki şarkısı aklıma geldi. Keyifli dinlemeler.

Sevgilerimle…

Et Tırnaktan Ayrılır Mı?

Et tırnaktan ayrılır mı diye sorarak başladım ama birkaç gün önce benim ayak baş parmağımdaki tırnağım ciddi ciddi bağlı olduğu etten ayrıldı. Hem de bir saniye içinde. Ne olduğunu anlayamadan daha bir baktım tırnağım baş kaldırmış bir şekilde havada duruyor.

Kamusal bir yanı olduğu için içeriğinden bahsetme yetkim henüz yok ama her şey özel bir söyleşi için bir dalış teknesine gittiğimde başıma geldi. Toplantımız bitmiş ertesi gün sabahın erken saatlerinde dalış yapmak için sözleşerek ayrılmıştık ki, tekneden karaya ineceğim merdivenin başında ayağım kaydı ve jet hızı içinde ahşap merdivenin altına sıkıştı. Yere düşmeden, ufacık bir ah bile demeden, ayağımı sıkışan merdivenin altından çıkartmak için önden giden arkadaşın merdivenden inmesini bekledim. Fakat ayağımı çıkarttığımda tırnağımın 90 derece açıyla sadece dipten bağlı olduğu etimin üzerinde havalandığını gördüm. Şaşkınlıktan galiba, sanki yerine koyabilecekmişiz gibi önce tırnağı parmağın üzerine bastırdık. “Sen benimle dalga mı geçiyorsun?” der gibi tırnak gerisin geri havaya kalktı. Ardından da ciddi bir kanama başladı.

Teknedeki en soğuk kanlı dalgıç arkadaş sargı beziyle hemen bir müdahale yaparak hastaneye gitmemiz gerektiğini, tırnağımı çekeceklerini söyledi. Etrafımdaki herkes şaşkındı ve panik olmuştu fakat ben hepsini hayrete düşürecek şekilde sakindim. O gün ve pansuma gittiğim sonraki günlerde en çok şunu duydum: “Acı eşiğin ne kadar yüksekmiş. Senin normalde şu anda acıdan zıplaman lazım.”

Acı eşiğim yüksek olduğu için mi bilmiyorum ama hiç acım yoktu gerçekten de. İlginç bir şekilde hastanede tırnağın kalan kısmını koparmak için doktorun yaptığı iğneler canımı daha fazla yaktı. Hatta o kadar canım yandı ki; üçüncü iğneyi bir türlü yapmalarına izin vermeyince, doktor “ama hala hissediyor olmalısın, dayanamazsın, eğer dayanırım dersen çekeyim,” dedi. “Çekin,” dememin hemen ardından tırnağımın etimden kopartıldığını hissettim ve yine iğneden daha az acıdığını söyleyebilirim.

Ben süreci anlatırken bile insanların içleri bir fena oluyor. Pansuman için gittiğim açık yaraya alışık hemşirelerin bile yüzü ekşimeye başlıyor anında. Canımı sıkan bir olay oldu elbette ama parmağımda kırık olmadığı için ve süreci ağrı çekmeden geçirdiğim için hep şükrettim halime.

Hatta olay gecesi o kadar rahattım ki; bir arkadaşımla önceden gitmeyi planladığım Peyk konserine gittim. Daha bir saat önce yaşadığı olayın şokunu üzerinden tam olarak atamayan teknede ayağıma ilk yardım yapan dalgıç arkadaş beni konserde görünce daha da bir şaşırdı. Ertesi gün de sözleştiğimiz gibi dalış teknesiyle erkenden yola çıktım ama doktor suya girmemem gerektiğini söylediği için elbette ki dalmadım. Uzunca bir süre de dalış yapamayacağım gibi gözüküyor.

Olayı duyan bir arkadaşım geçmiş olsun demek için beni aradığında, “sen şimdi bundan da eminim bir anlam çıkartırsın kendine,” gibi bir yorum yaptı. Doğrusu evet kazayı geçirdiğimden beri üzerine düşünüyorum. Dediği gibi kötüye yormak yerine öğretisini anlamaya çalışıyorum ve günlerdir kendime sorduğum soru şu: “Neyi bırakmıyorsun Elif? Israrla neyi tutmaya çalışıyorsun?”

Bundan yaklaşık yirmi yıl önce her iki ayağımdaki baş tırnağım çok acı veriyordu. Tırnak batması çekiyordum. Özel bir hastanede buna çözüm bulmak için doktora gittim. Tırnağımın yapısının U biçiminde olmasından dolayı bunu yaşadığımı söyleyen doktorun önerdiği tek bir çözüm vardı. Operasyonla tırnaklarım çekilecekti ve yeni gelen tırnağın düz çıkması için oradaki deriye şekil verilecekti. Benim için zor bir süreç olacağını, ikisini aynı anda yapamayacağını, eğer yaparsa birkaç gün tuvalete bile gitmekte zorlanacağımı, o yüzden de biri bittikten sonra diğerine başlayacağını söyledi. Operasyondan kısa süre sonra yürüyebileceğimi ama her iki ayağımın tamamen iyileşmesinin 6 ayla bir sene arasında olacağını da ekleyince ben bu çözüm önerisini hayata geçirmekten vazgeçmiştim. Ardından düzenli ve özel bir pedikürle kendi kendime tırnak batmasını iyileştirmiştim. Kaş’ta yaşarken genelde parmak arası terlik giyince de, uzunca zamandır bu konuda bir sıkıntı yaşamadım.

Şimdi ise hayat oldukça sağlıklı olan tırnağımı resmen benden almıştı.

Bu arada pandemiden kısa bir süre önce katıldığım bir Likya Yürüyüşü’nde tırnağım ciddi bir darbe gördüğünden kendi kendine düşmüştü ve hiç açık yara olmadığı için geçici görüntü sorunu dışında -ki zaten pandemiden dolayı evdeydim ve kış olduğu için ayağım kimse tarafından görünmüyordu- bir sıkıntım olmamıştı. Kan yoktu, yara yoktu, alttan gelen tırnak ölmüş olan tırnağı ağrısız bir biçimde atmıştı ve zamanla yeni tırnak yerine gelmişti. O kadar önemsemediğim bir olay olsa gerek ki hangi ayak tırnağımın başına geldiğini bile hatırlamıyorum.

Evet, yıllar önce göze alamadığım bir süreci yaşıyorum şu an. Ağrım olmadığı için yürüme zorluğu çekmiyorum ama pansuman aşamaları, sürekli ayağı kollamak zorunda olmak, pek çok işi yapma konusunda kısıtlanmak -yatakta kıpırdamadan yatmak bile hiç konforlu değil sonuçta- açık bir yarayı mikrop kaptırmamak meseleleri biraz can sıkıcı. Tek başıma sırtlandığım hayatın sırtıma ardı ardına bindirdiği yükler epeyce ağır geliyor doğrusu. Yine de olanın ve bu şartlarda yapabileceklerimin en iyisine odaklanmaya çalışıyorum elimden geldiğince.

Yaşadığım olaydan tek çıkarttığım anlam bırakmak gerektiği. Süreç zaman alacak ve sıkıntılı olacak belli ki ama sonuçta -her şey yolunda giderse- ayağım iyileşecek ve yeni bir tırnak gelecek.

Peki ama neyi bırakmam gerek? İnatla ve azimle sürdürmeye çalıştığım Likya Sohbetleri’ni mi? Duygularımı tüm içtenliğiyle yazmayı mı? Kaş’ta yaşamayı mı? Yoksa hayat bana güzel bir ilişki sunmadığı ve her seferinde hayal kırıklığı yaşattığı halde sabırla hala aşka inanmayı mı?

Bulduğum cevabı burada paylaşacak değilim. Ama evet bıraktım. Süreç nasıl geçerse geçsin tutmaktan vazgeçtim artık!

Bir kelebek; eşsiz kanatlarını borçlu olduğu kozasından vazgeçemezse eğer kelebek olabilir mi zaten?

“Et tırnaktan ayrılır mı?” demiştim yazımın başında. Ne kadar anlaşmazlık yaşasa da, birbirinden ayrılmayacak yakınlığı olan insanları anlatan bir atasözümüz var nihayetinde, “Et tırnaktan ayrılmaz!” diye. Hayır canım et tırnaktan ayrılıyor. Bal gibi de ayrılıyor işte…

Didem Elif

Karışık

Düzenim bir aydan fazla bir zamandır karışık. İstanbul’a gitmeden önce herşey hızlı bir trenin içindeymiş gibi ilerlerken, şimdi son istasyonda durmuş yolcuların inmesini bekliyormuş gibi hissediyorum kendimi.

Bir haftadır içinde banyosu olan balkonlu küçük bir odada yaşıyorum. Kızımla yaşantımızı bu odaya sığdırıp öyle gitmiştim İstanbul’a. Geçen yazın aksine, evin diğer kısmını başkalarının kullanıma açmak daha çok fayda sağlayacağından, yıllardır kendime mesken bildiğim bu evdeki kalan zamanlarımı bu şekilde geçirmeyi planlamıştım. Bu her ne kadar günü ve belki de bir nebze geleceği kurtarsa da; planladığımın dışında aksilikler olunca, “şimdi”nin şartlarını epeyce zorlaştırdı.

Hayatımı daha ne kadar küçültebilirim bilmiyorum. Yalnız hayat mücadelemin içinde kendimi küçültmediğim tam tersine büyüdüğüm bir yaşama geçiş yaptığımı biliyorum.

Bir yandan güzel gelişmeler olurken, hayal ettiklerim neredeyse kapıya dayanmışken ve bunları her fırsatta sosyal medyada paylaşırken; can sıkan hatta yakan bir sürü şey oldu anlatmadığım, anlatamadığım. Annemin bir buçuk senedir içinde olduğu hasta haliyle İstanbul’da bir fiil yüzleşmek bunlardan biri mesela. Hala nesi var bulamıyorlar ve onun yaşam enerjisi kalmamış yorgun bedenine şifa bulamamak dışarıya yansıtmasam da beni çok üzüyor.

Birkaç ay sonra bundan böyle İstanbul’da yaşamayı planlarken, bunun için hiç de uygun bir zaman olmadığıyla yüzleşmem gerekti. Kızımla olan varlığımız ona her ne kadar iyi gelse de belli ki annemi daha çok yoracak. Ayrıca son dönemlerde Kaş halkından aldığım tepkiler ve yaklaşımlar, burada kalmamın -en azından bir süre daha- gerekli olduğunu fark etmeme sebep oldu. Belki de bu geçişi sağlıklı yapabilmem için iki taraflı bir çalışma ve yaşam sistemi oturmam gerek önce.

Bu yüzleşme çok ağır gelmedi aslında. Ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım. Fakat İstanbul’dan döndükten bir süre sonra gribe yakalandım. Yazın ortasında böyle bir rahatsızlık yaşayınca ister istemez koronadan şüphelendim. Garip bir duygu doğrusu. Test sonuçlarım negatif çıkmasına ve aslında tamamen üst solunumla ilgili semptomlar çekmeme rağmen, korona olmuşum gibi rahatsızlık duydum. Ve o kadar hasta hissederken tarihi gelen ikinci aşımı olmaya da korktum.

Yeni bir şeyler yazmak şöyle dursun sevdiklerimle geçirdiğim güzel anları bile sosyal medyada paylaşmak çok zor geldi. Herkesi perişan eden orman yangınlarından önce benim içimdeki ağaçlar çoktan yanmaya başlamıştı sanki. İçime acı bir sessizlik oturmuştu. Bunun fırtına öncesi sessizlik olduğunu Türkiye’nin içine düştüğü faciayı izlerken anladım. Yanmak dışında hiçbir şey yapamayan ağaçlar gibiydim artık. Adım atmak istesem de hiçbir şekilde kımıldayamadım. Bu yanışın bitmesini beklemekten başka çarem yoktu.

Geçen hafta buzdolabı da bozulunca, anı ve geleceği kurtarmak için kurguladığım tek odalı hayat da beni epeyce zorladı. Aslında çok şirin ve keyif alacağım şekilde düzenlemiştim ama büyük tarafta kalan misafirler sıkıntı çekmesin diye bendeki mini buzdolabını ana eve taşıyınca bu sefer de benim için temel ihtiyaçlarımı karşılamak bile güç olmaya başladı. Evi, çiftliği, hatta köyü yanan arkadaşlarımın yaşadıklarını gördükçe, sokakta yatan insanların haberlerini izledikçe halime şükrediyorum elbette.

Yaptığım işler ister istemez durdu. Dursun adı üstünde iş bu. Şu süreçte maddi manevi çok zorlansam da; hayatımdaki karışıklığı yavaş yavaş toparlıyorum. Ben de çok daha iyi olacağım. Bedenimdeki etkileri anca geçen grip sonrası yarın ikinci aşımı vurulup, vücudumdaki antikorlarla birlikte yaşam savaşına yeniden yeşererek başlayacağım. Daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış “Bütün Yaz” adlı yeni öykümün içinde olduğu Yaz Öyküleri kitabının çıktığı haberi ruhumu yeşertmeye başladı bile.

Didem Elif

Not: Yazıdaki görseli evimin ön balkonunda son oturuşumda çekmiştim.

Sevgilerimle,