Özdemir İnce tarafından Fransızca’dan çevirilen Milan Kundera’nın Yavaşlık adlı romanını ilk kez 1995 yılında okumuştum. O günden beri yaklaşık on beş sene, gittikçe hızlanan bir hayat temposuna ayak uydurma çabasıyla geçti. Çünkü İspanyol Filozof Ortega’nın dediği gibi: “Yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır.” Devir koşma devriydi, geride kalmamak için herkes gibi koşmak gerekliydi.
Kundera; Yavaşlık’ta, yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki kuruyor: “Gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim. Bir adam sokakta yürüyor. Birden bir şey anımsamak istiyor, ama anı uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor. Buna karşılık, az önce kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hala çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır. Varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer: Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur adlı eserinde -Kundera’dan çok daha önce- tıpkı böyle bir durumu betimlemiştir: “Mümtaz, hiçbir şey düşünmemeye karar vermiş insanların haliyle acele acele yürüyordu.”
Kundera’nın kurduğu denklemden çıkardığı sonuç, Tanpınar’ın betimlemesini doğrular niteliktedir:
“Kendisini unutma arzusu içindeki insan, çağın hız iblisine teslim olur.” Yani düşünmekten kaçar. Var gücüyle, bedeninin bütün sınırlarını zorlayarak koşar. Oysa Sokrates; insanın, bedeninden başka bir şey olduğunu söyler. Alkibiades’le aralarında geçen konuşmalarda, insanın kendisini bilmesi için, önce ruhunu bilmesi gerektiğini vurgular. Ona göre, Eski Yunan’da, Delfi tapınağının üzerindeki “Kendini Bil” ibaresinin anlattığı tam da budur.
İnsanın ruhunu tanıma çabası, kuşkusuz onu yavaşlatacaktır. Üstelik toplum ruhuna ters düşen bir şeydir bu. Sonuçta kendini arayan kişi, toplumun dayattığı görenekleri sorgulamaya başlayacaktır. Görenekler, başkalarıyla birlikte yaşamayı kolaylaştıran amaçlar taşısa da, aslında güçlü biçimde ötekileşmeyi besler. Çünkü kendinden uzaklaşan, sadece çevresiyle uğraşan birey gittikçe ötekileşir. Üstüne üstlük kendisi gibi olmayan herkesi de ötekileştirir. Hermann Hesse, “Öldürmeyeceksin!” der, ve devam eder; “Öldürmeyeceksin, sözü, başkasının canını yakmayacaksın gibi bir anlam içermez. Bu söz; kendini başkalarından yoksun bırakma, kendi kendine zarar verme; gibi bir anlam taşır.”
Richard Bach’ın unutulmaz Martı’sı, Jonathan! Kendini bulmak için diğer martılara karşı büyük bir savaş verir. Başkalarının sesini dinlemektense, kendi iç sesinin peşinden gider. Yavaşlığın sesi, nihayetinde ona daha önce hiçbir martının ulaşamadığı hızı verecektir. Çünkü kendi varlığını bilmenin de ötesine geçer o, kendi varlığını seçer. Bu aslında bir yalnızlık seçimidir. İlhan Berk, Oda adlı şiirinde “Sessizlik ister ev,” der, “Böyle bir sessizlik sınırsızlık saçar.”
Sait Faik, Kayıp Aranıyor adlı romanında, bu yalnızlığı derinlemesine yaşatır ana karakterine. Daha ilk satırlardan anlarız Nevin’in kendisinden çok uzaklarda olduğunu: “Ayaküstü erkeklerin bira içtiği bir yerde, iki kadeh konyak içmişti.” Başlarda başkalarının yaşamlarına, kendi yaşam birikimiyle katılmakta olan Nevin’in kendi varlığını seçme başarısını, ustalıkla anlatır yazar. Bunun için okuyucuyu adeta yavaşlamaya zorlar. Belki de yeniden okumaya.
Toplumsal ahlakı, Körlük ve Görmek kitaplarında ironik hikayeleriyle yıkan Portekizli yazar Jose Saramago, Filin Yolculuğu adlı kitabında, yavaşlığın kitabını anlatmaya soyunur. Bunun için fil, kusursuz bir seçimdir doğrusu.
Dino Buzzatti, insanın kaderine boyun eğişini, ilk romanı olan Tatar Çölü’nde sıkıntılı bir bekleyişle anlatır. Bu kitapta Giovanni Drogo, Bastiani kalesinde yazgısına teslim olmuş bir teğmendir. Burada zaman; çok yavaşmış gibi görünse de, aslında hızla akıp gider. Söz konusu olan, geçip bitmek bilmeyen, aynı zamanda, bir çırpıda geçip giden tekdüze bir hayattır.
Peki, tekdüze bir hayattan kurtulup, insanın kendini bilmesi için izlemesi gereken yol nedir? Kuşkusuz bunu herkesin kendi yaşamı belirleyecek. Ece Temelkuran’ın ilk romanı Bütün Kadınların Kafası Karışıktır’daki gibi, aynalı yastıklara yatmak gerekecek belki. Ayna, dünyanın en güzelini değil, her birimize kendi yolumuzu gösterecek. T. S. Eliot, Dört Kuartet’inden Dördüncüsü Little Giding adlı şiirinde; “Aramaktan vazgeçmeyeceğiz,” der, “Ve arayışlarımızın sonu – Başladığımız yere dönmek olacak – Ve bu yeri ilk kez tanıyacağız.” Büyücü’de, bu dizeleri alıntılayan John Fowles; insanın kendini tanımasının, özgürlüğüne ulaşmasının başlıca yanıtı olduğunu düşünür: “İnsanın her yerden, her şeyden kaçması sonucunda, kendisinden de kaçtığını fark etmesi; öyle ki, artık var olmuyordur, artık özgür değildir.”
Kendi yolumuzu bulmamızda kitapların tuttuğu ışık yadsınamaz elbette. Ancak çok satan kitaplar genelde, bir çırpıda, soluksuz okunan kitaplar oluyor. Maalesef hızlı okunan kitaplar daha çok rağbet görüyor. Umarım bundan sonra bu tablo değişir de; insanlar kendilerini unutturan kitaplardan daha çok, yavaşlayacakları ve kendilerini bulacakları kitaplara yönelirler. Çünkü; İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası kitabı hakkında, Hulki Aktunç’un söylediği gibi: “Mutlu yazar, azdır. Belki de yoktur. Ama mutlu okur vardır.”
Birgün Gazetesi Kitap Eki, 5 Ocak 2010