Yıl 1984. Sekiz yaşındayım. Yer Şan Tiyatrosu. Bütün salon ayakta, seyirciler sahnedeki şarkıcıyla tek vücut olmuş gibi hep bir ağızdan; “Ey Özgürlük,” diye bağırıyor. Bağlama melodileri arasında büyüyen bir özgürlük şarkısı gözeneklerimden girip tenime işlerken, hafızamdan bir ömür boyu silinmeyecek bir konser manzarasıyla büyüleniyorum. Hangisi beni daha çok etkiliyor? Gördüklerim mi, duyduklarım mı? Kestiremiyorum. Bildiğim, o beş dakikalık görüntünün Zülfü Livaneli’nin Özgürlük şarkısını her dinlediğimde pekiştiği. Üstelik sadece o kadar da değildi o konserden arda kalan. Bir “Kız Çocuğu” şarkısı vardı ki – yıllar sonra bunun bir Nazım Hikmet şiiri olduğunu öğrenecektim – tüm acısıyla, tüm masumiyetiyle, tüm çaresizliğiyle ve tüm içtenliğiyle; bir kadın sesinde resmen ağlıyordu. Hiroşima’yı görmek, duymak, bilmek gerekmiyordu bunu anlamak için. O gece konser salonundan çıktıktan sonra artık bir kız çocuğu olarak kalamayacaktım. Bunu biliyordum. İçimdeki çocuk hep böyle bir şarkı eşliğinde ağlayacaktı. Dünyada olanlara karşı arkamı dönüp, yürüyüp gidemeyecektim. Sanki herkesle birlikte ayağa kalkarak, “Hey Özgürlük” diye bağırarak, bunun için gizli bir söz vermiştim kendime.
O günden beri bir kadın gözüyle öğrenmeye çalışıyorum dünyayı. Sanat yoluyla anlamaya, anlamlandırmaya çaba gösteriyorum. Çünkü sanatın gücünün bütün bombalardan daha güçlü olduğuna inanıyorum. Sanatın etkisinin daha uzun süre damarlarımızda kaldığını kendimden biliyorum. Zülfü Livaneli’nin sekiz yaşımda yüreğime koyduğu bomba, hala duruyor içimde. Gittiğim her yere onu da götürüyorum. Geçenlerde Kırkpınar’a gittim.
Dört beş yaşlarında su tabancasıyla oynayan iki çocuk takıldı gözüme. Tek bir tabancaları vardı. Paylaşamadıkları için tabancasız kalan çocuk, gözlerinden akıtmaya başladı sularını. Mermi acısından değil, tabanca yokluğundan ağlamasına uzaktan tanıklık ediyordum. Tabancalı olansa tam tersi kahkahalar atıyordu. Mutluluğu yanaklarında gamzeleniyordu. Ama bir süre sonra yalnız kaldı oyuncağını paylaşmadığı için. Önce umursamadı. Gözleri ışıl ışıl, çiçekleri suladı. Her tetikte fışkıran suyla birlikte bir kahkaha savuruyordu. Islak mermileri bitince etrafına bakındı. Arkadaşını bulunca gözleri, koşarak yanına gitti. Oyuncağını uzattı. Doldurup sırayla oynamaya başladılar. Artık ikisi de mutluydu. Su tabancasıyla ıslanan doğa, cıvıl cıvıl çocuk sesiyle sanki daha bir yeşeriyordu. Bu görüntü bana “Kız Çocuğu” şarkısını hatırlattı yeniden.
Yeni yıla girerken, umudumu kaybetmeden “Çocuklar Öldürülmesin,” diyorum kendi kendime ve “Özgürlük,” diye haykıran bedenimle, özgür habercilikle geçen günler diliyorum ülkeme:
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk
Çalıyorum kapınızı
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin,
Şeker de yiyebilsinler.
Son Kulis Haber / 02 Şubat 2012