Yazmak Ve Yazmamak

Her insan hayaller kurar. Hayaller diyorum çünkü tek bir şeyi dilemez insan. İstekler çoğuldur. Daha hayal kelimesinin anlamını bile tam olarak bilemeyecek kadar küçükken, benden beş yaş büyük abim sürekli beni dürtüklerdi: “En büyük hayalin ne senin?” diye. Uzunca bir süre bu sorunun cevabından emin olamamanın yükü, bana çok ağır geldi. Demek ki o küçücük dünyamda; büyük, kocaman, üstelik TEK bir hayalim olması gerekiyordu ve ben bunun ne olduğunu hiç bilmiyordum. Hayatta “en” düzeyine neyi çıkartmak istediğimi bulabilmek benim için hiç de kolay olmamıştı.

Düşündükçe bir tek şeyden emin oluyordum. Maddi hayaller kuramıyordum. Her şeye zaten sahipmişim gibi bir kifayet ve aslında hiç bir şeye asla sahip olamayacakmışım gibi bir aidiyetsizlik hissi hakimdi yapımda. Bu yüzden maddesel dünyada yer bulacak hiç bir hayal ruhumun tepelerine ulaşmıyordu. Şu “en meselesi” girmeseydi işin içine, bir bisiklete tav olacak kadar da anın içinde yaşayan bir çocuktum oysa. Neticede bir çocuk oyun oynamaktan daha çok ne isteyebilirdi ki hayattan?

Yedi yaşına bastığımda babamın eve getirdiği çocuk kitaplarını böyle bir arayışla okumaya başladım. Sokakta oyun oynamak dışında kendimi kaybettiğim bir yer varsa, o da kitap aralarındaki satırlardı. Alice gibi bir anda Harikalar Diyarına gidiyordum sanki. Biten her kitap daha fazla acıktırıyordu beni. Evimizin kütüphanesinin karşısına geçtiğimde, büyüyünce okumaya niyetleneceğim kitapları gördükçe zamanın asla yetmeyeceğini fark ediyordum. Büyüklerin neden yeterince kitap okumaya zaman ayırmadıklarına da akıl sır erdiremiyordum.

Dışa dönük çocukluğumun akabindeki ergenlik devresi tam da bu sebeple dört duvar arasında geçti. Eve gelen misafire “hoş geldiniz,” diyecek kadar görünüyor, sonra tekrar odama kapanıyordum. Kitap okumak beni içine kapanık biri yapmıştı. Hala en büyük hayalimin ne olduğunu bulduğum da söylenemezdi.

Diğer yandan hayat, bir türlü karar veremediğim için benim adıma şekilleniyordu. Yüksek okul okusam da okumasam da hangi işte çalışacağım 15 yaşımdayken belliydi. Üniversitede en istediğim değil ama en kazanabileceğim bölümü okudum bu yüzden. Okula giderken ders kitaplarından çok romanlarla doluydu çantam. Ders esnasında ise hocada değil, sıranın altında okuduğum kitaptaydı gözüm. “Milletlerin Zenginliği” üzerine kafa yormuş Adam Smith’in kuramlarındansa; Hint efsanesi Mahabharata’da anlatılan “İnsanlığın Öyküsü” daha çok ilgimi çekiyordu. Bana göre bir milletin gerçek zenginliği o kitapta anlatılıyordu çünkü.

Ne istediğimi bulduğumda yirmili yaşlardaydım. Bir yazar olmak istiyordum. En büyük hayalim buydu. Hayalimi  gerçekleştirmek için kendimi zorladığım zamanlar oldu. İlk kitabımı kendi imkanlarımla bastırabilecek şartlara sahipken, kabul gördüğü için bastıracak bir yayınevi bulmak için üç yıl bekledim. En büyük hayalimi yavaş yavaş gerçekleştiriyor olsam da, hayal dünyama karşı çok da sevgi dolu davrandığım söylenemezdi. Yazdığımda başka şekilde, yazmadığımda başka şekilde kendime eziyet ediyordum. Neticede başkalarından kabul görmekten çok insanın kendi kendisini kabul etmesi gerekiyordu. Bunun yolu da kendini tanımaktan geçiyordu. Belki de kutsal menkıbemin ne olduğu konusunda yanılıyordum. Yazarken tek bir amacım vardı, o da kendimi gerçekleştirmek. Bu yüzden akışa bıraktım yazma işini ve yazmadığım zamanlar için kendimi suçlamayı bıraktım. Sonuçta yazmak her şeyden önce benim kendime olan yolculuğumdu. Bu yolculuğa devam ettiğim sürece hangi aracı kullandığımın gerçekte bir önemi yoktu.

Diğer yandan bir yıldır ne zaman bir yazı yazmak istesem aklıma hep Erman abi geldi. Kaş’ta yaşamaya başladığımdan beri benim için anlamı, değeri bambaşka olan kişilerden biriydi Erman abi. Doğduğum ve büyüdüğüm şehirden, ailemden, arkadaşlarımdan ayrılırken Erman abi ve sevgili eşi Serap abla; yaşamaya çalıştığım bu yeni dünyada hem aile, hem arkadaş olmuştu bana. Ailesini ve arkadaşlarını başka şehirde bırakmış eşim için de aynı durum söz konusuydu. İki üç gün ortalarda görünmesek; Serap ablanın, “Gençler nerdesiniz be. Özledik!” diyen telefonunun ardından soluğu hemen onların yanında alırdık. Sadece bize değil, tanıdığı herkese sevgiyle kucak açıyordu bu çift. Böylece Noel Baba Cafe’deki masalarında, onların ışıklarına çekilen birbirinden farklı insanlar hep birarada oturuyorduk.

Bir yılı aşkın bir süre önce, hamile olduğumu öğrendiğim günün sabahıydı, Erman abinin felç inmesi sonucu hastaneye kaldırıldığı haberini aldım. Hayat bu ya, mutluluk ve üzüntü aynı anda çalmıştı kapıyı. İçeriye her ikisini de almaktan başka çarem yoktu. Bebeğin o anda bedenimdeki varlığı bir nokta kadardı ama yüreğimi mutlulukla doldurmaya yetmişti. Diğer taraftan yine nokta kadar olan bir kan pıhtısının, 70 yıllık Erman abiyi devirmesi içimi acıtıyordu. Ancak olumsuz değildim. Zaman her şeyi yerli yerine koyacaktı. Kimbilir belki de bebek doğmadan Erman abi toparlayacak ve yeniden Kaş’a dönecekti. Derken bebek fazla yaşamadı. 10 haftalıkken kalbinin durduğunu öğrendik. İronikti doğrusu. Çünkü ilk kitabımda kurgusal olarak yazdığım bir hikayeyi birebir yaşıyordum. Başkalarının yaşadıkları hikayelere ne kadar empati de yapsanız başınıza gelmek gibisi yokmuş meğer.

Erman abi çok şükür hala yaşıyor. Ancak bir yıl içinde bir ileri üç geri giden bir yolculuk oldu onunkisi. Her seferinde tam iyi gidiyor derken başka hastalıklar baş gösterdi. Üç farklı şehirdeki en iyi hastanelerde ve doktorlarda şifayı aradı ailesi. Tam Ankara’da eve çıktı derken geçenlerde yine hastaneye kaldırmışlar.

Ne zaman bir yazı yazmak istesem, yani içime her baktığımda Erman abi bir köşede beliriyordu sessizce. Ondan bahsetsem olmuyor, bahsetmesem olmuyordu. Duygularımla baş ederken kullandığım kelimelerse bu sefer bir türlü toparlanmıyordu. Şimdi bütün bunları yazarken de, nereye kadar toparlayabileceğimden emin değilim doğrusu. Tek bildiğim toparlayamıyorsan olanı kabul etmek gerektiği. Tıpkı bebeğimizi kaybettiğimizde eşimle yaptığımız gibi.

An anda kalıyor ve sonuçta hayat devam ediyor. İşin en güzel yanı yine bebek bekliyor olmamız. Bu sefer yolun büyük kısmını tamamladık ve dokuzuncu ayımıza girdik. Aslında en yazılası, en anlatılası zamandı bu dokuz ay. Şimdilik kendime sakladım onları. Yazarını hatırlayamadığım bir kitapta şöyle bir cümle okumuştum yıllar önce: “Yazar aşkı anlatır, aşık ise aşıktır.” Ben aşkına kavuşmayı heyecanla bekleyen bir aşığım şimdi. Kimbilir bir gün yazar olduğumda bu hikayeyi belki size de anlatırım.

Facebook
Twitter
Instagram