Doğal konuşmalarda oldum olası sesimi seven biri olmadım. Konuşurken ses tonumu ayarlayamam gibi gelir hep. Bir videoda ya da bir ses kaydında sesimi duyduğumda hissettiğim ayarsızlık çoğunlukla kulağımı tırmalar. Sesli okumalarda sesimi kontrol ederek okuma yaptığım için olsa gerek, o konuda biraz daha rahatım.
Oysa yazarken içimde duyduğum çok daha farklı bir ses tonu var. Ne kadar kötü hissedersem hissedeyim; boğuşmakta olduğum kötü duygularımı -hatta zaaflarımı- kaleme alsam bile, içimde benimle konuşan o sesi seviyorum. Başkaları beni okurken nasıl bir ses duyuyor bilmiyorum ama ben pamuk bir kızla konuşuyormuş gibi rahatlıyorum.
En son “Başlayalım Öyleyse” adlı yazımda son zamanlardaki üretme konusundaki sıkıntımdan bahsetmiş, doğuma az vakti kalmış biri gibi hissettiğimi söyleyerek şöyle devam etmiştim: “Hamileliğin son günlerine vardığında yürümeyi bırak, uyumak bile zorlaşır. Bedenindeki zorlanma artık seni iyice kısıtlar…”
İşte o doğum gerçekleşti…
Zor anlardı. Üstelik haftalar öncesinden beliren bu zorlanmanın nasıl bir şey doğuracağını da bilmiyordum. Dengesiz bulduğum yani sağlıklı iletişimden yoksun bir tepkinin ardından sonunda kararımı verdim. Kaş’tan gidiyorum. Evet! Kaş hesabını artık kapatmanın -en azından sürekli burada yaşamak anlamında- zamanı geldi. Kaş’ın sezonu 29 Ekim’de biter. Ben de 29 Ekim’de bu defteri kapatıyorum. Yeni bir yaşantıya yelken açacağım.
Sonra sonu değişti ama benzer bir yolculuğu 3 aylık hamileyken -geçirdiğim bir kanama sonrası- göze almıştım. Önce otobüsle tek başıma Antalya’ya gitmiş, taşıdığım bebeğin sağlıklı olup olmadığını kontrol ettirmiş, birkaç gün sonra da uçakla İstanbul’a geçmiştim. Antalya’da gittiğim doktor kontrolünde yanımda babası olmasa da elimden tutan dostlarım vardı ve kızımın hala kalbinin attığını duymak mucize gibi gelmişti.
O gün, babası her ne kadar çocuğu aldırmamım daha doğru olacağını söylese de; “tek başıma bile kalsam -hayat onu benden almadığı sürece- çocuğumu dünyaya getireceğim,” diye kendime söz vermiştim. İstanbul’a vardığımda kararımı öğrenen ailemin seçimlerime saygı duyması ve sonuna kadar arkamda olması çıktığım yolculukta asla yalnız olmayacağımı göstermişti bana. Onlar benim bu hayattaki en büyük şansım oldu her zaman.
Ben ayrılsam bile -yaklaşık üç yıldır- kızım babasından uzak büyümesin diye, Kaş’ta kalmanın yolunu bulmaya çalıştım. Bir şekilde buldum da. Üstelik kendimi ötelemeden. Yani bu süreçte yapmak istediklerimi de imkanlarım dahilinde hayata geçirdim. Sonrası için de bir yol bulurum mutlaka fakat bugün artık Kaş’a sığamadığımı hissetmeye başladım. Kırklı yaşlarımdan sonra, bugüne kadar düşünmediğim bambaşka şeyleri harekete geçirdim ve artık burada durmak istemiyorum. Kaş Türkiye’nin en gözde yerlerinden biri oldu ama üretim anlamında bana dar geliyor. Üstelik sürekli betonlaşarak ve anlamsız pahalılaşarak Kaş’ı Kaş yapan değerlerini her geçen gün kaybediyor. Ayrıca şunu iyice idrak ettim ki; bir anne çift kişiyle kurulması gereken aile saadetini tek başına kuramıyor.
Beykoz’da geçen yedi yıllık çocukluğuma dair içime en işlemiş duygulardan biri babamı beklemek oldu. Başka bir şehirde yaşamıyordu, tayini olan bir iş hiç yapmamıştı. Alt tarafı Cağaloğlu’nda bir grafik ajansı ve Üsküdar’da bir matbaası vardı, yine de çoğu geceler evde olmazdı. O gelmeden uyumama çabalarımı dün gibi hatırlıyorum. Ne kadar çırpınsam da dayanamaz, annemin sürekli tekrarladığı “baban çalışıyor yavrum, işte şu an” sözlerini dinleyerek uykuya dalardım. Onu görebilme heyecanıyla uyandığım sabahlardaysa babam çoktan işe gitmiş olurdu.
Babamın aslında iş yerinde değil de, Beykoz’da bir mahalle kahvesinde sabahladığını yıllar sonra öğrendim. Ben yedi yaşındayken annemin yoğun istekleri üzerine Beykoz’dan taşınıldığından ve babam nihayet bir bağımlılığı bıraktığından; o sıkıntılı günlerin benim minik dünyama aksettirilmesine ihtiyaç duyulmamıştı. Şok olduğum bu bilginin, sanata ve edebiyata deli gibi düşkün olan babama dair olduğunu otuzlu yaşlarımda öğrenmek doğrusu hiç kolay olmamıştı.
Bekleyiş… Evet o bekleyişleri hiç unutmadım. Babamın evde olduğu ya da hep birlikte dışarda olduğumuz zamanlarsa dünyanın en büyük mutluluğuydu benim için. Kimse mükemmel değil, hepimizin dönem dönem kusurları ve zaafları oluyor. Babam her zaman sevgisini o kadar dolu dolu hissettirirdi ki, tüm o bekleyişlere rağmen baba sevgisinin eksikliğini hiçbir zaman duymadım. Bunun için ona müteşekkirim. O hala benim hayatımdaki en değerli erkek.
Doğduğu günden itibaren, tıpkı benim çocukluğumda olduğu gibi kızımın onu çok seven bir babası olduğunu görmek; bugüne kadar beni hep babasını merkezimize alan bir yaşam planı kurgulamaya itti. Belki o bekleyiş duygusunu minimuma indirebilirim sandım. Fakat bazı çabalar beyhude. Çift kişinin sorumluluğundaki bir aile saadetini bir anne tek başına kuramıyor az önce de söylediğim gibi. En azından bu konuda ben annem kadar başarılı değilim. Ayrıca çocuğumu babasız büyütmeyi daha doğmamışken göze aldığım bir seçim benimkisi.
Yeni bir yaşam planının demirlerini atarken rotam az çok belli olsa da aslında çok net bir hedef belirlemedim kendime. Biraz yaşam rüzgarının akışıyla hareket edeceğim. Yıllardır adeta fil adımlarıyla ilerlediğimi düşünürsek, ne istediğimi bildiğim için belirsizlik rüzgarlarının beni yanlış yönlere savuracağını sanmıyorum.
Didem Elif