Her sanatçının üretim sürecinde izlediği bir yol vardır. Selahattin Yıldırım’ın geride bıraktığı 25 yıllık bu süreç onun bize söyleyecek çok sözü olduğunu gösteriyor. Her türlü toplumsal ve insani değerleri, inançları sorgularken; düşünceleri hatta duyguları plastik boyutlara aktarıyor. Bizi kendimizle yüzleştirip, düşünmeye itiyor. Çoğu zaman karanlık ve kötü taraflarımıza ayna tutuyor. Sanki “Bakabilirsen,” diyor, “dayanabilirsen,” ve ekliyor; “sen de yapabilirsin.”
İnsan bedeni ana malzemedir kuşkusuz bugüne kadar onun eserlerinde. Bir tarafta taş üstüne taş koyarken, diğer tarafta şeytan taşlayarak Kabe’de İnsanlık Haccı’nı tamamlar. Kınalı elleri bağlanmış kadınla, domalmış çıplak kadının kaderi aynıdır aslında. Kadın kimi zaman yıkanarak, kimi zaman boşlukta (boş bir yüzeyde) bırakılarak sanki teslimiyetine secde etmektedir.
İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri barınmaktır. Bir dönem çadırlar gerer tuval bezlerinin üzerine. Pentür her seferinde duyguyu destekleyecek ölçüdedir. Böylece bu defa çadırlarımızda acı değil, huzur vardır. “Su” da onun kemikleşmiş bir öğesi olmuştur bir dönem fırçasında. Birbiri içine geçen borulardan patlarcasına fışkıran sular, bezleri yırtıp çıkacak gibidir. Arınmadan çok adeta bir boşalma eylemi içindedir. Kirli atık biçimindeki doku, her döneminin ayrı bir resimsel dili olacağını yeniden duyurmaktadır.
“Ölüm=Ölüm”, bunun tek bir anlamı vardır: “İntihar.” O da varolmayı seçmemiş sanatçıları resimlerken bunu düşünüyordu belki. Aforizmalardaysa karışık düşünceleri anlatıyordu. Bütün aforizmalar gibi. Bazen baharlarda manolyalar da çiçek açtı elbette
Resimlerinde sık sık tekrarlanan metaforlar kullandığını görürüz; sandalye, yüzük (alyans), kanat, sargı bezleri, köpek, kedi, yemek masası, merdiven. Ancak son birkaç sergisinde kullandığı imgeler kendini bağırırcasına anlatmaktadır. Deli gömleği; ağzı, dudakları, gözleri dikişli yüzler; koca penis, koca vajina ve onları birbirine bağlayan koca beyin.
Yine de Selahattin Yıldırım denince en çok “Yüzler” gelir aklımıza. Hiçbirimizin olan ama her birimize ait yüzler. Sakladığımız, saklanamadığımız ifadeler. Derimizin altına sızan o engellenemez ve görünmez acı. Her biri içimizdeki duyguyla bizi baş başa bırakarak, tüm renklerde karşımızdadır.
Selahattin Yıldırım’ın farklı dönemlerindeki resimlerine bakmak, insanın çocukluk fotoğraflarını karıştırmaya benzer. Fotoğraflar, anılar arası yolculuk yaptırırken; onun resimleri bizi düşüncelere götürür. Ve kimimiz içimizde yıllardır toparlayamadığımız o düşünceler arasında kayboluruz.
Parti serisindeki sevişmelerde, kadın yine teslimiyet pozisyonundadır. Kucaklaşma ya da sarılma gibi duygusal betimlemeler içermeyen, pornografik sahnelere köpek ya da kedi tanıklık eder bazen. Burada, hayvansal içgüdüyle gerçekleşen seksüel eylem hayvan tanıklığıyla masaldaki şiddet anlatımını tamamlar. Şiddetin her zaman bir bekçisi vardır. Nihayetinde herkes bu pastadan kendine düşen payını alır.
Zaten acılara değmemeye çalışmak ne kadar mümkündür?
“[H]İÇ YER” sergisine baktığımızda Selahattin Yıldırım’ın resminde; kadının, boşalımını gerçekleştirmesi için, vücudunu saklamadan izleyicinin gözünün önüne sunma eylemi kaçınılmazdır artık. Acıya katlanmanın yollarının, gerçek bir içsel başarı olduğunu düşünürsek; bacaklarının arasından kan sızan kadın, deneyimlediği boşalımla artık biraz daha özgürdür.
Yıldırım bu sergisindeki çalışmalarında, daha önce sıkça kullandığı boşluk duygusunun altını kalın çizgilerle çizerken, içsel olanın hiçlik duygusuyla olan karmaşık ve psikolojik hesaplaşmasına girmektedir. Onun bize anlatmaya çalıştığı şey; aslında “hiç” olanın, bizim ona yüklediğimiz anlamla ancak “şey” olabildiği ve vücut bulabildiğidir. Kimi zaman da içselleştirdiğimiz her şeyin sonuçta bir hiçlik duygusu olduğudur. Anlamı olağanlaştıran boşluk her şeydir.
Soyut çalışmaları gösterir kibu sefer biraz susmayı dener [HiÇ] YER derken. Zaten iç sesimizi duymak için susmak gerekmez mi? Ancak Anna And The King filminde bir replikte geçtiği gibi: “Söyleyecek çok sözü olan biri susuyorsa, sessizlik sağır edici olabilir.”
[H]İÇ YER adını verdiği sergisinde, resminin geçmiş gelecek kaygısını taşımadan ama enerjisini geçmişinden alarak; zaman zaman insan figürünü tuvalin dışında bırakarak yaptığı soyutlamalarla sanki şimdiki zamanı boyuyor Selahattin Yıldırım. Adeta içinden geldiği gibi…
Didem Elif
Aralık 2010 – Kalamış