Tüm aile; belki de normal şartlarda hiç uğramadığımız, önünden sadece arabayla geçtiğimiz yabancı bir semtte halam için bir araya gelmiştik. Hastane koridorlarında, günlerdir elimiz kolumuz bağlı bir şekilde bekliyorduk. Doktoru daha iki hafta önce onu taburcu ederken, halamın bedeninin tedaviye karşılık vermediğini, yaklaşık altı aylık bir ömrü kaldığını söylemişti. Kemoterapi aldığında günlerce kendine gelemediği için, kalan günlerini daha iyi geçirsin diye artık tedaviye devam edilmeyecekti. Ona bu şekilde söylenmediğinden, halam belki de iyileştiği için kemoterapinin bittiğini sanmıştı. Bu haberden sonra onun gözlerinde gördüğüm mutluluk ışığını hiç unutamıyorum çünkü.
Moral olsun diye götürdüğümüz yazlık evimizde, annem yemek hazırlığındayken yalnız kaldığımız bir anda “Elif,” demişti “biliyor musun artık kemoterapiye girmeyecekmişim. Nihayet bitti.” Mutluluğuna karşı ne söyleyeceğimi bilememiş, yalandan “Harika bir haber bu halacığım,” diyerek içimdeki üzüntüyü ona fark ettirmeye çalışmıştım.
Doktor altı ay demişti ama daha bir ay bile geçmeden yeniden hastanedeydik işte. Dört gün önce diğer halamın telefonuyla onu hastaneye götürmek için gece vakti toplandığımızda; kandırılmış ve artık sona geldiğini anlamış birinin kırgınlığında donuklaşmıştı bakışları. Bir deniz feneri gibi karanlık ruhunu parlatan gözlerindeki ışık tamamen silinmişti.
Kanser olduğunu bilmediğini sanıyorduk. O yüzden de kanser değilmiş gibi davranıyorduk. Meğer daha ilk günden biliyormuş. Bizimle paylaşmıyormuş. Belki de bu yüzden onun hep çok güçlü olduğunu düşündüm. Hastanede yattığı son dört gün boyunca bilincinin açık olduğu zamanlarda bile fiziksel acısı dışında ne yaşadığını hiç anlatmamıştı.
Bizi toplayıp konuşma yapmak isteyen hastane doktoru kötü haberle geldi. Yaşamasına dair hiçbir umutları kalmadığını, hastanın sırayla tüm organlarını kaybettiğini, daha fazla makineye bağlı tutulmasının anlamsız olduğunu anlattı. Babamlardan aldıkları izinle, ruhunun bedeninden ayrılma süreci doğal akışına bırakılacaktı. “Bu şekilde en fazla bir gün daha dayanabilir,” dedi. “Dilerseniz her biriniz yanına tek tek girerek kendisiyle vedalaşabilirsiniz.”
Kendisiyle vedalaşmak!
Buna bir türlü hazır olamadığım için odaya en son ben girdim. İnsan zamanı öteledikçe sanki sona gelmekten kaçacağını sanıyor. Oysa bu dünya düzleminde ne kadar “sürdürülebilirlik” için kendini parçalasan da her şeyin bir sonu var. Yer çekimi kanunu kadar net bir kural bu. Süresini belki uzatabiliyorsun ama bitmesine engel olamıyorsun. İyi olan da bitiyor, kötü olan da. Maddi olan da bitiyor, manevi olan da. Koskoca imparatorluklar, en ihtişamlı şirketler, en bağlı aileler, en yakın dostluklar, en büyük aşklar, en yoğun duygular… Hepsi bitiyor.
Ya takdiri ilahi ile sonlanıyor bütün oluşumlar ya da insan zaafları ile yok ediliyor… Tam da bu yüzden “Bu da geçer,” sözünü; yaşamın içinde yaşayarak öğrenen bilgeler, kendisinden sonra gelen tüm nesillere aktarmış. Seneca ise bir düşünür olarak tarihe bırakmış notunu: “Başlayan her şey biter,” demiş. Bilinen en eski yazıtla bile; Enkidu’nun ölümünden acı çeken Gılgamış kralı bize, ölümsüzlüğe çare bulunamayacağını anlatmış.
İşte bizim için de vakit dolmuştu artık. Halamla iletişimimizin sonuna gelmiştik. Bembeyaz çarşaf üzerinde bilinçsiz bir şekilde gözleri kapalı yatarken ona ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Varlığımı hissediyor muydu, ondan bile emin değildim. Elimi elinin üstüne koyup okşadım. Tuhaf belki ama onu incitme korkusu duyuyordum. Yeni doğmuş bir bebeği kucağına alınca nasıl canını yakmaktan korkarak endişe içinde sarmalarsın, tıpkı öyle bir duyguyla onu sarmalamak istiyordum ama tıpkı kendi kızım dışında hiçbir yeni doğmuş bebeği kucağıma alamadığım gibi halamı da kucaklayamamıştım. Bedenen beceremesem de ona kalpten sımsıkı sarılıp, hıçkırıklar içinde odadan çıktım. Gece yarısı vefat haberi geldi.
Bir öykü anlatır gibi başlasa da – sonuçta öyküler yazan biriyim – yirmi yıldan fazla bir süre önce başımdan geçen gerçek bir hikaye bu.
Hatırlamama sebep olansa hayatın içinde hep bir vedalaşma yaşadığımızın farkındalığı. İstesek de istemezsek de tamamlananı, kendi yoluna gitmesi gerekeni, hatta bize iyi gelmeyeni bırakmamız gerekiyor. Üzerimize olmayan kıyafetler, çürüyen dişler gibi her ne varsa vadesi tamamlanan, tutmaya çalışmamalı. Tıpkı bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibi o bırakışların bizi eksiltmediğinin farkına varsak ve tam tersine yine bir ağaç gibi güçlü bir şekilde kendimize köklendiğimizde yeniden sağlıklı yapraklarla donanacağımızın bilincinde olsak üstesinden daha kolay geleceğiz aslında. Zaten bu bilinç olduğunda negatif bir duygu yüklemeden ayrışabiliyoruz gitmesi gerekenle. Saçlarımızdaki kırıkları kestirircesine; ruhumuzdaki kırıklardan, kırgınlıklardan kopmak da bir o kadar sağlıklı. Sonuçta asıl olan sevgi ve sevginin kökü bizde. 🙂
Sanırım önemli olan; ayrılış, kopuş, bitiş nasıl yaşanırsa yaşansın -en azından bir süre geçtikten sonra- geçmişi doğru yere koymak. Örnekse kızımın babasıyla ayrılma sürecinde her ne kadar karşılıklı zarar görsek de, ben bugün yaşadığımız güzel anıları başka, kötü anıları başka bir yere koyuyorum. Hepsinin hakkını vermeye çalışıyorum. Kızımın doğmayacağını ve sonumuzun böyle olacağını en baştan bilseydim bile yine o günleri yaşamak isterdim doğrusu. Yaşanmadan bitmesindense o an sana eşsiz gelen aşk duygusunu yaşamak en güzeli diye düşünüyorum ve artık bitmiş olan hatıralarımızı sevgiyle anıyorum. Böyle yapıyor olmam, o günlere dönmek istediğim, geçmişi özlediğim anlamına kesinlikle gelmiyor. Sadece vedamın üzerinden uzun zaman geçtiğinden bunu şu an rahatlıkla başarabiliyorum. Hepsi bu. Kötü bitti diye herşeyi tükaka etmek gerekmiyor.
Evet veda dedim en baştan. Vedayı kendimce anlatabilmek istedim. Oysa hüzünlü başlayan bu yazıya bile nasıl veda edeceğimi bulamıyorum bir taraftan. Sanırım halamla vedalaşmamda yaptığım gibi, kalbinize sarılarak gitsem iyi olacak. Vedalaşmanın başka türlüsü nasıl olur hiç bilmiyorum.
Sevgilerimle,
Didem Elif