Pek şikayet eden bir kişiliğim yoktur ama son yıllarda sürekli yoğunluktan şikayet ederken buluyorum kendimi. Dört gün sonra on günlüğüne İstanbul’a gideceğim ve Kaş’taki son haftalarım inanılmaz yoğun geçiyor. Kuzenimin düğünü vesilesiyle ortaya çıkan İstanbul seyahatimin ilk günü bile uçaktan iner inmez hızlıca hazırlanıp davete yetişmem gerek. Normalde düğün gününe uçak bileti almak pek benlik bir hareket değil ama kesişen planlar böyle gerektirdi.
Var olan yoğunluğun üzerine de habire ekstra işler çıkıyor. İki hafta önce bir tanıdığım beni arayıp bir gün sonra gerçekleşecek Kaş Turizm ve Tanıtma Derneği’nin seçim kurulunda görev almamı istedi mesela.
Önce kabul edemeyeceğimi, çok yoğun olduğumu söyledim. Ayrıca böyle işlere bulaşmak istemediğimi de belirttim. Birbirine tezat bilinen iki aday vardı ve her ne kadar taraflardan birine oy verecek olsam da, Kaş’taki konumum itibariyle kimseyi etkilememek yani tarafsız kalmak istiyordum. Arayan tanıdık, Kaş’lıydı ve açıkçası benden böyle bir istekte bulunmasını hiç beklemediğim bir isimdi. Kaş için önemli bir seçim olduğunu ve sandık başında halkın güven duyduğu isimlerin görev almasının gerekliliğini anlattı. Tam da tarafsız duruşumdan dolayı bunun için en doğru isimlerden biri olduğumu söyledikten sonra da, “Ben senden ricada bulunmuyorum, o gününü boşalt onu haber veriyorum. Senin gibi insanların en büyük sorunu bu. Elinizi taşın altına koymak istemiyorsunuz. Sen yapmazsan, o yapmazsa biz nasıl düzlüğe çıkacağız,” dedi. Son cümlesindeki haklılığına karşı bir savunmam olmadığı için teklifini kabul etmek zorunda kaldım.
Planlandığı gibi olmadı ve seçim bir hafta sonraya ertelendi. Doğrusu ilk başta ben bu görevin benden sadece zaman götüreceğini düşünmüştüm. Geçen hafta Cuma günü görev başına geçtiğimde ancak meselenin ciddiyetini kavradım. İki başkan adayı arasında kıyasıya bir rekabet vardı ve Kaş resmen ikiye bölünmüştü. Söylediklerine göre Kaş Turizm ve Tanıtma Derneği’nin tarihindeki en yüksek katılım olmuştu. Oldukça zor ve yorucu bir gündü.
Daha önce belediye seçimlerinde iki kez sandıkta görev almıştım. Üstelik ikisinde de hamile olmama rağmen çok zorlanmamıştım. Çıkan sonuçtan memnun olmasam bile ekip olarak tüm aşamaları sakin ve keyifli bir şekilde tamamlamıştık. Kaş Kültür Evi’nde gerçekleşen seçimde ise üç kişilik Divan Kurulu olarak üzerimizde çok büyük bir baskı vardı. Kaş’ın köyleri dahil olmak üzere dört bir yanından oy kullanmak için akın akın gelen insanların acelecilikleri, gergin ve memnuniyetsiz tavırlarıyla baş etmek durumunda kalmıştık.
Oy verme işlemi sonlanana kadar -yani neredeyse beş saat boyunca- yerimden bir dakikalığına bile kıpırdayamadım o yüzden. Sayıma geçildiği aşamada anca rahatladım. Hatta bu süreçte -benzetme için affola ama- sanki bir at yarışı izler gibi heyecanlandığımı belirtmem lazım. Zarflar açıldıkça, bir yandan çetele tutarken, çoğunlukla başa baş giden rakiplerden hangisinin kazanacağını ben de en az herkes kadar merakla bekledim. Bir aday iki oy öne geçiyor bir kaç dakika sonra diğeri onu yakalıyor, çok geçmeden o aday tekrar geride kalıyor, ardından bir daha yetişiyor hatta bu sefer o iki oy öne geçiyor, bir daha beraberlik yakalanıyor filan derken -yine heyecanlı bir at yarışındaki gibi- son anda adaylardan biri atak yaptı ve seçimi dokuz oy farkla kazandı. Allahtan başımızda bekleyen herkes sonucu sakin karşıladı.
Cumartesi günü Kaş’ın aynı anda üç ayrı yerinde çıkan orman yangınlarını sindiremeden daha, tüm Türkiye’nin içini acıtan Elmalı Davası ise çok daha başka bir sorumluluk yükledi üzerime. Açıkçası bir dernek seçimi için istendiğinde Kaş’ın merkezine ne kadar insan toplanabildiğinin canlı tanığı olunca, bu sefer adaletsizliğe karşı durmak adına bu sorumluluğu gönüllü olarak üstlendim. Bir taraftan ona koşturuyor bir taraftan kendi işlerimi tamamlamaya çalışıyorum. Aslında öncelikli olarak yazmam gereken bir antik kent yazısı işi var ama kafamı boşaltıp bir türlü konsantre olamıyorum.
Bunaltan sıcaktan mı yoksa içine düştüğüm telaş duygusundan mı bilmiyorum bu gece yarısı birdenbire uyandım. Tekrar uyumayı denedim. Beceremeyince kalkıp iş yapmaya çalıştım. Yok o da olmadı. Ben uyurken gelip birileri yastığımın başucuna bir öykü bırakmıştı sanki. İlk okuduğumda beni çok etkilemiş olan, uzun yıllar önce okumama rağmen ismini unutmadığım Ferit Edgü’nün “Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku” adlı öyküsü.
Kitaplarımın çoğu eski eşimin kaldığı evde olduğundan, hatırlamak adına yeniden okumak için internette aradım. 1968 yılında yazmış bu öyküyü Ferit Edgü. Duygusu içime işlemiş satırları tekrar okurken, gecenin köründe neden başucumda bulduğumu daha iyi anladım. Benim gibi siz de açıp okur musunuz bilmem ama üzerinden onca yıl geçmiş olmasına rağmen kentin üzerindeki dayanılmaz kokunun hala geçmediği belli oluyor… Bir öyküyle bizi uyarmaya çalışan yazarın, insan kardeşleri olarak, yıllarca kentin üzerindeki dayanılmaz kokuya o kadar umarsız kalmışız ki; geldiğimiz noktada bugün bir çocuk resmine bile bakmaya dayanamıyoruz.
Normalde şu saatlerde Likya Sohbetleri’ne yapacağım yeni söyleşi için hazırlanıyor olmalıydım ancak konuğumla birlikte ikinci kez erteleme kararı alınca yine içimde bir şey beni yaz diye dürtüklemeye başladı.
Galiba ne zaman bir boşluğa düşmüş gibi hissetsem ancak yazıya tutunarak o boşluktan çıkabiliyorum.
Tam kapanma sürecinin başında telefonda tanıştığım Kaş’ta yaşayan müzisyen Aklan Akdağ ile ilk olarak 20 Mayıs tarihi için sözleşmiştik. Kapanma süresinin uzaması ihtimalini de düşünerek seçtiğimiz tarihi netleştirmek için bir gün önce tekrar konuşalım demiştik. Açılmanın gerçekleştiği 17 Mayıs sabahı “Yaşasın” adlı yazımda da anlattığım gibi sıkıntılı bir kapanma süreci geçirmiştim. Fakat o yazının hemen ardından; aniden boşalan bir yağmur gibi, tüm düğümler çözülerek hayatım birden çok hızlı akmaya başladı.
Kızımı almaya gelen eski eşim, elektrikli motorumu şarj ettiğim kablonun kırılan parçasını çarşıdan aldığı yenisiyle değiştirerek hemen çözdü. Ardından çarşıda tesadüfen rastladığım bir arkadaşım ayak üstü anlattığım çatı ve çamaşır makinasıyla ilgili yaşadığım sıkıntılarımı dinleyince gelip bir bakmak istedi. Toygar makina mühendisiydi ve ustaya gerek kalmadan halledebileceğini düşünüyordu. Gerçekten de öyle oldu. Neredeyse bir saat içinde – belki de yarım saat – çatımdan ve çamaşır makinamdan su gelme sorunu çözülmüştü.
Sanki ben bir karıncaydım da, görmediğim bir el beni içine hapsettiği cam kavanozu birdenbire kaldırmıştı ve ben hayat yolumda yürümeye kaldığım yerden yeniden devam ediyordum. Bilmeyenler için söyleyeyim karıncalar iki boyutludur. İnsanları algılamazlar.
Her ne kadar kademeli normalleşme süreci başlamışsa da, doğum günüm olan 19 Mayıs’ta sokağa çıkmayı yine yasaklayacaklarını sanıyordum. O yüzden o gün için hiçbir plan yapmamıştım. Açıkçası herhangi bir kutlama arzusu ve beklentisi içinde de değildim. Evde tek başıma sakin ve huzurlu bir gün geçirme fikrine kendimi alıştırmıştım. Derken bir gün önce yoga ile başlayan ilişkimizin giderek daha sağlam bir şekilde dostluğa doğru yol aldığı arkadaşım Burcu beni aradı. Ertesi günün doğum günüm olduğunun farkında olmayarak bana her yıl Kaş denizinde yapılan 19 Mayıs kortejine, oğlu ve eşiyle birlikte katılmak istediğini söyledi. Teknesi olan bir tanıdığım varsa ona bu konuda yardımcı olmamı hatta benim de onlara eşlik etmemi rica ediyordu.
Uzaktan izlediğim ve çok hoşuma giden bu korteje katılmak daha önce aklıma bile gelmemişti. Fikir çok hoşuma gitti. Üstelik teknesi olan bir değil bir kaç tanıdığım vardı fakat ben babamdan bile bir şey isteyemez bir kişiliğe sahiptim. Kendim için yapamayacağımı başkası için nasıl yapacaktım ki? Bu teklif önce duvarlarıma çarptı o yüzden. Sonra evimdeki arızaları gönüllü tamir eden yolda rastladığım arkadaşım Toygar’ın teknede yaşadığını hatırlayınca ondan rahatlıkla bunu rica edebileceğimi düşündüm. Upuzun boyuna rağmen, adamı resmen; aylardır kapalı olan benim bile yabancısı olduğum bir evin içinden iki büklüm çatıya çıkartmıştım, böyle bir şey mi isteyemeyecektim? Hem benim için de daha önce yaşamadığım özel bir deneyim olacaktı. Üstelik doğum günümde!
Derin bir nefes alarak cesaretimi toplayıp Toygar’ı aradım. Kısmet bu ya, Toygar sabahın erken saatlerinde Marmaris’e doğru yol almıştı ve maalesef korteje bu sene katılmayacaktı. Hemen, daha önce Likya Sohbetleri’nde söyleşi yaptığım İlhami abiyi aramamı söyledi. Onun severek bana yardımcı olacağını düşünüyordu. Çok güzel bir sohbet olacağını düşünerek beni İlhami abiyle zaten o tanıştırmıştı. Böyle bir şey istemek için normalde kimseyi aramayacağımı söylediğimde de, “Her sene zaten korteje katılmak isteyen tanımadığımız insanları yanımızda götürüyoruz Elif. Onlar hem seni tanıyorlar hem de çok seviyorlar. Teknesi müsaitse bundan mutluluk duyacaktır. Lütfen ara ve sor,” diye ısrar etti.
Gerçekten de yaptığımız söyleşiden sonra eşiyle birlikte beni zaman zaman arayıp teknelerine davet etmişlerdi. Sadece bir kere gidebilmiştim. Beni çok sevdiklerini yüzüme de söylüyorlardı. Doğrusu ben de onları çok sevmiştim. Sık görüşmesek de sürekli birbirimizi sosyal medyadan takip ettiğimiz, ara sıra telefonlaştığımız sıcak ve samimi bir iletişimimiz oluşmuştu. Bu sefer üç kez derin nefes aldım ve çok zorlanarak İlhami abiyi aradım. Daha şanslıydım. Teknelerinde onlara katılacak kimse olmadığı için teklifime olumlu yanıt almıştım.
Haberi alınca sevinçten çılgına dönen Burcu, giderken onları mutlu edecek özel bir şey almayı önerdi. Fikrini almak için tekrar Toygar’ı aradım. Son günlerde gravyer peyniri aradıklarını ama Kaş’ta bulamadıklarını, eğer bulabilirsem bunun hoş bir jest olacağını söyledi. Biz de Burcu’yla; günü çoktan yarılamış olmamıza rağmen, yanımıza oğlunu da alarak kendimizi Fethiye yollarına vurduk. Böylece Burcu’nun epeydir gitmek istediği Yaka Köy’de bulunan özel bir peynirciye gidecek, gravyer peyniri bulamasak da Kaş’ta olmayan güzel peynirler alacaktık.
Burcu’nun enerjisiyle sürüklenerek çıktığım bu yolculuk büyülü bir yolculuktu doğrusu. Hem kendimize hem de İlhami abilere aldığımız leziz peynirlerin mutluluğu bir yana, köy yollarında işletmeyi ararken Tlos Antik Kenti’nin içine düşmüş olmamız büyük bir şanstı. Uzun zamandır bir antik kentin beni bu kadar etkilediğini hatırlamıyorum. Çok fazla gördüğüm için belki, daha önce gitmediğim antik bölgeleri gezmek normalde bana çok cazip gelmez. İçinde olduğumuz saatin ışığından mı, bizim enerjimizin çok üst frekanslarda olmasından mı ya da gerçekten bu kentin başka olmasından mı bilmiyorum; eski taşların arasında yürürken mest olmuştum. Burcu ile oğlu Tan da benimle aynı fikirdeydi. Yasaklar başlamadan Kaş’a dönmemiz gerekmese oradan kolay kolay da ayrılamayacaktık zaten.
Doğum günüme, sabahın çok erken saatlerinde önceki günün güzelliğini hala hücrelerimde hissederek başladım böylece. Kocaman bir katamaran teknenin içinde Kaş’ın nefis denizinde süzülürken, ne kadar şanslı bir insan olduğumu düşünüyordum. Hayat sanki beni dizine oturtmuştu ve önüme serdiği oyuncaklarıyla resmen şımartıyordu.
Burcu’nun ailesiyle İlhami abi ve eşi çok güzel kaynaştı. Yelken yapan 11 yaşındaki Tan’ın zaman zaman dümenin başına geçmesi ve fırsat oldukça İlhami abinin denizcilikle ilgili ona eğitici bilgiler vermesi; tam da 19 Mayıs’a yakışır bir tabloydu. Bir yandan sevdiklerim doğum günümü kutlamak için beni arıyordu ve telefonuma ha bire güzel dileklerle dolu mesaj bildirimleri geliyordu. Yanımda birileri varken başka şeylerle ilgilenmeyi asla sevmediğimden, teknede olduğumuz anlar boyunca sadece fotoğraf ve video çekmek için telefonu elime aldım.
Saat 3’te eve döndüğümde annem babam dahil olmak üzere aramam gereken bir sürü kişi vardı. O akşam 21.30’da Kaş Rehber için Ayşe ile birlikte 19 Mayıs Özel canlı yayını yapacaktık. Bu yüzden kalan süremi evde yalnız kalarak geçirmek istedim. Böylelikle herkesle konuşabilecek, akşam için rahat rahat hazırlıklarımı yapabilecek ve (sürekli konuşmaktan yorulduğum için) dinlenebilecektim. Yalnız o kadar çok telefon çalıyordu ki, öyle ki telefonun zil sesinden bir ara resmen nefret ettim. Beni aramayı unuttuğu ya da fırsat bulamadığı için ertesi gün arayanlara da ne kadar müteşekkirim size anlatamam. Ben abartmayı severim ama inanın abartmıyorum. Yazının başında belirttiğim söyleşi için randevumuzdan bir gün önce konuşmam gereken Aklan Akdağ’ı – geceleri çok geç saatlere kadar oturduğunu ve ne kadar geç olursa olsun onu aramamı söylemişti – anca gece yarısından sonra 01.30’da arayabilmiştim. Düşünün işte.
Evdeyken cevapsız bıraktığım bir aramaya geri döndüğümde, o sırada birileri daha beni aramış oluyordu. Ben her ne kadar hayatın beni şımartmak konusunda ısrarlı olduğunu sansam da, aslında o beni büyük bir sınava tabi tutuyormuş meğer. Bunu ancak gecenin sonunda anlayabildim.
Ayşe ile bir gece önce yaptığımız toplantıda, yayında esprili olacağını düşündüğümüz bir doğum günü mizanseni hazırlamıştık. Bu mizansen için ona ulaştırmam gereken bir şey vardı. Saat beşe doğru motoruma atladım ve Ayşe’nin evinin yakınındaki otobüs durağında buluştuk. Ayaküstü 15 dakikalık yaptığımız konuşmanın ardından eve geldim. Bu arada tüm gün boyunca doğum günümü kutlamak için Ayşe beni çarşıda bir şeyler içmeye çağırıyordu ama ben onu sürekli reddediyordum. “Benim için doğum günümde yapmamız önemli değil, rahatlayalım yarın yaparız,” diyordum. Duraktayken başımızdan çok güldüğümüz bir tır hikayesi geçti. Bu sefer Ayşe’nin ısrarlarına dayanamadım ve motorumu biraz şarj edip yarım saatliğine de olsa çarşıya yanına geleceğimi söyledim.
Eve döndükten sonra Burcu aradı. Önceki gün aldığımız peynirlerden benim payım onda kalmıştı. Hem onu bırakmak istiyordu hem de eşiyle birlikte şarapla gelerek, şarap-peynir eşliğinde ufak bir kutlama yapmamızı öneriyordu. Güzel fikir olduğunu ama birazdan çarşıya ineceğimi söyledim. Üstüne tekrar Ayşe aradı. Saat 19.00’da Kaş’ta bir tören olacağını ve Kaş Rehber için çekim yapabileceğimizi söyledi. Bunu duyunca “Bugün benim doğum günüm. Akşam zaten Kaş Rehber için canlı yayın yapacağız. Madem öyle ben gelmeyeyim,” dedim. Ardından tekrar Burcu’yu arayıp eve çağırdım. Sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Yoga hocam bunun için kusursuz bir isimdi. Ayrıca yollarda telaşla koşturacağıma şarap ve peynir keyfi yapmanın bana daha iyi geleceğini düşündüm. Üstüne komşum aradı. Bahçemize bir kaç gündür dadanan ayakları sakat yavru bir kedi olduğunu hayvanlar için yardım yapan kişilerle irtibata geçerek onu sahiplendirmemi rica ediyordu. Doğum günüm olduğunu ve birazdan misafirlerimin geleceğini, bu konuyla daha sonra mutlaka ilgileneceğimi söyledim. Ama resmen telefonu kırıp atmak istiyordum artık.
O ara durdu telefonlar. Evimin balkonunda hava kararana kadar Burcu ve eşiyle gerçekten de keyifli anlar geçirdik. Canlı yayına hazırlanmam için onlar tam kalkmak üzereyken doğum günüm olduğunu öğrenen komşum Sermin, kızıyla üzerinde mum bulunan iki dilim pasta gönderdi. Pastayı alırken kapıda olduğum sırada şarap bardaklarını ve peynir tabağını mutfağa bırakmaya yönelen Burcu ve eşi, mutfağımdaki ışığın yanmadığını fark ettiler. Ev sıkıntılarımla dolu “Yaşasın” adlı yazımda anlattığım mutfağımın biten ampulünü hala değiştirmeye fırsatım olmamıştı çünkü. Hatta koşturmacadan bir türlü yeni bir ampul alamamıştım. Burcunun anında çözüm üreten eşi bir dakikaya kalmadan salonumda bulunan neredeyse hiç kullanmadığım yerden aydınlatmanın üzerinki ampulü çıkartıp mutfağa taktı. Doğrusu o bunu akıl etmese herhalde ben hala karanlık bir mutfağa amadeydim.
Bir taraftan bütün olanlar çok acayipti. Çünkü hayat hem beni sıkıştırıyor hem de çözümünü kolayca halledecek insanları önüme getiriyordu.
Onlar gider gitmez Ayşe’yi aradım. Her zaman yayın öncesi konuşur yayına öyle girerdik. Son dakikaya kadar Ayşe’ye bir türlü ulaşamadım. Telefonunda bir sorun olabileceğini düşünerek, duyurduğumuz saat gelince canlı yayına başlayıp Ayşe’ye ulaşamadığımın duyurusunu yapıp çıktım. Duyuruyu izleyen ablam beni arayıp Ayşe’nin o sırada Kaş merkezde canlı yayın yaptığını söyledi. Birden beynimden vurulmuşa döndüm. Derken Ayşe’nin messengerdan görüntülü aradığını fark ettim. Açtığımda Ayşe bir yandan elinde telefonla çekim yapıyor, orada kitlenip kaldığını, yayını gerçekleştireceğimizi ama geç gireceğimizi, iptal etmeden onu beklememi söylüyordu. Şok olmuştum. O an onunla konuşamayacak kadar sinirliydim. Yayını yapmayacağımızı iptal edeceğimizi söyledim. Eve ulaşmaya çalışan Ayşe sonraki 45 dakika boyunca beni ara ara arayıp sakinleştirmeye çalıştı. Fakat deliye dönmüştüm. O ana kadar bana neden haber vermediğini bir türlü anlamıyordum. Telefonda ona bağırıyordum. O ise sakince bunun bir iş olduğunu ve üstesinden profesyonelce gelmemiz gerektiğini anlatıyordu.
Daha önce de yazmışlığım vardır öyle kolay öfkelenen biri değilimdir. Sorunlarla karşılaştığımda her zaman çözüm üretme yolunu seçmeyi tercih ederim. Fakat yayın öncesinde birkaç kez aramama rağmen telefonumu açmamasını ve bana böyle bir durumda kaldığını haber vermemesini hazmedemiyordum. Eğer önceden bilgim olsaydı bunu anlayışla karşılar ona her türlü yardımcı olurdum ama yapılanı varlığıma saygısızlık olarak algılıyordum. Üstelik doğum günümde. 🙂 Evet. “Bugün benim doğum günüm,” diye bağırıyordum telefonda kıza. 🙂
Ayşe ise öfkeden deliye dönmüş bir çocuğu şefkatli bir anne nasıl sakinleştirmeye çalışırsa bana öyle bir tavırla yaklaşıyordu. Sakin bir şekilde çok üzgün olduğunu, anlamadığı bir şekilde görev duygusuyla çekime kitlendiğini ve içinde olduğu ortamdan bir türlü çıkamadığını, beni aramayı da bir türlü beceremediğini söylüyordu. Sonuçta yayına ara verip beni arayıp tekrar yayına girebilirdi. Sanırım o da başka bir sınavın içindeydi ki tamamen iyi niyetli olmasına rağmen bu kadar basit bir şeyi bile akıl edememişti. Çok zor öfkelendiğimi ama öfkelendiğim zaman yakıp yıkan bir kişiliğim olduğunu, gözümün hiçbir şeyi görmediğini daha önce Ayşe’ye anlatmıştım. Bunu deneyimleyen çok az kişi olmuştur ama o kişilerle iletişimim geri dönülmeyecek bir noktaya gelir genelde. Ve isterse CNN’de yayın yapıyor olalım, varlığımı böylesine hiçe sayan birine eyvallahım olmaz normalde. Fakat delirmiş zihnime karşılık kalbim Ayşe’nin gerçekten de çaresiz kaldığına inanıyordu. Telefonu kapatıp 22.30’a kadar beklemeyi önerdim. Sakinleşmeye çalışacağımı ama kendimi tanıdığımı bunu başarabileceğimi sanmadığımı söyledim. Sonuçta ekran karşısında öfkeli görünmem hiç de hoş olmayacaktı.
Beklerken canlı yayında konuşacaklarımızı düşündüm. Her koşulda birlik ve beraberlik içinde olmayı anlatacaktık. “Engellere ve korkulara rağmen!” Kendi varlığımla on dakika boyunca bir savaş yaşadım resmen. Bir yandan içimde bir kız çocuğu “değersizim” diye çığlık çığlığa bağırıyor, bir yandan yetişkin bir kadın “kurtuluş ruhunu anlatacaksın, bugün varlığınla ilgili yeterince şımartılmadın mı, öldür egonu,” diyordu. O sırada beynimde, Burcu’nun bir gün önce peynir almaya giderken yolda “barış için ölebilir misin Elif?” dediği cümle yankılandı. Hemen Ayşe’yi aradım. Yayına çıkacağımı ama kesinlikle doğum günümü kutlamak istemediğimi, planladığımız mizanseni yapmayacağımızı söyledim. “Rol yapmanı istemiyorum. Samimi ve içten olacağız. Abartılı tepkiler, lay lay lom yok,” dedim. Adeta kendini sabote edercesine “Tamam Didemcim,” demesin mi? Çok sert bir şekilde “Benim adım Elif. Bu yayını gerçekten birlik ve beraberlik için yapıyorum. Sakın bana yayında da Didem deme,” dedim. Egom hala tam olarak ölmemişti. Kendimi salak yerine konmuş gibi hissediyordum. Buna rağmen zar zor girdiğim canlı yayında zaman zaman kendime “Barış için öldür egonu,” diyerek yavaş yavaş içimdeki öfkeyi dönüştürdüm.
Konumuzu konuştukça, planladığım müzikleri çaldıkça, Ayşe’nin karşımda süt dökmüş kedi gibi halini gördükçe, sonunda nihayet özüme döndüm. Yayın bittiğinde bende bitmiştim artık.
Ağlamalar, gülmeler eşliğinde bir süre boşaldım. Çok az başıma gelen bu öfke nöbetinden açıkçası ilk defa karşımdaki de ben de sağ çıkmıştık. Yıllar önce “Sen Bir Kadını Sevdin mi Hiç?” adlı yazımda şöyle bir şey yazmıştım: “Sen hiç bir kadınla kaçak dövüşmeden sonuna kadar kavga edebildin mi? Öfkesinin fırtınasında boğulmayı göze alabilecek kadar yüzleşebildin mi onunla? Sahi, fırtınasında boğulmadan kalıp varabildin mi bir kadının kıyılarına?” O günlerde karşı cins için yazmıştım bu yazıyı ama işte Ayşe tam da böyle benim fırtınamda boğulmadan kıyılarıma varabilmişti.
Sonraki gün her ikimiz de neden bunu yaşadığımızı sakince konuşarak anlamaya çalıştık. Sinirlenmekte haklıydım elbette ama beni bu kadar kontrolsüz bir şekilde öfkelendiren neydi? Ayşe ise neredeyse tüm konuşmalarımızın akışını belirleyecek kadar kontrolcü biriyken; onu, sanki yaptığımız işi önemsemiyormuş, ciddiye almıyormuş durumuna sokan neydi?
Belki detaylarıyla anlattığım bu uzun hikaye çok basit, çok anlamsız ya da çok özel gelmiş olabilir. Ama ben tam da 19 Mayıs günü “içimdeki bu öfkenin esiri olmak zorunda değilim,” diyerek, temsili anlamda sanki içimdeki Bandırma Vapuru’nun beni sürüklemeye çalıştığı istikameti tersine çevirip Samsun’a çıktım. Bildiğiniz yeniden doğdum. Belki bu yazdıklarımın da bir gün bir başkasının kendini doğurmasına katkısı olur. Kim bilir?
Didem Elif
Not: Haliyle bir süredir Likya Sohbetleri’nde konuk etmek istediğim Aklan Akdağ’ın sözleri ve besteleri kendisine ait olan şarkılarını dinliyorum. Bu yazının sonunda her dinlediğimde beni ağlatan “Sensizlik Varmış” adlı şarkısını paylaşmak istedim.
Bugün nihayet tam kapanma sona eriyor ve ben sabahın çok erken saatlerinde kursağımda kelimelerle uyandım. Oysa bugün yapacak ne kadar çok işim var. Üstelik kapanma biter bitmez ilk iş kendimi sulara atacağım diye söz vermiştim. Umarım yapabilirim çünkü uzun zamandır hiç bu kadar bunalmamıştım. Öyle geliyor ki sanki deniz suyu bütün sıkıntımı alıp götürecek…
Normalde evde olmayı çok seven biri olarak bu sefer eve kapanma işi bana hiç iyi gelmedi. Tam yaptığım işlerde bir hareket kazanmaya başlamıştım ve yeni söyleşiler için planlar yapmıştım ki son anda yasaklar ortaya çıktı. Eskiden olsa bundan çok da etkilenmez, söyleşilerime Zoom’dan devam ederdim. Fakat yasaklardan dolayı babası alamayacağı için kızım üç hafta boyunca bende kalacaktı. Onun yanında çekim yapmam neredeyse imkansızdı. Başkaları yapabilir belki ama ben aynı anda iki şeye konsantre olamıyorum. Yanımda biri varken telefonumdaki mesajlarımı bile takip edemeyen birisiyim. Komşunun çocuklarıyla bahçede oynarken şansımı deneyebilirdim pekala ama işe odaklandığımda zihnim dolu olup çocuğumu ihmal ettiğimden, kapanma olacağını duyar duymaz kendime şunu dedim: “Elif evren sana diyor ki otur şu dönem sadece kızınla ilgilen.”
Ben de öyle yapayım dedim. Kafamdan yapmak istediğim tüm işlerimi çıkarttım ve bunu hiç dert etmedim. Onun da keyif alacağını düşündüğüm etkinlik ve oyunlarla günlerimizi değerlendirmeye çalıştım. Fakat üç hafta boyunca aksilikler bir türlü peşimi bırakmadı. Önce birkaç ay önce sahiplendiğim köpeğimiz Venüs tüy dökmeye başladı. Kime bahsetsem mevsimsel olduğunu söylüyordu. Aylarca evin içinde bir tane bile tüy görmezken, yoğun bir şekilde tüylerle boğuşur olmamıza rağmen başta önemsemedim o yüzden. Ta ki Venüs’ün boynunda ve bazı bölgelerinde tüy boşlukları olduğunu fark edene kadar. Zaten o gün artık tüyleri topak topak elimizde kalır hale gelmişti. İlk kez veteriner için dışarı çıktım böylece. Belli ki köpeğin ciddi bir sıkıntısı vardı.
Veteriner de Venüs’ü görür görmez “Buna ne olmuş böyle,” diyerek haline şaşırdı aslında. İnceledikçe bu mevsimsel değil “İlginç bir şekilde deri değiştirir gibi tüy değiştiriyor bu hayvan,” dedi, “bildiğin tüylerini atıyor, boyun bölgesini belli ki tırnaklarıyla kopartmış. Tıraş etmemiz lazım.” Yine de emin olmak için alerji ilacı ve vitaminler vererek bir hafta beklemek istedi. Havalar ısındığı ve Venüs oturduğumuz sokağa iyice alıştığı için tasmasız besler olmuştuk. Kapıyı çalarak istediği zaman bahçeye çıkıyor, istediği zaman eve giriyordu. Çoğunluk bahçede olmayı tercih etmesine rağmen o bir hafta her gün süpürsem de evde oluşan tüyden yün ticareti yapacak kıvama gelmiştik. Çok rahatsızlık veren bir süreçti.
Üstüne çatıdan su akmaya başladı. Yine gün ısısının borularından biri patlamıştı. Yine diyorum çünkü son 9 ayda bu üçüncü kez başıma geliyor. Kapanmada nasıl halledeceğim derken, her zaman çağırdığım usta ile konuştuğumda gelip çözebileceğini söyledi ama evinde oturduğum eski eşim illa gün ısısını yapan üretici firmaya ulaşmamı ve onların kesin bir çözüm bulmasını istediğini söyledi. Büyük ihtimalle tüm boruların değişmesi gerekiyordu. Diğerlerinde ben halletmiştim ama bu sefer masrafı eski eşim karşılayacaktı. Yasak olduğu ve köyde yaşadığı için “gelemezmişti” ve ısrarla kapanmanın bitmesini beklememi istiyordu. Dolayısıyla sürekli bahçeden vanayı kapatıp açtığım su kesintili bir hayat başladı bizim için. İhtiyacımız olduğu zamanlarda bahçeye inip suyu açıyor sonra gene kapatıyordum. Sular açıkken tüm ev işlerini yapmaya çalışıyordum haliyle. Tam da böyle bir anda çamaşırları yıkarken çamaşır makinası su akıtmaya başlamasın mı? 🙂 Evet geldi mi her şey üst üste gelir.
Tıraş olmayı beklediğimiz süre zarfında Venüs’ün pirelendiğini, bir de evde pire savaşına gireceğim kaygısı yaşadığımı hangi paragrafta anlatmalıyım bilemedim. Doğrusu hayvan beslemek gibi bir niyetim hiç yokken bu işe kalkışmıştım. Çok acayip bir duyguydu. Venüs’ü görür görmez resmen ona aşık olmuştum. Bir yuvaya çok ihtiyacı olduğu için dayanamayıp hiç düşünmeden sahiplenmiştim. Fakat sıkıntısı ve masrafı bir türlü bitmiyordu. Pire tasmaları da ne kadar pahalıymış anacım. Her telefon konuşmamızda annemin diline pelesenk ettiği “o köpeği almayacaktın,” nutuklarını dinlemekten hiç haz etmesem de ister istemez benzer şekilde düşünmeye başlamıştım.
Az kalsın unutuyordum. Kaş’ta araç olarak kullandığım motor elektrikli. Dolayısıyla evden kablo uzatarak şarj ediyorum. Çocuklar bahçede oynarken üst katın balkonundan inen kabloyu oyun olsun diye çekince, hızla yere çarpan prize taktığım başlık kırıldı. En son bir gece mutfağın ampulünün bitmesiyle bende artık kayışlar koptu. Ev sanki bana “yeter artık git buradan,” diyordu.
Anlayacağınız normalde çok fazla etkilenmeyeceğim şu üç hafta; hayatı boyunca ampul bile değiştirmemiş, ev işlerini hiç sevmeyen benim gibi biri için maddi manevi zorlayıcı bir süre olarak geçti. Yalnızlığın yükü çoğu zaman ağır geldi. Yine de elimden geldiğince kuyruğu indirmemeye ve kızımla birlikte geçirdiğimiz günlerimizi güzel değerlendirmeye çalıştım. Ve sağlığımız yerinde olduğu için şükrettim elbette.
Bayramdan bir gün önce Venüs’ü tıraş ettirince ve düşündüğüm gibi bir pire savaşı yaşanmayınca bayramda keyfim biraz yerine geldi. Şimdi de tam kapanma bittiği için çok mutluyum açıkçası. Nihayet çatı ve çamaşır makinasındaki sorundan kurtulabileceğim. Ustalı, tadilatlı, koşturmacalı bir güne denizi de sıkıştırabilirsem ne ala… Bir de ampul değiştirmeyi becerdim mi tamamdır. 🙂
Doğal konuşmalarda oldum olası sesimi seven biri olmadım. Konuşurken ses tonumu ayarlayamam gibi gelir hep. Bir videoda ya da bir ses kaydında sesimi duyduğumda hissettiğim ayarsızlık çoğunlukla kulağımı tırmalar. Sesli okumalarda sesimi kontrol ederek okuma yaptığım için olsa gerek, o konuda biraz daha rahatım.
Oysa yazarken içimde duyduğum çok daha farklı bir ses tonu var. Ne kadar kötü hissedersem hissedeyim; boğuşmakta olduğum kötü duygularımı -hatta zaaflarımı- kaleme alsam bile, içimde benimle konuşan o sesi seviyorum. Başkaları beni okurken nasıl bir ses duyuyor bilmiyorum ama ben pamuk bir kızla konuşuyormuş gibi rahatlıyorum.
En son “Başlayalım Öyleyse” adlı yazımda son zamanlardaki üretme konusundaki sıkıntımdan bahsetmiş, doğuma az vakti kalmış biri gibi hissettiğimi söyleyerek şöyle devam etmiştim: “Hamileliğin son günlerine vardığında yürümeyi bırak, uyumak bile zorlaşır. Bedenindeki zorlanma artık seni iyice kısıtlar…”
İşte o doğum gerçekleşti…
Zor anlardı. Üstelik haftalar öncesinden beliren bu zorlanmanın nasıl bir şey doğuracağını da bilmiyordum. Dengesiz bulduğum yani sağlıklı iletişimden yoksun bir tepkinin ardından sonunda kararımı verdim. Kaş’tan gidiyorum. Evet! Kaş hesabını artık kapatmanın -en azından sürekli burada yaşamak anlamında- zamanı geldi. Kaş’ın sezonu 29 Ekim’de biter. Ben de 29 Ekim’de bu defteri kapatıyorum. Yeni bir yaşantıya yelken açacağım.
Sonra sonu değişti ama benzer bir yolculuğu 3 aylık hamileyken -geçirdiğim bir kanama sonrası- göze almıştım. Önce otobüsle tek başıma Antalya’ya gitmiş, taşıdığım bebeğin sağlıklı olup olmadığını kontrol ettirmiş, birkaç gün sonra da uçakla İstanbul’a geçmiştim. Antalya’da gittiğim doktor kontrolünde yanımda babası olmasa da elimden tutan dostlarım vardı ve kızımın hala kalbinin attığını duymak mucize gibi gelmişti.
O gün, babası her ne kadar çocuğu aldırmamım daha doğru olacağını söylese de; “tek başıma bile kalsam -hayat onu benden almadığı sürece- çocuğumu dünyaya getireceğim,” diye kendime söz vermiştim. İstanbul’a vardığımda kararımı öğrenen ailemin seçimlerime saygı duyması ve sonuna kadar arkamda olması çıktığım yolculukta asla yalnız olmayacağımı göstermişti bana. Onlar benim bu hayattaki en büyük şansım oldu her zaman.
Ben ayrılsam bile -yaklaşık üç yıldır- kızım babasından uzak büyümesin diye, Kaş’ta kalmanın yolunu bulmaya çalıştım. Bir şekilde buldum da. Üstelik kendimi ötelemeden. Yani bu süreçte yapmak istediklerimi de imkanlarım dahilinde hayata geçirdim. Sonrası için de bir yol bulurum mutlaka fakat bugün artık Kaş’a sığamadığımı hissetmeye başladım. Kırklı yaşlarımdan sonra, bugüne kadar düşünmediğim bambaşka şeyleri harekete geçirdim ve artık burada durmak istemiyorum. Kaş Türkiye’nin en gözde yerlerinden biri oldu ama üretim anlamında bana dar geliyor. Üstelik sürekli betonlaşarak ve anlamsız pahalılaşarak Kaş’ı Kaş yapan değerlerini her geçen gün kaybediyor. Ayrıca şunu iyice idrak ettim ki; bir anne çift kişiyle kurulması gereken aile saadetini tek başına kuramıyor.
Beykoz’da geçen yedi yıllık çocukluğuma dair içime en işlemiş duygulardan biri babamı beklemek oldu. Başka bir şehirde yaşamıyordu, tayini olan bir iş hiç yapmamıştı. Alt tarafı Cağaloğlu’nda bir grafik ajansı ve Üsküdar’da bir matbaası vardı, yine de çoğu geceler evde olmazdı. O gelmeden uyumama çabalarımı dün gibi hatırlıyorum. Ne kadar çırpınsam da dayanamaz, annemin sürekli tekrarladığı “baban çalışıyor yavrum, işte şu an” sözlerini dinleyerek uykuya dalardım. Onu görebilme heyecanıyla uyandığım sabahlardaysa babam çoktan işe gitmiş olurdu.
Babamın aslında iş yerinde değil de, Beykoz’da bir mahalle kahvesinde sabahladığını yıllar sonra öğrendim. Ben yedi yaşındayken annemin yoğun istekleri üzerine Beykoz’dan taşınıldığından ve babam nihayet bir bağımlılığı bıraktığından; o sıkıntılı günlerin benim minik dünyama aksettirilmesine ihtiyaç duyulmamıştı. Şok olduğum bu bilginin, sanata ve edebiyata deli gibi düşkün olan babama dair olduğunu otuzlu yaşlarımda öğrenmek doğrusu hiç kolay olmamıştı.
Bekleyiş… Evet o bekleyişleri hiç unutmadım. Babamın evde olduğu ya da hep birlikte dışarda olduğumuz zamanlarsa dünyanın en büyük mutluluğuydu benim için. Kimse mükemmel değil, hepimizin dönem dönem kusurları ve zaafları oluyor. Babam her zaman sevgisini o kadar dolu dolu hissettirirdi ki, tüm o bekleyişlere rağmen baba sevgisinin eksikliğini hiçbir zaman duymadım. Bunun için ona müteşekkirim. O hala benim hayatımdaki en değerli erkek.
Doğduğu günden itibaren, tıpkı benim çocukluğumda olduğu gibi kızımın onu çok seven bir babası olduğunu görmek; bugüne kadar beni hep babasını merkezimize alan bir yaşam planı kurgulamaya itti. Belki o bekleyiş duygusunu minimuma indirebilirim sandım. Fakat bazı çabalar beyhude. Çift kişinin sorumluluğundaki bir aile saadetini bir anne tek başına kuramıyor az önce de söylediğim gibi. En azından bu konuda ben annem kadar başarılı değilim. Ayrıca çocuğumu babasız büyütmeyi daha doğmamışken göze aldığım bir seçim benimkisi.
Yeni bir yaşam planının demirlerini atarken rotam az çok belli olsa da aslında çok net bir hedef belirlemedim kendime. Biraz yaşam rüzgarının akışıyla hareket edeceğim. Yıllardır adeta fil adımlarıyla ilerlediğimi düşünürsek, ne istediğimi bildiğim için belirsizlik rüzgarlarının beni yanlış yönlere savuracağını sanmıyorum.
Havalar Kaş’ta güzelleşti. İnsanlar denize girmeye başladı. Benim de sezonu açmam yakındır. Gerçi uzun zamandır içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Geçen gün deniz kenarında bir arkadaşımla otururken dedim ki; “Garip bir döneme girdim. Ne Likya Sohbetleri yapabiliyorum, ne herhangi bir yazı ne de Mars ve Venüs öyküsü yazabiliyorum. Üretemediğim neredeyse durduğum bir süreç yaşıyorum. Aklımda fikirler var ama hayata geçiremiyorum. Kendimde o gücü bulamıyorum.” Arkadaşımın tepkisi beni şaşırttı. “Elif dalga mı geçiyorsun? Hiçbir şey yapmadığım dediğin bir dönemde şiir yazdın. Sen buna üretememek mi diyorsun? Üstelik şiirini dinlediğimde gözlerim doldu. Ayrıca bazen boşluk gerekir. Başka şeylere alan açılması için.”
Gerçekten de şiir yazmıştım değil mi? Daha çocuk yaşlarda yazılmaya başlanmış ama çöpe atılmış yüzlerce şiirin ardından neredeyse 20 yıl sonra ilk kez. Aslında bunu bir nevi Kafe Kültür Yayıncılık’ın sahibi yazar, şair Halil Gökhan’a borçluyum. Birkaç hafta önce bana bir kitap kapağı fotoğrafı attı. Görselden bir şiir kitabı olduğu anlaşılıyordu. Kapak, içinde benim adımın da bulunduğu başka yazarların isimleriyle tasarlanmıştı. Şaşkınlıkla bu da neyin nesi oldum. Bunun bir davet olduğunu, bahar aylarında yazarların hiçbir yerde yayınlanmamış şiirlerinden bir kitap çıkartmak istediğini söyledi.
“İyi de ben şiir yazmıyorum ki,” dedim. “Belli mi olur belki yazarsın, ben davetimi yaptım işte, gerisi sende, sonuç ne olur ben bilemem,” dedi. İlginç ve sempatik bir davetti doğrusu. Güldük geçtik. Yani o an ben öyle sandım ama galiba içime bir tohum atıvermiş Gökhan. Bunu bir gece, Duru’yu uyuttuktan sonra “Gidiyorum” adını verdiğim şiir içimden dökülünce fark ettim. Evet gerçekten döküldü. Böyle pat diye hem de. Hemen Gökhan’a attım. Baktığında şehrini ve sevgilisini terk eden birinin sözleriydi. Neden böyle bir şey yazdığıma dair hiçbir fikrim yoktu. Gökhan’dan aldığım ufak düzelti önerileri ve güzel geri bildirimlerinin ardından üzerine çok da düşünmeden uykuya daldım. Sabah uyandığımda ise bir başka şiir duruyordu kursağımda. Duru uyanmadan onu da hemen kaleme aldım. Tabi kaleme aldım tabirinin buradaki karşılığı cep telefonuna kaydettim olacak o da ayrı. 🙂
Avlu adını verdiğim bu şiir de yine çabasız bir şekilde kendi kendine dökülüvermişti. Garip olan bir şey vardı. Gitmek, vazgeçmek üzerine yazılan dizelerin hemen ardından bir kavuşma şiiri ortaya çıkmıştı. Biri içimdeki kaçma duygusunu, biri de ulaşma arzusunu anlatıyordu. Korkuyu atınca arzum gün gibi ortaya çıkmıştı sanki. Gerçi bir arkadaşım duygusunu çok beğenmesine rağmen Avlu şiirinde kullandığım kelimeler için “Elif hangi yüzyılda nasıl bir dünyada yaşıyorsun Allah aşkına,” diye bir yorum yaptı. “Evet haklısın. Günümüzde avlu yerine artık Zoom demek gerek tabi,” diyerek güldüm.
Oldum olası kelimelerin imgesel gücü olduğuna inanırım. Mesela bir romanın içinde kurabiye kokusundan bahsedilen cümleleri okurken, anında onun sizde imgelediği anıya ışınlanırsınız. Burada canınızın kurabiye çekmesinden bahsetmiyorum. Fırından yeni çıkmış kurabiye kokusunun bile sizin belleğinizde bir duygu bıraktığını anlatmaya çalışıyorum.
İşte avlu kelimesi de benim belleğimde böyle duygusu olan kelimelerden biri. Ve hangi şekilde olursa olsun yazmak söz konusu olduğunda bana işin en büyülü gelen kısmı, bir kelimenin herkesin belleğinde bambaşka bir imgeyi oluşturması.
Özellikle Avlu kelimesine olan hassasiyetimin bu konuyla yakın bir ilgisi var. Kaç yaşındaydım bilmiyorum ama ilk kez bir kitapta “avlu” kelimesini okuduğumda kafamda bir türlü imge oluşmaması beni çok rahatsız etmişti. Bundan mıdır bilmiyorum yıllar sonra da içinde avlu olan kafesi de bulunan bir mekanı kendime sığınak bellemiştim. Çok sevdiğim bu yeri ilk kez Doğan Cüceloğlu’nun bir kitabında -hafızam beni yanıltmıyorsa “Savaşçı”da- okumuştum. Kitapta Doğan Cüceloğlu hayata dair pek çok şeyi konuştuğu bir öğretmenle orada buluşuyordu. İşyerime çok yakın bir yer tarif ediliyordu ve adını daha önce hiç duymamıştım. Aynı gün öğle arasında merak içinde sora sora orayı buldum. Zaten aramadan karşınıza öylesine çıkabilecek bir yer değildi. Çok da ilgi çekici olmayan bir kapı hiç beklemediğiniz bir avluya çıkıyordu. Neyse daha fazlasını anlatmayayım. Gerisi bende kalsın. Bakmayın bu kadar anlatma budalası olduğuma. Her şeyi anlatmayı sevmem. Neresi olduğunu çok merak eden olursa bir zahmet Doğan Cüceloğlu okusun. 🙂
Avlu adlı şiiri yazmamdan çok kısa bir süre sonra Doğan Cüceloğlu’nun yaşama veda etmesi ister istemez herkeste olduğu gibi benim içimde de hüzün bıraktı. Belki pek çok kişi güzel ve iyi şeyler anlatır ama onun yok olduğunu bilmek saçınızı okşayan birini kaybetmek gibi geldi bana. En son yeni doğum yaptığımda bir kitabını okumuştum. Emzirirken kitap okumak için bolca vaktim oluyordu. Kendimi zaten şu anda da doğuma az vakti kalmış biri gibi hissediyorum. Hamileliğin son günlerine vardığında yürümeyi bırak, uyumak bile zorlaşır. Bedenindeki zorlanma artık seni iyice kısıtlar. Doğan Cüceloğlu’nun son kitabını okumadım ama hepimizin bildiği gibi “Var Mısın?” diye sormuş.
Evet varım. Ne olursa olsun, ne kadar zor olursa olsun, sonuna kadar varım!
Başlayalım öyleyse…
Didem Elif
Not: Balık tutmak; niyet, bilgi, inanç, sabır ve kısmet işidir. Herhangi biri eksik olduğunda kişi balık tutmaya devam edemez. O yüzden de emekli olunca bir sahil kasabasında balık tutmanın hayalini kurmuş bir sürü insan bu hayalini gerçekleştirmesine rağmen uzun süre sürdüremez. Kısmetinden vazgeçmeyenlere buradan selam olsun…
Herkesin kabus olarak gördüğü 2020 yılı bitti ve malumunuz yeni bir yıla girdik. Elbette ki bütün dünya adına sarsıcı ve can sıkıcı bir seneydi ama ben kendi hayatımı göz önünde bulundurduğumda bireysel anlamda 2020 yılını kötü geçirdiğimi söyleyemem. Hatta yaklaşık üç yıldır yoğun bir şekilde üzerine eğildiğim üretim sürecimin gittikçe artan bir ivme kazandığını deneyimledim. Büyük bir sonuç elde etmedim belki ama kendi sınırlarımın epeyce üzerine çıktım ve çıkmaya devam ediyorum. Ben dile getirmesem de -aldığım geri bildirimlerin de etkisiyle- bu söylediğimin dışardan gözle görülebilir olduğunu düşünüyorum. Krizi fırsata çevirdiğimi söyleyen bile oldu. Ben böyle ifade etmezdim gerçi. Bugüne kadar elime geçen fırsatları değerlendirebilen biri olsaydım şu an çok daha başka bir yerde olacağımı çok net biliyorum.
Benim hikayem biraz mecbur kalmakla ilgili. Acizliği sonuna kadar hissettiğim için bir çıkış yolu bulma çabasıyla başladı her şey aslında. Herkesin yaklaşık bir sene önce deneyimlediği duygularla ben üç sene önce yüzleşmek zorunda kalmıştım çünkü. Hatta yokluğu o kadar derin duyumsamıştım ki, artık var olmaktan başka çarem kalmamıştı. Kendimden daha fazla kaçmanın bir faydası olmadığını çok iyi anlamış; tüm korkularıma rağmen karşıma çıkan yolları değerlendirmeyi bırak, kendime resmen yeni yollar açmak zorunda kalmıştım.
Bugün etrafımda, yazdıklarımın sadece birkaç tanesini okuyarak bile ne kadar iyi bir kalemim olduğunu düşünen pek çok insan olsa da, aslında yazma dürtüsü benim için yine bir acizlik duygusuyla ortaya çıkıyor. Oldum olası bulunduğum ortamlarda kendimi ifade etmekte o kadar çok zorlanıyorum ki; suyun betonda ince bir açık bulduğunda sızarak ilerlemesi gibi, yazarak o duyguyu akıtacak bir yol bulmaya çalışıyorum.
Bazen o yolu bulmak hiç de kolay olmuyor. Bazen de içindeki su o kadar coşup taşıyor ki; hiçbir açığı olmayan bir beton bile olsa önünde, onu delip geçecek gücün oluyor.
Açıkçası son zamanlarda bu gücü bulmakta zorlanıyordum. Bu kadar üretken geçen bir yılın daha iyi sonuçlar getirmesini beklediğim için olsa gerek, yılın son haftalarında üzerimde biraz umutsuzluk bulutları gezmeye başlamıştı. Geçen sene niyetlendiğim kitap dosyamı hiçbir yayınevinin kabul etmemesi bu bulutlardan bir tanesiydi mesela. Yine de yeni bir dosya ile tekrar şansımı denemekle geçirdim son günlerimi. Ardından, bir süredir çok ciddi emek harcadığım Likya Sohbetleri’nin yaşantıma finansal katkı da sağlayacağına olan inancımın zedeleneceği olumsuz haberler aldım. Oysa bu inancımın yüksek olduğu çok yakın bir tarihte, Türkiye’nin en iyi kurumlarından birinden 10 hafta sürecek Sunuculuk ve Spikerlik Kursu almaya karar vermiştim. Madem hiç bilmediğim bir işe kalkışmıştım, madem Zoom üzerinden böyle bir imkanım vardı, madem hafta sonları tek başıma eve kapanacaktım; neden olmasındı ki. Fakat haberi gelene kadar olumlu olacağından neredeyse çok emin olduğum olumsuz gelişmeler sonrasında, yani yılbaşına sadece bir kaç gün kala “belki de artık bu kadar çabalamaktan vazgeçmeliyim, olmuyor işte,” demeye başlamıştım ki; gece yarısını geçmişti, ilginç bir teklif çıktı karşıma. Yılbaşında Moderatörlük!
Hayat’a inanırım. Biz ne kadar kör, sağır, dilsiz olsak da onun bizimle konuştuğunu düşünürüm. Kendini duyurmaya çalıştığını… Bazen bir çocukla anlatır derdini, bazen bir aşıkla, bazen sokakta yanımızdan öylesine geçen biriyle…
Yılbaşında moderatörlük teklifi üzerine hiç düşünmeden kabul ettim bu yüzden. Her şeyden önce kafamın üstüne çöreklenmiş bulutları bir anda dağıtan, odağımı başka bir yöne çeken bir teklifti sonuçta. “Doğru mu yanlış mı, acaba yapsam mı?” diye düşünmenin sırası değildi. Belki de hayatın bir bildiği vardı. Zaten yasak günlerle birleştiği için yılbaşında kızım da babasında olacaktı.
Bulutlar dağılınca, yılbaşından iki gün önce yılbaşı ağacını ortaya çıkartıp süsleme enerjisi kapladı beni bu sefer. Komşunun çocuklarını ve Likya Sohbetleri’nde son aylarda bana yardımcı olan sevgili arkadaşım Gülizar’ı çağırdım ve hep birlikte süsleyelim istedim. Daha çocuklar eve geleli iki dakika bile olmamıştı ki, kızım Duru’nun “Anne şişe kırıldı,” dediğini duydum. Ne şişesi demeye kalmadan; yerde yarım parça halinde, üzerinde Chopin resmi olan votka şişesini gördüm. Duru coşkuyla zıplarken büfeye çarpmış ve şişe o darbeyle yere düşmüştü.
Normalde kırılan eşyalara hiç üzülmem. Temizlik için iş çıktı diye sinir olurum sadece. Fakat o an resmen kalbimden bir parça koptu. Yaklaşık 25 sene önce Viyana’dan aldığım bu şişe, kimsenin anlayamayacağı bir şekilde benim için o kadar değerliydi ki. Babamın kendisine klasik müzik cdleri ve opera VHS kasetleri aldığı, Viyana’nın göbeğindeki hediyelik eşya dükkanında bu şişeyi gördüğüm an takılıp kalmıştım. Ona baktıkça sadece benim duyduğum bir müzik dinliyordum sanki.
Elimde şişenin neredeyse kusursuz biçimde ayrılmış iki parçasına bakarken, bir şey kırdığımızda babamın her daim rahatlatan klasik cümleleri çınladı kulaklarımda: “Canın sağ olsun kızım.” Ardından hayatın, “Artık geçmişi tamamen geride bırak Elif, her şeye sil baştan başla,” dediğini duyar gibi oldum.
Çocukların büyüdüğünde belki de hatırlayacağı ilk yılbaşı olacaktı. Kırılmış şişe parçalarını hemen kenara kaldırdım ve yeniden onların coşkularına katıldım. Neşe içinde ağacı süslediler. Hep birlikte kelime türetme, tıp gibi oyunlar oynadık. Yılbaşı gecesi ise; internet ortamı üzerinden de olsa adeta bir aile ortamı içinde hissederek -bir oyunla- hayata sil baştan başladım.
İnsan durup dururken kıyıda köşede kalmış eski bir fotoğraf buluyor. Bazen de eski bir defter. En azından, her ne kadar çoğunu atmış olsam da kendimi bildim bileli duygularımı ve düşüncelerimi yazarak ifade etmeyi sevdiğimden -ya da seçtiğimden mi demeli-, ben buluyorum. Geçen sene işte böyle 1993 yılına ait bir ajanda geçti elime. Meğer o yıl kendime Sezen Aksu Şarkıları defteri yapmışım. Defterin her bir sayfasına Sezen Aksu’nun o güne kadar çıkarttığı albüm şarkılarının sözlerini yazmışım. Kapağında aynen şöyle yazıyor: Sezen Aksu Şarkıları.
Geçmişe ait bir materyalle karşılaşınca hayal meyal çok uzaklarda kalan o zaman dilimini hatırlamaya başlıyorsun. Güncel kasetlerin satın alındığı yerlerde bulamadığımdan Kadıköy Akmar Pasajı’ndaki tüm dükkanları tek tek dolaşıp Sezen Aksu’nun ilk albümüne varıncaya kadar tüm kasetlerini aramıştım. Bir şekilde ne yapıp edip hepsini toplamıştım. Defterin ilk sayfasına “Kasetler” başlığı atarak sekiz Sezen Aksu albümünün isimlerini listelemişim o yüzden.
Niye böyle bir defter doldurduğuma dair bir fikrim yok ama Sezen Aksu şarkılarının sözlerini yazdığım bu defterde aslında çok ciddi bir emek var. Çünkü bir şarkının sözlerini tam yazabilmek için o şarkıyı defalarca başa sararak dinliyorum. Bir de tabi önce çalakalem bir kağıda yapıyorum bu işlemi. Defterde bana ait olan muntazam yazıdan öyle anlaşılıyor. Belli ki başka bir yerde sözlerden emin olduktan sonra buraya temize çekmişim. Yalnız bazı albümleri deftere aktaramadan takatim tükenmiş olmalı ki, niyetlendiğim bu işi yarıda bırakmışım. Yazılı olan son sayfada “Belalım” başlığı kendi başına altında şarkı sözü olmadan öylece kalakalmış duruyor.
Defteri bulduğumdan beri ortalıkta elimin altında. Ara ara açıp karıştırıyorum. Geçen kış Radyo Programı yaparken defterden seçeceğim şarkılarla Sezen Aksu gecesi yapmayı düşünmüştüm. Ön hazırlığını yapmaya başlamıştım hatta. Radyo yapmayı bırakınca, o düşünce de defterim gibi yarım kaldı.
Bugün bütün bunları bana yazdırtan dün izlediğim yarım kalmış bir aşk hikayesinin işlendiği “O Kadın” adlı film oldu. İçinde çok az diyaloğun olduğu filmde sadece Sezen Aksu şarkıları kullanılmış. İzlemeden önce böyle bir filmin varlığından haberim bile yoktu doğrusu. Hem kurgu olarak oldukça yaratıcı buldum, hem de anlatılmak istenen ana fikri çok beğendim. Ayrıca filmde söze gelmeyen ama göze gelen hatta kalbe değen ince detaylar beni benden aldı. Dünden beri etkisi altındayım.
Gece aklıma 8 Mart 2014’te yazdığım Sen Bir Kadını Sevdin Mi Hiç? adlı yazım düştü. Gecenin sessizliğini değerlendirip yazımı seslendirmek istedim önce. Sonra içindeki duyguyu veremeyeceğimden korkarak vazgeçtim. Beni daha duygulu okumaya yönlendirecek bir sese ihtiyaç duydum o an. Anlık bir ihtiyaç işte. Sabahsa içimde Sezen Aksu’nun Bir Çocuk Sevdim adlı şarkısıyla uyandım. Mırıldanma gibi filan değil ama bildiğin şarkı tüm nefesimi kaplamış. Merak edip filmde kullanılmış mı diye araştırdım hemen. Kullanılmamıştı. Öyle çok düşkün olduğum bir Sezen Aksu şarkısı da sayılmaz, o yüzden nereden içime sızdı hiç bilmiyorum.
Ama ister kadın, ister adam olsun; birini sevdiğimizde hep bir çocuk sevdiğimizi çok iyi biliyorum.
Bana göre kullandığım başlık her şeyi anlatıyor ama son zamanlarda bu cümle öbeğini çok sık kullandığımı fark edince, dedim en iyisi ben bunun üzerine bir yazı yazayım.
Bilmeyenler için söyleyeyim; Kaş kasabasında halk arasında sıklıkla kullanılan Kaş Kafası dediğimiz bir tabir vardır. Tek bir yazıyla anlatılabilecek bir konu değil bu aslında ancak elimden geldiğince ucundan değinmeye çalışacağım.
Kaş Kafası dediğimiz o kadar anı yaşayan bir kafadır ki, plan filan işlemez o kafada. O yüzden “Hani beni arayacaktın, bana gelecektin, şuraya gidecektik,” gibi hallere bakılmaz burada yaşayanlar arasında. Ararsın, o an karşı taraf müsaitse görüşürsün.
Ola ki denk gelip görüşemedin, kimsenin içine dert olmaz. Nitekim karşındakinde art niyet olmadığını bilirsin.
Zaten avuç içi kadar yer. Yolda yürümek, markette alışveriş yapmak, denizin ortasında kulaç atmak gibi günlük rutin akışının içinde yaşarken, bir bakmışsın ahanda karşında bir çift göz sana bakıyor. Karşılaştığın için mutlu olup ayak üstü konuşursun o vakit. Diyelim çay bahçesi gibi bir yerde karşılaştın, ikinizin de yanında bir misafiri yok ve bir yere yetişmeniz de gerekmiyor; o zaman oturak üstü konuşursun. Artık popon rahat etti diye mi bilmem, öyle bal gibi gelir ki o sohbet; “Daha sık görüşelim,” temennisi düşer hemen yüreklere. Ağızdan kendiliğinden “Araşalım valla,” kelimeleri dökülür. Ama gerçekte çok iyi bilinir. Günler öncesinden planlanarak buluşulmaz Kaş’ta…
O yüzden Kaş Kafası’na girememiş kişi, her ne kadar içinde yaşıyor olsa da, aradığı huzuru gerçek anlamda Kaş’ta bir türlü bulamaz. Huzursuzluğunun ana kaynağının yine kendisi olduğunu fark etmediği için de, başkaları hakkında ha bire söylenir durur; tıpkı geldiği yerde yaptığı gibi… Öyle ki bu kafadaki biri Kaş Kafası’nı bir türlü anlayamadığından, meseleyi kişisel algılayarak; kısa bir süre önce herkesin içinde göklere çıkarttığı birini, sırf onu aramadığı için yine herkesin içinde yerin dibine sokabilir.
Neyse konuyu çok da uzatmayayım. Annem “çok uzun yazıyorsun,” diye veryansın ediyor sonra. 🙂
Şimdi ben Likya Sohbetleri yapmaya başlayınca, doğal olarak insanlarla önceden randevulaşmaya çalışıyorum. Malum, ortak bir zaman dilimi ayarlamamız gerekiyor ki ortaya videoya çekebileceğim bir sohbet çıksın. Fakat bazen sanal ortamda bile karşılıklı zamanı denk getirmek oldukça zor olabiliyor. İşte son günlerde söyleşi yapmayı planladığım kişilerle uygun zamanı ayarlayamayınca, ağzımdan hep şu kelimelerin çıktığını fark ettim. “Ne zaman denk gelirsek o vakit yaparız. Hiç sıkıntı yok, akıştayız.” Sonra beni en iyi anlayacakları kelime ile noktalıyorum: “Kaş’tayız.”
Bu farkındalığın ardından “Tamam,” dedim kendime, bu benim yeni mottom olsun: “Kaş’tayız! Akıştayız…”
Likya Sohbetleri zaten böyle bir akış içindeyken doğdu ve gelişerek bugüne kadar geldi. Elbette işimi eyleme dökerken elimden geldiğince planlı hareket ediyorum ama konuklar ve sohbet konularını seçme aşamasında tamamen bu akış doğrultusunda ilerliyorum. Her seferinde yaşadığım his ise şöyle oluyor: “İyi ki…”
Hayat yolunda herkes, içinde bulunduğu ya da kendini içinde hissettiği anı yaşıyor aslında. İşte bu sebeple hayatın bize sunduğu sürpriz buluşmaların tadına gerçekten doyum olmuyor. Hatta çoğu zaman planladığımızın ötesinde güzellikler getiriyor bize. En azından ben böyle olduğunu düşünüyorum.
Demem o ki; ister Kaş’ta olun ister olmayın, sevdiğiniz biriyle buluşamadığınızda hiç sıkıntı yapmayın. Hep akışta kalın…
Aylarca pandemi sebebiyle yaşanan sıkıntılı dönem biraz yumuşayınca ve yaz gelince herkes doğal olarak yazlık bölgelere gitme isteği içindeydi. Kaş’ın mevcut kalabalığından anlıyorum ki, pek çok kişi de bu isteğini gerçekleştirebildi. Ben şahsen dört mevsim Kaş’ta yaşayan bir İstanbullu olarak, Temmuz Ağustos aylarında Kaş’ta bulunmayı pek sevmem. Hele bayramlarda mutlaka -ama mutlaka- çok sevdiğim bu kasabadan kaçmanın yollarını ararım. Hatta geçmişte bayramda evime kalmaya gelmek isteyen yakın arkadaşlarıma “Sakın gelme,” demişliğim bile vardır. Bu duygumu da yıllardır her fırsatta hem yazılı hem sözlü dile getiririm. Öyle ki beni düzenli takip edene bu konuda gına gelmiş olabilir. :))
Bu sene ise farklı olarak daha aylar öncesinden mecbur kalmadıkça tüm yazı bir yere kıpırdamadan Kaş’ta geçirmeye karar vermiştim. Zaten aylardır çok yoğun çalışıyordum. Bu şekilde olanı olduğu haliyle kabul ederek ve kesinlikle elimden gelenin en iyisini yaparak, yoluma olduğum yerde devam edecektim. Gerçi son aylarda etrafımdaki insanlar sıklıkla tempoma ayak uyduramadıklarını belirtiyor, “Nasıl bir üretimin içindesin Elif, seni takip etmekte zorlanıyoruz, yaptıklarını izlemek istiyoruz ama hızına yetişemiyoruz,” diyorlardı. Oysa bana sorsanız o kadar yavaştım ki… Aklımdakileri yapabilmek için mevcut zaman kesinlikle yetmiyordu. Bütün bunların yanında montaj yapmayı daha iyi öğrenmeye çalışmak gibi habire önceden hesaplamadığım ekstra işler çıkıyordu.
Bir buçuk ay önce sevdiğim bir arkadaşımın tanıdığı, üç aylığına Kaş’a gelmeye karar vermişti. Evinin bir odasını kiraya verecek birini arıyorlardı. Kızım Duru’nun odasındaki balkonu kapatmıştık. Bahçe katıydı ve balkondan odaya giriş vardı. Bu arayıştan haberim olunca evin içindeki bağlantıyı kapatarak bu odayı pek tabi kiraya verebileceğimi düşündüm. Sonuçta gelecek kişiyi tanımıyordum ama referansım iyiydi. Ayrıca üç ay boyunca aynı evi paylaşıyor olsak da birbirimizden tamamen bağımsız olacaktık. Telefon görüşmeleri olumlu geçip de şartlarda anlaşılınca, ekstra bir iş olarak evin odasını bunun için hazırlamam gerekti.
Bir oda ve bir balkon dolusu eşya ile helalleşme süreci başladı böylece. Sadece onla da kalmadı evin geri kalanındaki eşyaları da yeniden gözden geçirmem gerekti. Duru’nun bebek arabası, yürüteci, mama sandalyesi ve bebek oyuncakları gibi aslında artık hiç kullanmadığım ama ortada görmediğim için hala tuttuğumun farkında olmadığım bir sürü eşya çıktı karşıma mesela. Elemeye başladıkça da insan bayağı bir gaddarlaşıyor doğrusu. Tüm fazlalıklardan kurtulmak istiyor. Tabi bütün yaptığım işlerin yanında ekstra mesai harcadım buna. Bir haftam gitti diyebilirim. Yalnız iyi ki de harcamışım. İhtiyacımız olmayanları bırakmak adına iyi bir temizlik oldu her şeyden önce ve en güzeli hayatıma bir değerli insan daha katıldı.
Her zaman Yaradanın sevgili bir kulu olduğumu düşünmüşümdür. Yine de nedense hayatın bana getirdikleri karşısında her seferinde şaşırıyorum. Evinin odasını kiraladığı kişi konusunda insan bu kadar mı şanslı olur? Karşılıklı konuştukça, birbirimizi tanıdıkça ikimiz de aynen şöyle düşündük: Sanki evren farklı ihtiyaçları olan bu iki insanı bulmuş, birbirinin ihtiyaçlarını giderebilmesi için özellikle denk getirmişti. Çok şükür bin şükür. Allah utandırmasın ve nazar değmesin valla…
Yalnız; kız kardeşim gibi gördüğüm 26 yıllık arkadaşımla telefonda konuşurken, odamı kiraya verdiğimi duyunca, “Böyle bir işe kalkışacağını bilseydim ben kiralardım,” dedi. Kaş’a gelmek gibi bir niyeti olduğunu fark edince; “Deli misin senden para mı alacağım, sen yeter ki gel,” diye ısrar etmeye başladım ben de bu sefer. Aylardır pandemiden dolayı evde olmaktan iyice sıkıldığından bahsediyordu. Elzeimer başlamış yaşı ilerde olan annesi onunla kaldığı için ekstra korumacı bir dönemden geçmişti. Yorgundu. Ben de tüm süreç boyunca her ne kadar sıkılmaya vakit bulamayacak kadar çalışmış olsam da kendimi çok yalnız hissettiğim günler yaşamıştım. Kızıyla denizin ortasında kalmış, kıyıyı göremediği için hangi yöne gideceğini bilemeyen ama sırf kızının varlığı için tüm enerjisini suda kalmaya harcayan biri gibiydim. “Kaş’a gelir misiniz, gelmez misiniz?” derken nihayet ikna ettim, karı koca işlerini güçlerini ayarladılar ve on günlüğüne bana geldiler.
26 yıllık dostluk! Dile kolay… Neler sığdırmışız o 26 yılın içine. Ne kadar büyük değişimleri kucaklamışız hep beraber. En büyük kavgalarımızda birbirimizin her koşulda arkasında olmuşuz. Karşı tarafın girdiği kavgaya en çok biz karşı çıkmışken üstelik. İkili bu dostluk aslında çok büyük bir bağın sadece bir ayağı. İsmimizin baş harflerinin SENTEZ kelimesini oluşturduğu altı kız arkadaşın T ve E’si. Yani birbirini her zaman bir bütün olarak gören bir arkadaş grubunun güzel bir parçası.
O arkadaş grubu öyle acayip ki, aslında ne yaşam tarzı olarak ne de düşünce yapısı olarak birbirimizle alakamız yok. Zaten sanırım sırf bu yüzden, bir araya geldiğimizde boşuna Sentez kelimesini oluşturmuyoruz diye düşünürüm. Ayrıca kendi yaşam tarzımdan ya da düşünce yapımdan olan pek çok kişiden daha rahat hissederim onlarlayken kendimi. Belki yargılanmayacağımı bilmenin özgürlüğü en büyük neden buna. Duygu ve düşüncelerimizi söyleme konusunda hiç cimrilik yapmadığımız gibi; kararlar ve davranışlar sonrasında ne olursa olsun birbirimizin yanındayız. Bu da bence çok büyük bir zenginlik.
Arkadaşım, eşi ve oğluyla geldiği günden itibaren her ne kadar “biz senin düzenini bozmayalım sen her zamanki gibi işine gücüne devam et,” dediyse de, ben işi gücü her şeyi bıraktım. Kafamdan bile çıkarttım. Tüm günümü onlarla geçirmesem de kendime bir tatil alanı açtım.
Bu boşluğa meğer ne çok ihtiyacım varmış…
Ben boşluğun içinde kendi halimde salınırken, Sentez’in T’si ile geçirdiğim dakikalar; beni ister istemez kendi iç dünyamda eski zamanlara götürdü. Bu sefer onun evindeydik. Evlenip Kaş’a yerleşme kararını yeni almıştım. T bu kararımın sonuna kadar karşısında duruyordu. O her zaman beni pamuklara sarılarak sevilmesi gereken biri olarak görürdü. O yüzden asla kimseyi bana layık göremezdi ama bu sefer karşı olmasındaki sebep incineceğimden korkması filan değildi. Kendi yolumdan başkası için çıktığımı düşünüyordu. Hatta son yıllardaki halimi; “Kaçak Gelin” filminde Julia Roberts’ın oynadığı karaktere benzetmişti. 🙂
Zaten nedir benim Garry Marshall’dan çektiğim bilmem. Hayır yani günün sonunda Richard Gere’e kavuşacaksam Kaçak Gelin’deki Julia Roberts olmaya da razıyım ayrıca… :))))
Şaka bir yana o gün için aslında ağır bir ithamdı. Beni iyi tanıyan birinin böyle düşünmesine çok üzülmüştüm. Ayrıca cevabı konusunda kendime dürüst olmamı istediği başka bir sorusu daha vardı: “Sana yazılar yazdıracak adamla mı evleniyorsun Elif?”
Oysa ki ne yazdığım öyküler, ne de denediğim düz yazılar en başından beri ona hitap etmemişti. Bir kez olsun “çok iyi yazdın,” dediğini bilmem. Öyle şeyler demediği gibi, yazım tarzımın ona uymadığını belirtirdi. Yine de yazdıklarımı eğer birine okutacaksam önce onu seçerdim. Beğenip beğenmemesinden çok, bana farklı bakış açısı sunması hoşuma giderdi. Gerçi bu çok uzun zaman önceydi. Çünkü haklı çıktı. Ben evlenip Kaş’a yerleştikten sonra yıllarca doğru düzgün yazamadım. Yani ona okutacak elimde bir şey olmayınca bu ritüel kendiliğinden ortadan kalktı.
Her gerçek dost gibi yazamadığım zamanlarda bir kez olsun “Ben sana demiştim,” demedi elbette. Evliliğe adım attığım andan itibaren ister sıkıntı, ister mutluluk olsun, koşulsuz bir şekilde her zaman yanımda olduğunu hissettirdi.
İki sene önce eşimden ayrılmaya karar verdiğimde bu kararımı uygulayamamaktan korktuğumu ve eğer vazgeçersem bana engel olmasını söylediğimi hatırlıyorum. “Böyle bir şeye gerek olmayacak. Sen zor karar verirsin ama karar verdin mi seni kimse yolundan döndüremez. Bunu en iyi ben bilirim,” demişti.
Onun varlığının verdiği güvenden mi bilmem, on gün boyunca uyudum durdum. Yorgun olan ruhum, bedenim o kadar güzel dinlendi ki. Bu vesile ile çok sıcak ve kalabalık da olsa; ön yargılarımdan sıyrılıp Kaş’ın güneşinin, denizinin doya doya tadını çıkarttım. İçimdeki güzel duygular bedenime de yansıdı sanıyorum ki, birkaç gündür özelden “fıstık gibi görünüyorsun,” mesajları alıyorum. :)) Dostlarım yazıyor elbette yoksa bana asılacak olanın ne haddine. :))) Durduk yere boyunun ölçüsünü almak isteyen varsa bilemem tabi… :))))
Bu yazı ve içinde paylaştığım duygularım belki tam olarak bir yere varmıyor. Muhtemelen kimseye de hitap etmeyecek. Yine de yazmak bana iyi geliyor. Bir gün beni bir kişi bile okumayacak olsa da bu böyle. O yüzden insanın size en iyi geleni bilen dostları olması çok güzel.
Neyse ben şimdi içimdeki bu duyguları geceye bırakıp, hazır yeniden hatırlamışken “Kaçak Gelin” filmini birazdan tekrar izleyeceğim. Bu arada hiç de o karaktere benzemiyorum bir kere. Bu fikri kabullendiğim için izlediğim sanılmasın. Sadece gerçek aşkı anlatan ve mutlu sonla biten hikayeleri severim. Hepsi bu… 🙂