Adı Duru Olsun

Yaklaşık iki sene önce, bir çocuk sahibi olma heyecanı sardı eşimle beni. Yolculuğumuza çoğalarak devam edeceğimizi öğrendiğimizde beş haftalık hamileydim. Doktorun söylediğine göre, bizim ufaklık tam bir nokta kadardı; ama onun büyüklüğünü sen gel benim kalbime anlat. Oysa o güne kadar bir çocuk dünyaya getirmek konusunda gerçek anlamda büyük bir istek duymamıştım. Bazen hormonlar yokluyordu, bazen de yeğenlerimle birlikte uyuyunca biraz hevesleniyordum o kadar. Bir çocuk büyütmeye cesaret edecek kadar hakim değildi bu duygu. Beni aşan bir meseleydi sanki. Daha içimdeki çocuk vardı önce büyümesi gereken. 

Fakat tarif edilmez bir mutluluk içindeydim. Meğer sorumluluk almaktan korkmama rağmen anne olmayı ne kadar çok istiyormuşum.

Cinsiyeti belli olmadan isim konusu gündeme geldi. Kız olursa adını “Öykü” koymak istiyordum. Eşimin kafasında belli bir isim yoktu ama kriterleri vardı. O kriterlere göre Öykü ismi ö ve ü olmak üzere iki tane Türkçe karakter barındırıyordu ve baştan sınıfta kalıyordu. Buna rağmen o kadar kararlıydım ki, eşim gönlümü kırmayıp isteğimi kabul etti. Biz daha cinsiyetini öğrenemeden kaybettik bebeği. Kontrole gittiğimizde kalbi atmıyordu. Boşluğunun yeri büyük olduğu için varlığının adı benim için sonsuza kadar Öykü olarak kaldı. Bu yüzden altı ay sonra tekrar hamile kaldığımda bu ismi tekrar koymayı zerre kadar bile düşünmedim. 

Sonrasında neredeyse dokuz ay sürdü bir isme karar verebilmemiz. Kız olacağını öğrenmiştik ama ikimiz de net olamıyorduk bu konuda. Nihayet ilk düşündüğüm isimde uzlaşabildik ve bebeğimizin adını Duru koyduk.

Adı gibi olsun derler ya hani. İşte kızım tam da öyle olsun istedim. Hayattaki sadeliği kavrayabilsin. Her ne yaşarsa yaşasın temiz kalabilsin yüreği. İçindeki saflığı her daim koruyabilsin. Berrak bakabilmeyi her şeye rağmen öğrenebilsin. Bütün karmaşık sorunların en basit çözümlerini bulabilsin. Mutlu olmanın yollarını kolayca yakalayabilsin. Ama en çok da; bizim ona yaşam boyu yükleyeceğimiz bu büyük beklentileri aşıp, kendi gibi olabilsin istedim. Neticede her kim olursa olsun, benim için her daim bir duru aşktır kendisi. 

Susmak

Son aylarda garip bir ruh hali içindeyim. Özellikle Dolmabahçe’de yaşanan terör olayından sonra bir suskunluk kapladı içimi. Ne desem boş gelmeye başladı. Sosyal medyada bir çok kişi büyücü moduna girmiş, terörü lanetliyordu. Sanırsın lanetlenince terör adlı canavar birden bir fareye dönüşecek. Belki milyon kez yazdım, sevmiyorum bu lanetleme kelimesini. Ne zaman görsem evimin orta yerine çöp atılıyormuş gibi hissediyorum. Terör olayları sıklaştıkça sosyal medya o kadar negatif bir ortam haline geldi ki; ne kadar yoğun gündelik hayatım da olsa oldukça aktif bir paylaşımcı olduğum halde, biraz uzak durmak istedim.

1976 doğumluyum. Benim kuşağım 80 sonrası gençliği olduğu için apolitik yetiştirildi. Bizler orta okulda, lisede, üniversitede siyasetle uğraşan gençler değildik. Üniversitedeyken o ana kadar hep roman okuyorken, yanında farklı konularda kitaplar da okumaya başladım. Felsefe ağırlıklıydı bu kitaplar. Siyaset hala ilgimi çekmiyordu. Tesadüf eseri Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade” ve “Söz Meclisten İçeri” kitaplarını okuduğum dönemlerde Uğur Mumcu öldürülünce çok etkilenmiştim. O zaman fark ettim ki bize yakın tarih öğretilmiyordu. Elbette bir şekilde ihtilaller olduğunu, bir dönemin başbakanı Adnan Menderes’in ve Deniz Gezmiş’lerin asıldığını biliyordum. Ama o kadar, içeriğe dair herhangi bir bilgim yoktu. Neden bu sonuçların yaşandığını merak ediyordum.

Herhangi bir siyasi fikri tam olarak benimseyememiş olmak bana kendimi eksik hissettiriyordu. Solcu muydum sağcı mı? İkisi de değildim ama artık yetişkindim ve bir an önce karar vermeliymişim gibi geliyordu.

Türkiye Ekonomisi dersinde yakın tarihimizin ekonomisini öğreniyorduk. Hocamız herkese dönemler seçtirerek sınıfta sunumla anlatacağımız ödevler vermişti. Bilinçli olarak Adnan Menderes’i seçtim. Olan biteni öğrenmek için daha iyi bir fırsat olamazdı. Onlarca kaynak okudum. Doğumundan ölümüne ilginç bir hayat hikayesiydi. Fakat siyaset okudukça daha da siyasetsizleşiyordum. Bitirme tezimi aynı hocadan aldım. İhtilallerin ekonomiye etkisini araştırmak istedim tezimde. İhtilal kelimesi yerine ‘müdahale’ kelimesi kullanmak şartıyla kabul etti hoca. Bir gün kampüste birlikte yürürken, siyasete atılmam gerektiğini söyledi bana. Başarılı olacağımı düşünmüştü belki, ya da siyasete karşı bir tutkum olduğunu sanmıştı. Oysa benimkisi bilmemekten kaynaklanan bir meraktı sadece. Siyaset her geçen gün anlamsızlaşıyordu gözümde. Bilinçli olarak apolitik yetiştirildiğimizi düşünüyordum ve bunun önüne geçebilmek istemiştim.

Son yıllarda ise içimiz dışımız siyaset oldu. Siyaset yapmadığımız gün yok gibi. Eğleneceğimiz ortam diye düşünebileceğimiz sosyal medyada bile; sevimli kedi, köpek paylaşımlarından fazla yeri siyaset kaplıyor. Şimdi de nerdeyse haftada iki kez bir terör meselesi hakim gündemde.

Yakınlık duyduğum fikirler var elbette ama hala ne solcuyum ne de sağcı. Ülkede olan bildiğim ve gördüğüm bazı şeyler beni o kadar rahatsız ediyordu ve üzüyordu ki, belki bir kişi bile olsa farklı bakarsa diye ben de çok fazla siyaset yaptım sosyal medya hesabımda. Bu gerekliydi o gün için. Gittikçe iç savaşa sürüklenmeye çalışıldığımız şu dönemde ise söylediğimiz ve paylaştığımız her şeye dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Ateş düştüğü yeri yakar. Aynı evin içinde yaşıyoruz hepimiz. Bu ülkeye zarar veren her felaket haber, her birimizin içini yakıyor. Aksi mümkün değil. Kendi evimde ateşle oynandığını düşünüyorsam uyarmak isterim elbette ev halkını. Bazen oldukça sertleşmem de gerekebilir. Ama gerçekten ev yanmaya başladığında yangını kimin çıkardığını tartışmakla zaman kaybetmem. Ne kadar haklı olduğumu da düşünsem, zaman yangını söndürmek zamanıdır şimdi. Atacağım ufak bir kozalak parçası bile ateşi destekleyecek diye düşünüyorum ve negatif herhangi duygu yaratacak paylaşımla bulunmak yerine sessiz kalmayı seçiyorum. Bir yandan da kendi günümü pozitifleştirecek uğraşlarla vaktimi değerlendirmeye çalışıyorum. Etki edebildiğim kendim ve etrafım için en iyi olma çabası benimkisi. Değiştiremeyeceğim şeylerle de enerjimi tüketmemek niyetindeyim bir taraftan. Kendimi ve başkalarını daha fazla aşağıya çekmek istemiyorum çünkü.

Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen umudumu yitirmedim. Bu ateşli günlerin içinden küllerimizden yeniden doğarak, daha sağlam bir millet olarak çıkacağımıza inanıyorum.

 

Erman Abiyi Anmak

ermanabi

Fotoğraf: A. Gökhan Karabolat – Fotoğraftakiler: Elif ve Erman Abi

Yaklaşık 3,5 ay önce Yazmak ve Yazmamak adlı bir yazı yayınlamış, bir seneyi aşkın bir süredir sağlık sorunları yaşayan Erman abiden bahsetmiştim. O yazıdan tam bir hafta sonra, bir Perşembe günü, Erman abiyi kaybettik. Doğuma bir haftam kalmıştı. Riskli olabileceğinden, Gökhan ve benim için çok önemli olan Erman abinin Tekirdağ’da gerçekleşen cenazesine malesef gidemedik.

Bundan dört yıl önce, tek başıma, kuzenim Sevil’in yaşadığı Kaş’a tatil için gelmiştim. Geldiğimin ertesi günü Hidayetin Koyu’nda denize giriyoruz. Sevil ve eşi Cihan; “Elif bizim burda birlikte olmayı çok sevdiğimiz bir çift var. Gittiğimiz fotoğraf kursunda tanıştık. Yaşça bizden büyükler ama çok renkli, hoş sohbet insanlar. Biz bu koya onlarla birlikte geliyoruz. Senin de vakit geçirmekten keyif alacağını düşünüyoruz. Senin için bir mahsuru yoksa onlara  geldiğimizi haber verelim. Tanıyınca sen de seversin diye düşünüyoruz.” dediler. O gün Hidayet’in Koyu’nda tanıştığım çift Erman abi ve Serap ablaydı.

Sevil ve Cihan haklıydı. Onları tanır tanımaz sevmiştim. Çok güzel enerjileri vardı. O günden sonra tatilimin neredeyse her gününü onlarla birlikte geçirdim. Gündüzleri çoğunlukla Hidayet’in Koyu’nda denize giriyor, gece olunca Noel Baba Cafe’de buluşuyorduk. Bir gün beraber, benim için özel bir yeri olan, Myra’daki Noel Baba Kilisesi’ne gittik. Başka bir gün, Erman abi sayesinde, yamaç paraşütü yapanların atladıkları yerden fotoğrafını çekme şansım oldu. Her anı dolu dolu geçen bir tatildi. Yine onlarla birlikte çıktığımız tekneyle Kaş’ın en güzel koylarında yüzmüş, Erman abinin rehberliğinde en güzel tepelerden Kaş’ı fotoğraflamıştım.

Ayrılacağım gün yine birlikte Noel Baba’da oturuyoruz. Erman abiye, çok güzel bir tatil geçirdiğimi ve onları tanımaktan çok mutlu olduğumu söyledim. O da bana, kendilerinin de beni tanıdıkları için mutlu olduklarını ve Kaş’a tekrar gelmemi söyledi. Ama bir şartı vardı: “Kaş’a bir daha yalnız gelmeyeceksin. En kısa zamanda kendine bir aşık bulacaksın,” dedi.

Erman abinin kastettiği kişi Kaş’ta tanıştığım Gökhan değildi belki ama kısmen dediği gibi oldu. Kaş’a bir daha yalnız gelmedim. Gökhan’a aşık oldum ve bir yıl içinde onunla hayatımı birleştirerek Kaş’a yerleştim. O günden sonra da bu çiftin bizim hayatımızda apayrı bir yeri oldu.

Erman abi yüreği sevgi dolu bir insandı. Üstelik kocaman kalbi herkese açıktı. Bugüne kadar çok fazla iyi insan tanıdım ama onun kadar eğlencelisini, onun kadar bilgilisini, onun kadar görgülüsünü, onun kadar espirilisini tanımadım. Bir insanın taşıyabileceği bütün meziyetleri içinde barındırıyordu. Kıvrak bir zekası vardı. Bilgili olmanın ötesinde bilge biriydi. Kusurum ya da bir eksiğimi fark ettiğinde; gönlümü kırmadan, ruhumu incitmeden, yüzümü kızartmadan, gayet usturuplu bir şekilde bunu dile getirirdi. Hiç alınmaz tam tersine özellikle incelik ve öğreti dolu bu davranışına hayranlık duyardım. Yol gösterici bir kişilikti.

Bugün onun doğum günü. Kaş Fotoğraf Dostları, Kaş Kültür Evi’nde kendisini anma töreni düzenledi. Çok güzel duygu yüklü bir tören oldu. Önce Erman abinin çektiği fotoğrafları, sonra da Erman abinin içinde yer alan kendi fotoğraflarını izledik. Onu sevenler konuşabildiğince ondan bahsetti. Ardından Serap ablanın organize ettiği bir kokteyl gerçekleşti. Kızı Ayşe, duvarları Erman Tuna fotoğraflarıyla dolu odada, Erman abinin çektiği fotoğraflardan herkese birer tane hediye etti. Onun hakkında ne söylesem hep biraz eksik kalacak. Onu tanımış olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum.

Yazar olduğumu söylediğimde insanlar bana genelde; “sana hayatımı anlatsam roman olur,” der. Erman abi hiç böyle bir şey söylemedi ama ben ne zaman onun hayatıyla ilgili hikayeler dinlesem yeni bir kitap okumuş gibi hissederdim.

Erman abi gittiğinden beri Kaş çok değişti. Ne o çok sevdiğimiz Hidayetin Koyu eskisi gibi kaldı, ne de her gün masasında çoğalarak oturduğumuz Noel Baba Cafe. Şimdi de Erman abinin geri kalan yaşamını yaşamayı planladığı Pınarbaşı köyüne havaalanı yapılacağını söylüyorlar.

Erman abi Likya bölgesinde yer alan Kaş’ı çok severdi. Bu değişiklikleri görseydi çok üzülürdü.

Likya “Işık Ülkesi” anlamına gelir. Bugün ışık ülkesinde, ışık dolu bir insanı andık. Gönlümdeki yeri cennettir, dilerim ahiretteki yeri de cennet olsun.

İyiki doğdun Erman abi. Seni çok seviyorum.

Yazmak Ve Yazmamak

Her insan hayaller kurar. Hayaller diyorum çünkü tek bir şeyi dilemez insan. İstekler çoğuldur. Daha hayal kelimesinin anlamını bile tam olarak bilemeyecek kadar küçükken, benden beş yaş büyük abim sürekli beni dürtüklerdi: “En büyük hayalin ne senin?” diye. Uzunca bir süre bu sorunun cevabından emin olamamanın yükü, bana çok ağır geldi. Demek ki o küçücük dünyamda; büyük, kocaman, üstelik TEK bir hayalim olması gerekiyordu ve ben bunun ne olduğunu hiç bilmiyordum. Hayatta “en” düzeyine neyi çıkartmak istediğimi bulabilmek benim için hiç de kolay olmamıştı.

Düşündükçe bir tek şeyden emin oluyordum. Maddi hayaller kuramıyordum. Her şeye zaten sahipmişim gibi bir kifayet ve aslında hiç bir şeye asla sahip olamayacakmışım gibi bir aidiyetsizlik hissi hakimdi yapımda. Bu yüzden maddesel dünyada yer bulacak hiç bir hayal ruhumun tepelerine ulaşmıyordu. Şu “en meselesi” girmeseydi işin içine, bir bisiklete tav olacak kadar da anın içinde yaşayan bir çocuktum oysa. Neticede bir çocuk oyun oynamaktan daha çok ne isteyebilirdi ki hayattan?

Yedi yaşına bastığımda babamın eve getirdiği çocuk kitaplarını böyle bir arayışla okumaya başladım. Sokakta oyun oynamak dışında kendimi kaybettiğim bir yer varsa, o da kitap aralarındaki satırlardı. Alice gibi bir anda Harikalar Diyarına gidiyordum sanki. Biten her kitap daha fazla acıktırıyordu beni. Evimizin kütüphanesinin karşısına geçtiğimde, büyüyünce okumaya niyetleneceğim kitapları gördükçe zamanın asla yetmeyeceğini fark ediyordum. Büyüklerin neden yeterince kitap okumaya zaman ayırmadıklarına da akıl sır erdiremiyordum.

Dışa dönük çocukluğumun akabindeki ergenlik devresi tam da bu sebeple dört duvar arasında geçti. Eve gelen misafire “hoş geldiniz,” diyecek kadar görünüyor, sonra tekrar odama kapanıyordum. Kitap okumak beni içine kapanık biri yapmıştı. Hala en büyük hayalimin ne olduğunu bulduğum da söylenemezdi.

Diğer yandan hayat, bir türlü karar veremediğim için benim adıma şekilleniyordu. Yüksek okul okusam da okumasam da hangi işte çalışacağım 15 yaşımdayken belliydi. Üniversitede en istediğim değil ama en kazanabileceğim bölümü okudum bu yüzden. Okula giderken ders kitaplarından çok romanlarla doluydu çantam. Ders esnasında ise hocada değil, sıranın altında okuduğum kitaptaydı gözüm. “Milletlerin Zenginliği” üzerine kafa yormuş Adam Smith’in kuramlarındansa; Hint efsanesi Mahabharata’da anlatılan “İnsanlığın Öyküsü” daha çok ilgimi çekiyordu. Bana göre bir milletin gerçek zenginliği o kitapta anlatılıyordu çünkü.

Ne istediğimi bulduğumda yirmili yaşlardaydım. Bir yazar olmak istiyordum. En büyük hayalim buydu. Hayalimi  gerçekleştirmek için kendimi zorladığım zamanlar oldu. İlk kitabımı kendi imkanlarımla bastırabilecek şartlara sahipken, kabul gördüğü için bastıracak bir yayınevi bulmak için üç yıl bekledim. En büyük hayalimi yavaş yavaş gerçekleştiriyor olsam da, hayal dünyama karşı çok da sevgi dolu davrandığım söylenemezdi. Yazdığımda başka şekilde, yazmadığımda başka şekilde kendime eziyet ediyordum. Neticede başkalarından kabul görmekten çok insanın kendi kendisini kabul etmesi gerekiyordu. Bunun yolu da kendini tanımaktan geçiyordu. Belki de kutsal menkıbemin ne olduğu konusunda yanılıyordum. Yazarken tek bir amacım vardı, o da kendimi gerçekleştirmek. Bu yüzden akışa bıraktım yazma işini ve yazmadığım zamanlar için kendimi suçlamayı bıraktım. Sonuçta yazmak her şeyden önce benim kendime olan yolculuğumdu. Bu yolculuğa devam ettiğim sürece hangi aracı kullandığımın gerçekte bir önemi yoktu.

Diğer yandan bir yıldır ne zaman bir yazı yazmak istesem aklıma hep Erman abi geldi. Kaş’ta yaşamaya başladığımdan beri benim için anlamı, değeri bambaşka olan kişilerden biriydi Erman abi. Doğduğum ve büyüdüğüm şehirden, ailemden, arkadaşlarımdan ayrılırken Erman abi ve sevgili eşi Serap abla; yaşamaya çalıştığım bu yeni dünyada hem aile, hem arkadaş olmuştu bana. Ailesini ve arkadaşlarını başka şehirde bırakmış eşim için de aynı durum söz konusuydu. İki üç gün ortalarda görünmesek; Serap ablanın, “Gençler nerdesiniz be. Özledik!” diyen telefonunun ardından soluğu hemen onların yanında alırdık. Sadece bize değil, tanıdığı herkese sevgiyle kucak açıyordu bu çift. Böylece Noel Baba Cafe’deki masalarında, onların ışıklarına çekilen birbirinden farklı insanlar hep birarada oturuyorduk.

Bir yılı aşkın bir süre önce, hamile olduğumu öğrendiğim günün sabahıydı, Erman abinin felç inmesi sonucu hastaneye kaldırıldığı haberini aldım. Hayat bu ya, mutluluk ve üzüntü aynı anda çalmıştı kapıyı. İçeriye her ikisini de almaktan başka çarem yoktu. Bebeğin o anda bedenimdeki varlığı bir nokta kadardı ama yüreğimi mutlulukla doldurmaya yetmişti. Diğer taraftan yine nokta kadar olan bir kan pıhtısının, 70 yıllık Erman abiyi devirmesi içimi acıtıyordu. Ancak olumsuz değildim. Zaman her şeyi yerli yerine koyacaktı. Kimbilir belki de bebek doğmadan Erman abi toparlayacak ve yeniden Kaş’a dönecekti. Derken bebek fazla yaşamadı. 10 haftalıkken kalbinin durduğunu öğrendik. İronikti doğrusu. Çünkü ilk kitabımda kurgusal olarak yazdığım bir hikayeyi birebir yaşıyordum. Başkalarının yaşadıkları hikayelere ne kadar empati de yapsanız başınıza gelmek gibisi yokmuş meğer.

Erman abi çok şükür hala yaşıyor. Ancak bir yıl içinde bir ileri üç geri giden bir yolculuk oldu onunkisi. Her seferinde tam iyi gidiyor derken başka hastalıklar baş gösterdi. Üç farklı şehirdeki en iyi hastanelerde ve doktorlarda şifayı aradı ailesi. Tam Ankara’da eve çıktı derken geçenlerde yine hastaneye kaldırmışlar.

Ne zaman bir yazı yazmak istesem, yani içime her baktığımda Erman abi bir köşede beliriyordu sessizce. Ondan bahsetsem olmuyor, bahsetmesem olmuyordu. Duygularımla baş ederken kullandığım kelimelerse bu sefer bir türlü toparlanmıyordu. Şimdi bütün bunları yazarken de, nereye kadar toparlayabileceğimden emin değilim doğrusu. Tek bildiğim toparlayamıyorsan olanı kabul etmek gerektiği. Tıpkı bebeğimizi kaybettiğimizde eşimle yaptığımız gibi.

An anda kalıyor ve sonuçta hayat devam ediyor. İşin en güzel yanı yine bebek bekliyor olmamız. Bu sefer yolun büyük kısmını tamamladık ve dokuzuncu ayımıza girdik. Aslında en yazılası, en anlatılası zamandı bu dokuz ay. Şimdilik kendime sakladım onları. Yazarını hatırlayamadığım bir kitapta şöyle bir cümle okumuştum yıllar önce: “Yazar aşkı anlatır, aşık ise aşıktır.” Ben aşkına kavuşmayı heyecanla bekleyen bir aşığım şimdi. Kimbilir bir gün yazar olduğumda bu hikayeyi belki size de anlatırım.

Seçimin Ardından

Haziran yazı tam getirmedi ama Haziran seçimleri Türkiye’ye bir bahar havası getirdi. Sosyal medyanın espirili halini seviyorum. Ama seçim sonuçlarını öncelikle hazmetme aşamamız var o süreçte küfredenlerimiz, aşağılayanlarımız olacak her dönemde olduğu gibi. Bu tepkiler çok doğal geliyor bana artık. Çünkü olayı hemen kabullenebilen bir ülke değiliz. Ağırlıklı olarak tepkisel bir yapımız var.

Şahsım adına Hdp’yi hiç bir zaman desteklemedim. Aman barajı geçsin yoksa halimiz yaman olur gibi bir kaygım da hiç olmadı. Barajın aşılacağından neredeyse emindim. Sistem bunu istiyordu bu çok belliydi. Demirtaş’ı sempatik göstermek için; sloganı “Kürtcelle bağlan hayata” olan, bi Selocan reklamlarında oynatmadıkları kaldı bana sorarsanız. 

Gönlüm Chp kazansın isterdi, oysa parti olarak ne kadar çalıştıklarına bizzat şahit olmama rağmen, Chp bu sürecin en başarısızı oldu. Bunun böyle olacağını farketmiştim. Emeğinin karşılığında halk tarafından yeterli desteği ve güveni almadığını görüyordum. Yine de kendi adıma doğru olan bir şeyler adına çaba sarf ediyor olmanın vicdan rahatlığı vardı. 

Evrensel tekamüle inanıyorum. Türkiye için en hayırlının olacağına olan güvenim tamdı. Fakat toplumsal gelişimimiz için en doğru olanın ne olduğundan tam emin değildim doğrusu. Bu yüzden kendimi her türlü tabloya hazırlamıştım. İkisi de tercihim değil ama sandıktan yüzde 51 Akp çıksaydı da olanı kabullenecektim, Hdp yandaşlarının bu kadar çoğalması durumunu da kabulleniyorum. Tek fark öbür tabloya çok üzülecektim, bu tabloya seviniyorum.

Türkiye bu sabah ateşten bir gömlek giydi. Dün akşamki konuşmasında “Sayın Öcalan” a barışa katkılarından dolayı teşekkür eden Demirtaş’ın işi herkesinkinden zor. Şahsen Öcalan ve Barış kelimelerini ben aynı cümle içerisinde kullanamıyorum henüz. Benim gibi olan milyonlarca insan var. Bir taraftan sağladığı başarıyı doğru değerlendirebilirse, bu ülkeyi bölünmekten kurtarmak herkesten çok onun elinde.

Aslında seçim tablosu; vatandaki farklı değerlerin barış içinde yaşaması için dayanışma gösterilmesi gereken bir fırsat verdi bize. Siyasetçiler ve seçmenler olarak, ilk defa ve bir kez olsun müslüman, alevi, kürt, türk kimliklerini yarıştırmayı bırakarak; sadece Türkiye için değil özellikle insanlık için, en hayırlı olacak yola gönül koymayı becerebiliriz belki.

Dün görev yaptığım sandıkta Akp, Mhp, Chp sandık üyeleri olarak keyifle, güvenle, özenle, sabırla, birlik ve beraberlik içinde çalıştık. Hdp’li mühaşitimiz de ayrı gayret içerisinde bize destek verdi. Birbirimizin poğaçasını, simidini, suyunu paylaştık. Siyaset yapmamızın yasak olması belki de en büyük şansımızdı. Böylece ayrışmak yerine birbirimizin burçlarını öğrenerek kaynaştık. İhtiyaç molasına giderken diğer parti üyesi arkadaşlarımın seçmeni en doğru şekilde yönlendireceğine dair en ufacık bir kaygım yoktu. Her biri güvenilir, dürüst ve sorumluluk sahibi insanlardı. Aynı tabaktan mutluluk içinde meyve yiyerek yorgun bir günü tamamladık. Her sandıkta manzaranın böyle olmadığını biliyorum. Doğası ve insanı harika olan ülkemin her bir bölgesinde böyle manzaraların her geçen gün artmasını diliyorum.

Gönüller Bir Olsun

Bugün zihnimi susturup kendimle başbaşa kaldığımda, Mustafa dedemin hayali canlandı gözümde birden. Gözlerim ansızın yaşla doldu. Onu özlemekten daha çok, aklıma geldiği anda yüreğimi taşırırcasına dolduran sevinçtendi bu. Biraz da neredeyse 30 yıldır kendisini hiç hatırlamamış olmanın verdiği utanç da vardı tabi.

Mustafa dede benim dedem değildi aslında. Çocukluğumun en delidolu yoldaşı Mihrican’ımın dedesiydi. Daha çok bizde kalırdı. Tanıdığım en aydınlık yüzlü insanlardan biriydi. İsmimle seslendiğinde “Efendim?” derdim; ne de olsa diğer büyüklerim tarafından “Ha? Hı?” gibi cevaplar vermemem gerektiğini uzun çabalar sonucunda öğrenmiştim. Her “Efendim?” cevabının Mustafa dede için standart bir karşılığı vardı. Buruşmuş yumuşacık elleriyle kavradığı küçücük çenemi iki parmağının arasına sıkıştırır; “Efendiler nikahını kıysın,” diyerek gülümserdi. Bu seromoninin ne anlama geldiğini bilmezdim. Ama bunu söylerken öyle güzel bir enerjisi vardı ki, beni her seferinde gülümsetmeyi becerirdi.

İnsan uzak bir şehirde yaşayınca, aslında gerçekte mesafenin kilometrelerle ölçülemeyecek bir şey olduğunu fark ediyor. Şu anda yeryüzünde yaşamayan birini düşündüğünde, ışık hızından daha hızlı yanı başında belirebiliyor anısı. Düşüncesinin bile varlığı içini ısıtabiliyor. Oysa bazen yanı başında olan biri ile aranda binlerce kilometre uzaklık varmış gibi hissedebiliyorsun. Üşüyorsun o zaman. Çok üşüyorsun…

Bazense 20 yıldır görmediğin ve o zamanlar çok az tanıdığının biri ile yıllar sonra karşılaştığında, bakıyorsun hayat sizi aynı kıyıya vurmuş. Yaşanan bütün mutlu ve acı anlar benzer şekilde yoğurmuş ruhunuzu. Görür görmez hissediyorsun bunu. Daha önce kayda değer bir şeyler paylaşmamış olmanın önemsizliği beliriyor içinde o zaman. Çünkü bazen paylaştıkça uzaklaşır insanlar birbirinden. Nedeni sanırım bir türlü paylaşmayı beceremediklerinden…

Bu yüzden… Kimin uzakta, kimin yakında olduğunun pek bir önemi yok. Mesafeyi aşmak kolay, yeter ki gönüller bir olsun…

Kül Olup Yanmak

Bir gün; bir kitapta, bir gazetede, bir dergide ya da bir broşürde, hatta belki günlerce önünden defalarca geçtiğiniz bir reklam panosunda bile olabilir; bir cümle görürsünüz. Üstelik genelde aklınız kesinlikle orada değilken olur bu. O cümle enteresan bir şekilde bulunduğunuz andan sizi koparır, kendine çeker. Aklınızı toparlayıp sizi çağıran bu harf yığınını dikkatle okuduğunuzda, muhtemelen o cümle içinizde bir yerlere dokunur ve bir yer edinip orada kalıverir.

Yıllar evvel Kül Öykü Gazetesi’nde yayınlanan söyleşim vesilesi ile derginin kapağındaki -aslında defalarca gördüğüm ama o ana kadar fark etmediğim- Nietzsche’den alıntı bir cümle de aynen böyle oturmuştu içime: “Gerçekten kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?”

Türkiye’de seçimler oldu daha geçen; ondan da önce, o oldu, bu oldu, şu oldu -e bu arada ne Türkiye’yi ne de dünyayı bir türlü kurtaramadım hani- sonra tekrar şunlar oldu, bunlar oldu, onlar oldu ve belli oldu ki olanlar olmaya devam edecek. Demem o ki şu güzelim dünyayı doluya koydum almadı, boşa koyuyorum şimdi, o da bir türlü dolmuyor. Kantar bozulmuş demek ki ayarları değiştirmek lazım. Yenilenmek için yanıp kül olmam lazım.

Bugüne kadar hiç kitap yakmadım ama kitapların beni yaktığı çok olmuştur. Böyle içimde bir cümle alev alır önce, sonra yavaş yavaş tutuşup başka şeyleri de yakmaya başlar. Fakat beni yakan o cümleyi ben öyle bir severim ki, sırf o cümleyi kurtarmak için söndürürüm ateşi. O yüzden habire tutuşur tutuşur sönerim de, bir türlü kül olacak kadar yanmayı beceremem. Oysa beni tutuşturan cümle bile yanmalıdır içimde. Kül olmalıdır ki yeni cümleler kurayım. Kendi cümlelerimi.

O yüzden kutsal kitapta da yazdığı gibi bolca okumalıyım. Başka hikayelerde vücut bulmuş kendimi tanımalıyım. Küçücük bir kumsalda keyifli vakit geçirmek için değil, yeryüzünün en büyük denizine balıklama atlamak için çevirmeliyim sayfaları. İçimde olduğum bu bilgi kirliliğinin içinde daha iyi bilmek için değil, bildiklerimi unutmak için okumalıyım. Çünkü o zaman gerçekten anlayabileceğim, kurtarmam gereken tek dünyanın kendi dünyam olduğunu.

Bayram Dediğin Böyle Olur

Oldukça kalabalık bir ailede büyüdüm ben. Hem baba tarafı, hem de anne tarafı hatırı sayılır bir sayıdaydı. Son yıllarda eski bayramlardan hasretle bahsediliyor ya hani, işte tam da öyle hasretlik bayramlarımız vardı.

Birinci günü, küçük büyük herkes orada olacağından, büyük amcamın evine gider, ikinci günü soluğu başka şehirde yaşayan dayımın köyünde alırdık. Nerdeyse bir düzine odası olan bir eve; teyzeler, enişteler, gelinler, kuzenler, kuzenlerin çocukları hep birlikte doluşurduk. İstanbul’daki evimize dönmek için yola koyulduğumuzda; dayım ve ailesi yollara dökülür, arkamızdan bize el sallarlardı. Çocukluğumun en güzel fotoğraflarından biriydi bu.

Her iki evde de ev sahiplerinin sevgi dolu gülen yüzleri en güzel bayram şekeriydi.

Bayramdan birkaç gün önce kaybettik dayımı. Çocukluğumun köyündeki cenaze evinden ayrılırken, aynı yolda teyzem ve kuzenlerim arkamızdan el salladığında, sararmış o fotoğraf renklendi yeniden. Hüzünden çok umutla doldu içim. Karakterimde ondan çok şey taşıdığıma inandığım dayım huzur içinde yatsın. Onun vesilesiyle bir kez daha sevdiğim bir yerde sevdiklerimi yeniden görebildiğim için mutluyum.

Herkesten uzak bambaşka bir şehirde yaşıyorum şimdi. Bayramda anne ve babamı bile görmek lüks oldu artık benim için. Uzak bir şehirde yaşama kararı alırken, bu koskocaman ailedeki her bir bireyi bu kadar çok özleyeceğimi hiç tahmin etmezdim. Meğer varlıkları ne kadar çok besliyormuş beni.

Bu bayram tam da bu yüzden çocukluğumu aratmayacak bir bayram oldu benim için. Arife günü, baba tarafındaki ailemin büyük bir kısmı-yaklaşık yirmi kişi; bizim jenerasyonun en küçüğü olan üç kuzenin evlerine, Kaş’a geldiler. Hoş geldiler. Evlerimize bereket, neşe, mutluluk getirdiler.

Bayram dediğin de böyle olur zaten.

Annem

Bugüne kadar Anneler Günü’nü her zaman sevgi ve coşkuyla kutladım. Çok küçük yaşlarımdan beri annemi tüm sevgimle kucaklarken onu mutlu edecek küçük bir hediye bulmaya çalışırdım. Babamdan öğrendiğim bir şeydi bu aslında. Zar zor hatırladığım çocukluk günlerim arasında sıkışıp kalmış bir duygu ve iki katlı ahşap evimizin gıcırdayan merdivenleri kadar da hafızama yer etmiş bir anı bu aynı zamanda. Annemin kendisine istediğini alabilmesi için, babam tarafından hazırlanmış bir zarf, güzel bir çiçekle biz çocukları tarafından kendisine iletilirdi. Her zaman sözel olarak dile getiremesek de, ailecek birbirimizin değerini hissettirmesini bilirdik. Bugüne kadar da iyi kötü her günde birbirimizin hep yanında olduk.

Böylesine güzel ve anlamlı bir günde bu defa içimde tuhaf bir burukluk var. Annem de, babam da, sevgili kardeşlerim de hayatta ve sağlıkları yerinde çok şükür. Ancak aynı şehirde değiliz ve annemin güzel yüzünden öpemiyorum bu sene. Koşullar malesef öyle gerektirdi. Büyük bir üzüntüyle anneme bunu telefonda açıklarken onun bana verdiği cevap beni derinden etkiledi: “Olsun kızım, sen olduğun yerde mutlu ve huzurlu ol, bu bana yeter.”

Derinden etkilendim çünkü annemin bu konudaki niyetinin ne kadar samimi olduğunu biliyorum. Her ne kadar göbek bağımız ben doğduğum an kesilmiş olsa da, hiçbir bıçağın kesemeyeceği gözle görünmeyen bağımız sayesinde, bunu tüm benliğimde hissediyorum.

Neredeyse bebekliğimden itibaren annemi çok üzmüş bir çocuğuyum. Üç aylıkken yakalandığım boğmaca hastalığı, üç yaşındayken gözlerimin bozulup kaymaya başlaması, sırf inatçılığımdan yaptığım yanlışlıklar ve elbette yapmam gereken ama yapmadıklarım; benden daha çok onu üzdü biliyorum.

İşte tam da bu yüzden anneme dünyanın en güzel hediyesini verebilmek için, olduğum yerde mutlu ve huzurlu olmak adına elimden geleni yapıyorum.

“İçin rahat olsun anneciğim. Seni çok seviyorum.”

Yeryüzünde yaşamış ve yaşamakta olan; çocuklu, çocuksuz bütün kadınların anneler günü kutlu olsun…

Sen Bir Kadını Sevdin Mi Hiç?

Sen bir kadını sevdin mi hiç?

Bir kadının gözlerinin içinde kayboldun mu mesela? Ve bir kadın kendini kaybetti mi, sen onun gözlerine bakarken? Sahi, sen kendini kaybettirecek kadar bakabildin mi bir kadının gözlerine?

Sen hiç bir kadının söylediklerinden daha fazlasını hissedebildin mi? Ve kendi söylediklerinden daha fazlasını hissettirebildin mi ona? Sahi, sen söylediklerinden daha fazlasını hissettin mi hiç bir kadına?

Sen hiç bir kadının kalbinin derinliğini merak ettin mi? Onun kalbindeki denizin, rahmindeki denizden daha doğurgan olduğunu fark edebildin mi? Ve orada aynı anda sadece bir erkeğin yaşayabildiğini bildin mi? Sahi, sen bir kadının kalbinde yeniden doğup orada sonsuza kadar yaşayabildin mi?

Sen hiç bir kadınla kaçak dövüşmeden sonuna kadar kavga edebildin mi? Öfkesinin fırtınasında boğulmayı göze alabilecek kadar yüzleşebildin mi onunla? Sahi, fırtınasında boğulmadan kalıp varabildin mi bir kadının kıyılarına?

Sen hiç, teninde biriktirdiği acılara sarılabildin mi bir kadının? Ve teninde biriktirdiğin acılarını hiç korkmadan sunabildin mi bir kadına? Sahi, sen bir kadını her koşulda kucaklayabildin mi?

Sen bir kadını, senin kadının olduğu için değil, o olduğu için sevebildin mi?

Sahi,

sen bir kadını sevdin mi,

hiç?

Facebook
Twitter
Instagram